Bu Blogda Ara

3 Haziran 2016 Cuma

Ne hikmetse

Gün yüzü görmemiş dört çocuk, dört tane de hayvan: İkisi kedi, biri köpek bir de sırtlan… Çocuklar hep insan. Yaratılanla yaratanı ayıracak güç yok onlarda, zaten gün yüzü görmemiş şeyler, güneşe bir kez olsun bulaşmamışlar, nereden bilecekler yaratanı falan. Güç eser miktarda, dengesizlikler var çünkü hâlihazırda. Fikirleri olması olası… Işık yok, hava yok, su yok, rakı hiç yok. Alışmak var. Karanlığa bile… Ufaktan atışmalar var arada. En çok insan insana, en şiddetli sırtlan insana.
Bir kâğıt parçası buluyor çocuklardan biri, sırtını dayaması gereken duvarı eşelerken. O da ne, bir ipucu mu yoksa? Ne alâkası var lan! Kaçış oyunu mu bu! Kimse okuma bilmiyor aralarında. Kediler zaten kendi havalarında. Sırtlan bir çocukla yakın, diğerleri ise birbirlerine mesafeli. Hikâye bu ya kâğıdı bulan çocuk okuyor: "İçinde kuş adı geçen şarkılarla, içinden merhamet geçen insanları bir çınarın gölgesinde toplamak istiyorum. Çınar en az 100 yıllık olsun, biraz yanında da bir ıhlamur… Onun da yirmi yılı var. Tam zamanı şimdiler, buram buram ıhlamur koksun çınarın gölgesi, saat öğlenden sonra olsun ve çınarın 80 küsür yıllık yalnızlığını konuşsunlar. “Bunlar en iyi hissettiğim anlar, beni en çok Yıldız Tilbe anlar.” desin çınar. Dünya devletleri kayıtlı ama şartsız barış ilan etmiş olsun. İçindeki trafiğin ışıklarında hep yeşil yansın, garip gurebanın. Son kale düşene kadar beklensin. Daha da kale male yapılmasın. Futbol ortadan kalksın böylece, transfer marketi denen şey halk pazarının yeni adı olsun."
“Ne diyorsun oğlum” diyor çocuklardan biri.
“Okuyoruz işte” diye cevaplıyor sesi gittikçe azalarak.
“O okuma bilmiyor ki” diyor sırtlanı yanından ayırmayan çocuk.
“Konudan uzaklaşmayın, sonuçta bu kâğıt parçası bulundu” diyor, okuma bilmeden okuyan çocuk ve ekliyor: “Hem de beyaz A4, çok uzun süre önce yazılmış olamaz”.
“Her şey yapılabilir beyaz bir kâğıtla” diyor en sessizleri “Uçak örneğin, uçurtma mesela…”
“Edebiyat yapma lan!” diyor sırtlanlı, “Konu önemli”
“Edebiyat önemsiz konu değil” diyor çocuk, “Beş dakika önceye kadar burası dışında bir hayatla ilgili konuşmamıştık bile. Umut, zor da olsa bir ihtimal, bir imkân ya da seçenek çoğu zaman… Var olan anlaşmaları bozuyor, çiziyor…” diyor hiç konuşmamış olan “Mutluluk sürekli şeylerle mümkün.” diyerek devam ederken,
“Heh! bu da psikolog çıktı başımıza” diyor sırtlanlı. Dalgacı ama cesur bir lider havasında an itibariyle grupta. Hayvanlar sessiz, neden ses çıkarsınlar ki zaten? “Yok mu oğlum okumayı bilen?” diye soruyor sırtlanlı çocuk. “Belki de kurtulacağız buradan?”.
“Ben” diyor sessiz olan. “Çat pat okuyabiliyorum. Öğretmeni sevmesem de öğrettiğini sevmiştim, bazı paketler hiç bölünemiyor, onu anladığımda bıraktım öğrenme işlerini, biraz kaldı tabii…”
“Uzatma, oku şunu!” diyor sırtlanlı, uzatıyor A4'ü. Dönüp kâğıdı bulan çocuğa: “Senin ne biçim bir hayal dünyan var lan? Gözümden kaçtı sanma!” diyor.
Bu şimdi övgü mü yergi mi? Her ikisinden biri olduğuna karar verip duruş değiştirse sonuçları en basitiyle aptal gibi hissetmek olabilir. Bunları düşünüyor çocuk, söylemiyor. Ne yapacağını da bilemiyor. Önüne bakıyor. Bu öne bakmak ortak canlı refleksi. Her şey önüne bakabiliyor, kuşlar arkalarına da...
Kâğıt elinde bekliyor sessiz olan, onay bekler gibi sırtlanlıdan. Hiç konuşmayan bir derin nefes alıyor. Konuşacak gibi oluyor. Herkes o an dönüp ona bakıyor. Bakışlar doğrusal şekilde çocuğun retinasının hemen önünde kesişiyor. Voltronluk bir durum, fakat bir tür birleşme olmuyor. Kesişme çekişmeye, çekişme çatışmaya, ortam ısınmaya, ısıdan ergimeye başlıyor. Retina önünden kalkan dolmuşlar az ileri alıyor araçları, yağmur olup yağıyor bu gergin bakış kesişmesi. An o kadar uzun ki, dolmuş sahiplerinden birinin oğlu askere gidip geliyor. Biraz depresif biraz anti sosyal, itirazı var duruma. Bir gün tutamıyor kendini: “Sayıyla mı verdiler lan sizi?” diye bağırıyor. “Bir şey diyecekse desin şu çocuk, sınırda askerlik yaptım böyle gergin nöbet geçirmedim.” diye ekliyor. Damarları şişiyor boynunda. Ses nasıl oluyorsa hiç konuşmayana gidiyor. Hikâyenin saadeti için, standart sapmalara zeval gelmemesi için, her zaman her kimsenin bir konu hakkında ille de beyan etmek isteyeceği bir fikir olmayabileceği gerçeği için, görülecek güzel günler için, edilen şu duaların kabulü için, açılan bu ellerin günahlarının affı için, ailesinde vefat edenler varsa cem-i cümlesine ettiğimiz bu duaların hâsıl olması için… Çocuk susmaya devam ediyor. Aldığı nefesi geri bırakıyor. Bakışlar yerlerine dönüyor. Konu kapanıyor.
Gözler sessiz olana dönüyor. Çocuk kâğıda bir bakıyor, elinde bir ters çeviriyor. Hiç anlar gibi bakmıyor. Sonra konuşuyor: “Burada daha çok bir resim var, yukarıdan aşağıya, iki dağ, tepeleri kar, aralarından yarım görünen bir güneş… Perspektif falan sıfır çünkü güneş bu kadar büyükse burasının Merkür'de olması muhtemel. İki dağın eteklerinin birleştiği yerden yamuk yumuk gelen bir nehir… Kalanı ova, tek tük ağaçlar, en bize yakın yerde bir müstakil ev. İki katlı. Etrafı çitli. Bahçesinde bir at var, üç tane de insan.”
“İnsanlar masa etrafında oturmuş rakı mı içiyorlar?” diye soruyor sırtlanlı.
“Rakı ne lan!” diye soruyorlar hep bir ağızdan.
“Ne bileyim oğlum babam içer, annem bakar sonra o mahur beste çalar ve sırtlanımla ben ağlaşırız.”diyor.
Sessizlik oluyor.
“Burada bir satır da yazı var” diyor sessiz olan. “Benden kalanları bu resme koyup postalayın, burada olmadıysa da belki başka toprakta yeşerir tohumum” yazıyor diyor. “Biraz da kırmızı pastel boyayla karalamalar var…” dese de kimsenin kılı kıpırdamıyor. Neyin tohumu olduklarını düşünüyorlar bir süre. Sonra gök gürlemesi şiddetinde bir ses geliyor. Ardından da tanıdık bir ses:
"Çocuklar, haydi çıkın o dolaptan, endişeleniyorum artık, o peluşları da ağzınıza sokmayın, pislik yuvası onlar"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder