Bu Blogda Ara

28 Aralık 2014 Pazar

Tarihbükücüler

"Hayat, siz planlar yapmak ile meşgulken olup bitenlerdir." demiş olmalı birileri mutlaka koca insanlık tarihinde. Plan yapmanın gereksizliği değil de beklenti tutsağı olmanın insana neleri göz ardı edebileceğini anlatmak için denmiş olmalı eğer dendiyse de. Hatta buna benzer çok başka şeyler de söylenmiş olmalı bu konu çevresinde ve fakat nasıl bir sistem var ve bu söylenenleri bir yerlere not ederek bunların insanlar tarafından daha iyi fiyattan satın alınacağı zamanlar için biriktiriyor. Belli bir zaman sıralaması ve biraz destansı bir dille nasıl bir külliyata dönüşebiliyor bütün bu birikintiler de insanlar buna tarih diyebiliyor. Tarih kayıt altına alınan, alınırken doğası gereği edit edilen, abartılan ve hatta zaman zaman uydurulan gerçek gibiymişlerle hayatımızda öğrenilmesi gereken dersler haline gelebiliyor?

Bütün bu girizgahın sebebi, başka planlar yapmakla çok meşgulken başıma gelenlerden biri Nghknk ve onunla aşağıdaki kayda geçen gerçeküstü sohbeti bize hediye eden karma, ne büyüksün ki bir tur atıp yine bana dönmen bazen yıllar sürebiliyor;

26.12.2014 17:31:17: Nagihan  Konukcu: boyle buyurdu fthcrpn

26.12.2014 17:31:26: Nagihan  Konukcu: zerdust halt yemis

27.12.2014 16:27:10: fthcrpn: Zerdüşt konyalı bir puşttu zaten

27.12.2014 16:27:24: fthcrpn: Etmediği kalmamıştı yukarı mahalledekilere

27.12.2014 16:28:49: Nagihan  Konukcu: o da yangiyi severdi

27.12.2014 16:28:56: Nagihan  Konukcu: cok yangili bi gununde

27.12.2014 16:29:06: Nagihan  Konukcu: gitti tanriyi oldurdu

27.12.2014 16:29:14: Nagihan  Konukcu: ormana gomdu gece vakti

27.12.2014 16:29:26: fthcrpn: Yerini de işaretlemedi

27.12.2014 16:29:38: Nagihan  Konukcu: kafasinda vardi bi hesabi

27.12.2014 16:30:02: fthcrpn: Bir gün vicdanı sızlarsa o yangıyı kaybetmemek adına

27.12.2014 16:30:01: Nagihan  Konukcu: ama kafasiyla beraber silindi gitti

27.12.2014 16:31:39: fthcrpn: Kafasını da ayrı mı gömmüş?

27.12.2014 16:31:52: fthcrpn: gerçek bir zerdüşttü

27.12.2014 16:32:20: Nagihan  Konukcu: kafasini kirkegaard gommus baska bi yere

27.12.2014 16:33:39: fthcrpn: Suç ortağı

27.12.2014 16:33:41: fthcrpn: Ha

27.12.2014 16:33:50: fthcrpn: Organize bir olaydan bahsediyoruz

27.12.2014 16:34:09: Nagihan  Konukcu: olumsuzluk ihtimalinin olumden daha korkunc bir durum oldugu tezini ortaya attigi zamanlarmis

27.12.2014 16:34:11: fthcrpn: O da babası gibi etli ekmek ustası olsaydı keşke

27.12.2014 16:34:56: Nagihan  Konukcu: kirkegaard vegan bir aileden geliyordu

27.12.2014 16:35:16: Nagihan  Konukcu: konyada cok zor gunler gecirdiler bu yuzden

27.12.2014 16:35:30: Nagihan  Konukcu: mevlana arabulucu oldu da

27.12.2014 16:35:49: Nagihan  Konukcu: oyle yatisti ortalik

27.12.2014 16:35:56: Nagihan  Konukcu: ne olursan ol gel; ki vazgecmek mumkun olmasin dedi

27.12.2014 16:36:07: Nagihan  Konukcu: bir gece

27.12.2014 16:36:23: Nagihan  Konukcu: sonra cikildi kerevete boylelikle

27.12.2014 16:53:23: fthcrpn: Yemenin bireysel varoluş için gerek şart olduğuna inanan birisi için fazla seçiciydi kirkegaard

27.12.2014 16:53:44: fthcrpn: Yani ha etli ekmek ha brokoli

27.12.2014 16:53:52: fthcrpn: Mevlana adam seçmediğinden

27.12.2014 16:54:09: fthcrpn: Dergaha girmesi de zor olmadı

27.12.2014 16:54:40: fthcrpn: Çok sonralar angaralı bazı piçler musallat olunca dergaha

27.12.2014 16:55:39: fthcrpn: Bir gece ansızın kendi varoluşunu anlamlandırmak için belki de yine konyalı başka bir puşt olan zerdüştle

27.12.2014 16:55:54: fthcrpn: Tanrının defnini gerçekleştirdiler

27.12.2014 16:57:43: fthcrpn: Not : kayda geçsin saçmalamanın tarihi yeniden yazılıyordu

27.12.2014 16:58:26: Nagihan  Konukcu: okusa bunu nietzsche yine aglardi yeminle

27.12.2014 17:00:03: Nagihan  Konukcu: tarihbükücüler diyorum kendimize

27.12.2014 17:00:12: fthcrpn: Niçe sulugöz itin tekiydi

27.12.2014 17:01:20: Nagihan  Konukcu: her nihilistin gozunde tasmaya hazir bir pinar vardir

27.12.2014 17:01:44: Nagihan  Konukcu: ben sevincten aglamayi tercih ederim


27.12.2014 17:01:58: Nagihan  Konukcu: bu yuzden nihilist degil hedonistim

16 Aralık 2014 Salı

Çatırt!

Çatırt! 

Bir kırılma sesi geldi. 
Kırılan şeylerle dolu bir şehirde, kırık bardaklarla yer değiştirmiş aşkların zamanında. Dönüp bakılmadı. Hayatta her şeyin bir anda değişmesi olanaklıydı ama gerçekçi değildi. Gerçeklik insanların çoğunlukla üzerinde uzlaştığı öğretiler toplamıydı. Öğreniliyordu. Yine de zaman zaman çok sıkıcı olabiliyordu. Bunca yolculuk bunca misafir ve tecrübe sonra insanın hiç birşey taahhüt edesi gelmiyordu. Olduğu gibi bırakılıp çıkılmış, toplanmamış yatakların sahnesinde köşe kapmaca oynayan giysilere ve boş ve pis bardaklara hiç gerek olmazdı çünkü o zaman. Binlerce hayal kırıklığı alkolle yıkanıyordu, keşke merhemi olsaydı ya da lokal olarak uygulanabilen bir tedavisi. Elinde son olduğuna söz verilmiş içkisi, kulağı müzikte, aklı bambaşka yerlerde insanlar sanırım o an boş olduğu için göz göze geliyorlardı. Göz az konuşan çok anlatan bir organdı. Az ama yalansız ne varsa anlatılıyordu yabancı gözlere. Yeni ve hüzünlü başlangıçlar yapılıyordu. Gerçekçi, akla yakın kararlar almak yorgunu akıllar suskundu. Alkoller ithal, bardaklar sıcak, nefesler kötü kokuluydu. Sonra bir şarkı başlıyordu. Savruluyordu ruhlar, görüntülenemeyen yolculuklar yapılıyordu. Şaşkın, üzgün, kızgın ve mutlu oluyordu insanlar aynı anda. Her şey acayipti, saat ise 03:00.

Çatırt!

Kırılmak için uygun bir saatti.

5 Aralık 2014 Cuma

Sarı Sebepler

Toparlanıp çıktım.

Orada daha fazla kalmam için gereken sebepler taşınalı çok olmuştu. Hızlı hızlı yemek yiyen ve hızlı hızlı konuşan insanlardan korkmak için gereksiz öğretilerim vardı.  Bir sabaha karşı tahminimce benden ümitlerini kestikleri için, kaçarak, arkalarına bakmadan ve parmaklarının ucunda çekip gitmişlerdi. Biraz da benim sayılırlardı. Keşke haber verselerdi. Sabah uyandığımda hissettiğim yokluk her zamankinden çok da fazla değildi. Uzun süredir yoktum. Hareket ettirebildiğim eşyalar dışında orada var olduğuma dair kanıtlarım yoktu. Belki bazı akşam üstleri bir kahveye eşlik edecek kadar bir süre karşılıklı oturduğumuz sebeplerim. Az konuşkan çokça küstahlardı. Ne zahmetlerle var olduklarını düşündükçe kızıyordum onlara. Bazen sadece var olmanın ne kadar yeterli olduğuna ikna edemezdim onları. Çok konuşmuştuk bunu. Konuşurduk eskiden çünkü. Bir çok kez bir sabah uyandığımda gitmiş olmalarını umarak yatmıştım yatağıma. Gitmeyeceklerinden emin olarak, gitmelerini isteyerek. Buna benzemeyen yılların sonbaharlarında, yutkunarak, yuvarlanarak ve en çok sarıya çalarak elde ettiğim sebeplerim. Aklıma ne eserse ve nereden eserse o olduğum, orada olduğum, çok düşünmediğim, çok yaşadığım zamanların üstüne artık birlikte daha tamam oluruz diye düşündüğüm sebeplerim. Doğum sancıları çektiğim, ıslak, sarı gecelerin ürünleri. Çok sevdim sizi, böyle iyiyiz diye düşündüm. Bir kez yola çıkınca durmanın, sizi durdurmanın mümkün olmadığını biliyordum. İçinizde bana dair kokuların, korkuların ve rüzgarların izleri vardı. Uzun zamandır susuyorduk. Sanki birşeylerin hazır olmasını bekliyorduk. Endişeliydik.

Keşke vedalaşabilseydik. Oturup bir gün komik anılardan bahsederek içseydik. Tüm ayrılıklar kötü olmaz çünkü. Kadehlerin yanına dolmayacak kadar büyük küllükler, sigaraların altına güneyli rüzgarlar koyarak ve henüz burada olmayan yeniler için vurarak kadehi masanın tam ortasına.

Buzdolabının buz yapmayan bölümünde sırasını bekleyen kahvaltılıklar seslendi birden. Kafamı kaldırıp saate baktım. Vakit geçkin, yaşlı ve suratsızdı. Kahvaltının sırası değildi. Sonra, toparlanıp çıktım.

31 Ekim 2014 Cuma

Üst üste ise alt altadır

Koca koca kapları, sanki hiç dolmayacaklarmış gibi, 
Endişeli gözlerle, döke saça, hangi gün için dolduruyor şu çocuk.
Hiç olmak istemediği kadar boş, açıkta
Boş oldukça özgür, özgürleştikçe tutsak…

Belki de en boktan şey “sıfırdan” başlayamamak.
Başlamamak için “sıfırdan” kurulmuşken tüm alarmlar
Tüm ekinler daha çok versin diye toprak, ertelenmişken seneye
Hangi güne hazırlanıyor şu çocuk

Karşıladığı ve karşılaştığı her şeyi evirmeye çalışırken
Kimin birikimlerini yönetiyor ki bu kadar gaddar
İçinden kendi geçen şarkılarda hüzünlenip bir ara verince
Anlatın ona,
Arkasına bakmayı anlatın


İlk kap devrileli çok oldu… 

20 Eylül 2014 Cumartesi

Uyanıyorum

Hep aynı korkuyu hissediyorum
Yaklaştığımda bir hatanın kenarına
Bir uçurumun kenarında durur gibi
Aşağı bakamadan
Aşağıyı merak ederek
Düşüşü
Düşüyor olmanın güvensizliğiyle
Midemi ağzıma getiren adrenalinin uyuşmasıyla

Hangisini daha çok istiyorum karar veremeden
Hangisi daha cesur
Hangisi daha ben
En çok korkarak
Neden korktuğumu ayırt edemeden

Yazıyorum o yüzden
Nerede bir beyaz kağıt parçası bulsam
Beyazlığından değil
Yazılmamışlığından
Küçük uçurumlar çiziyorum
Siyah bir kalemle
Siyahlığından değil belki
Gelenekten

Sonra onları parçalar halinde 
Dosyalarda biriktiriyorum
Duvarıma yapıştırıyorum niyetine
Gelenekten değil belki
Görülebilecekleri korkusundan

Hangisini daha çok istiyorum karar veremeden
Hangisi daha cesur
Hangisi daha ben
En çok endişe ederek
Neden endişe ettiğimi bilemeden

Yaşıyorum o zaman ben de
Kimin hayatını yaşadığımı bilemeden
Beyaz ve lekesiz rüyalar gördüğümde
Yükseklerden düşerek
Hiç korkmadan
Yapıştırarak her yere içimdekileri
Duygularımı
Kendimi
İçimi
İçime

En son uyanıyorum
Neden bilmiyorum
En çok alışkanlıktan herhalde...

6 Eylül 2014 Cumartesi

Sezon sonu indirimi

Basit zamanlarda aşık olmak lazım. Olağanüstü hallerin, kıtlıkların, geçmek bilmez kışların, sisin pusun içinde kaybolan şehirlerin zamanında değil. Olur da kötü bir şans denk gelir aşık olursun. Pişman olursun o saniyede. Sevmeye ve sevişmeye uygun değildir iklim. Buruktur renkleri seslerin ve durduk yere arızalanır kalpler. Aşk zaten çok güvenilir değildir ruhu gereği bari şartlar uygun olsundur. Paraziti bol çiseleyen havalarda araya araya divaneye dönmek yerine parklarda uyursun en azından. Sabahçı köpeklerle balıkçılara arkadaşlık edersin. Sen yensen de o kaybettiği için mağlup sayılırsın nasıl olsa bütün dolunaylarda da sebepsiz buğulanan camlara kalp çizmek yerine iki elini kalp şeklinde birleştirip yıldızlara bakabilirsin belki arasından. İşte böyle basittir denklemi hayatın, büyük kısmı zamanlamayla alakalıdır. Bir gezgin kuş göç eder tam altında bulunduğun ağacın üstünden, erken mi göçer bu yarım küreden yalnızlığından anlarsın. Kuş pek anlamaz bu yalnızlıktan fakat sen bir aşk bulup kendine paralel paralel gezemeyeceğinden çok net anlaşılırsın tek başına yürürken sokaklarda. Bir esinti alır uçurur aklını başından, üşürsün. Üşüme garantilidir bütün aşklar ve üstü açılır tüm sevişmelerin sabaha karşı. Camı açık kalmış her ölümlü gibi, sabaha pişmanlığı kalır.

5 Eylül 2014 Cuma

Kaba Saba Anılar

Küçük küçük meze tabaklarına, oya işler gibi dizilmiş mezeler. Rakı içmesek, kendi kalkıp gelecek masaya. İlk “için beni, size helal olsun” diyen Rakı olarak tarihe geçecek. Aydın Boysan o andan sonraki ilk röportajında bizi anlatacak, ve bütün tarih kitapları bu küçük mucizeyi yazacak senelerce. Üzmüyoruz Rakıyı, efendi gibi duruyor masanın köşesinde. Favayla göz göze geliyoruz, çok da sevmem aslında ama hiç fava yapabilen kız arkadaşım olmamıştı. Kuru cacıkla yan yanalar, ufak bir elektriklenme bile var aralarında. Servisteki altlıklar tabaklarla kontrast renkte, meze tabakçıkları beyaz ve diğer ikisinin renginde işlemeli. Ekmek kokusu da gelmeye başladı, yemeden hemen önce kızartmak gerekir çünkü ekmekleri yoksa haksızlık olur hem ekmeğe hem yiyene. Birazdan hazır olurlar. Onlar da gelince bir fotoğrafını çekmemiz lazım hemen. Görsün bakalım kocaman banknotlarla masa donatıp foto paylaşanlar nasıl olurmuş Rakı masası. Sosyal medyadaki küçük izleyici kitlemiz kıskanacaklar, kıskansınlar da zaten, böyle, kimi konularda insanların önünden iyi örnek olarak giden şeylere ihtiyaç olur her zaman. Kıskanır da insanlar, oradan anlarsın.En çok kalpleri sulanarak bakacaklar bu mucizevi sofraya. Düzenine, özenine ve hazırlayan iki kişinin gözlerinden parlayan ışığa. Aşk içinde, meşk için, acelesi olmadan, kaba saba anılar uzak bir akrabaya gönderilmiş gibi….

Rakı şişesi devrilmiş masaya yine, kaba saba anılar yatılı dönmüşler yengemlerden, en göz alıcı meze beyaz leblebi.
Kaç sofradır bekliyorum seni.

Fotoğrafımı görsen, tanımazsın !

Bazen en zor şeydir ikinci el araba olmak

Sonra o tanıdık, yumuşak, saçımı okşayan sesiyle başlardı hikayesine ;
“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken…..”
Yerim yönüm kaybolmuş sürüklenirken tatlı bir boşluk içinde, başlangıç cümlesinden sonra saman içinde kaybolmuş bir kalbur hayal ederdim.
Kalbur nedir görmüşlüğümden değil, neden bilmiyorum. Sanki pek pis ve düzensiz gibi gelirdi herhalde kulağıma.
Evvel zamanlar, karışık zamanlar, düzensiz, işkilli zamanlar diye düşünürdüm.
Az sonra dinlemeyi bitiremeden hayaller alemine gideceğim uydurma hikayeyi çok daha gizemli kılardı işte o kısa tanımlama.
Nereye iz düşsem diye haykırır mıydı nenemin içindeki evvel zaman hatıraları, kimlerden esinlenirdi de bilinçaltının çetrefilinden kopup gelirdi o kahramanlar, uyumadan dinleyebilene sormak lazım.

Bir nenem olsaydı mesela bana hikayeler anlatan uyumadan önce.
Anlatacak mı diye endişelenmeme bile fırsat vermeden. Ben de oturup “kalbur saman içinde” ye takılarak hayal üstüne hayal kursaydım.
İlk nerede kafama takıldı bilmiyorum ama hikaye anlatan bir nenem yoktu, sanırım babam da, ya da annem.

Yine de nedense hep aklımı kurcalamıştır, eski pis, tekinsiz, saman içinde kaybolan kalbur zamanlar. 

Sağa Dönüşte Dost'a Yol Ver

Kocaman yol, multi şeritli, tek yön.
Evrenin Arap Emirliği savurganlığındaki eğlencesi.
Çok mesafe alan, az alan, alamayan, şeridine göre yavaş ilerleyen, kamyon arkasına takılan ya da bozuk yolda ilerleyen.
Hem sessiz asfalt gibi hem köy yolu.

Ne mesafeler alınıyor da ilerlenemiyor bir dosta olan uzaklığa. Dost, dostluğundan muzdarip, yollar felç.
Sonra kuş uçmaz takvim geçmez yollarda, günlerden hep Salı. Salı pazarı dışında takvim laneti evrenin.
Biraz da yağmur yağmaya görsün, liseden arkadaşa bile gidilemez kendisi bile olsa taksi şoförü.
Dosttan zaten uzaklaşılmıştır, o yüzden en iyisi Sağa Dönüşte Dost’a Yol Ver.

En azından trafik kurallarına uymuş olursun.

7 Ağustos 2014 Perşembe

Sesten hızlı

İşte böyle kırılıyor bir kalp
Sessizliklerin içinde
Kelime geçmez bu kerbelada
Gülüşler içinde
Yalnız bir tebessüm kalıyor
Tam ortasında masanın
Bir bardak devriliyor
Geçmiş taşıyor içinden

Her şeyi duymak ne kötü
Üstüne ölü toprağı atılmış umutlar
Boğuk sesler çıkararak
Debelenirken
Ve daha yaşanabilir yerlere göç ederken
Daha dünün tanıdık dostları
Nefes tutarak ölünmüyor
Bizi kimden korumaya çalışıyorsa

Böylesine uzun
Ağır aksak
Ve gürültülü oluyor işte
Sesi görüntüsünden sonra geliyor
Önce bir ses duyuyorsun
Sonra bi'çare


2 Ağustos 2014 Cumartesi

Yan Rollerde Bir Süper Kahraman

Bir kitapçıda gördüm onu. Hani şu "kitap çok para kazandırmıyor, yarısını oyuncakçı yapalım, ne varsa çocukta var" kitapçıların birinde. Günlerden cumartesiydi, zamanlardan akşamüstü. Ben çok tavsiye seven birisi olduğumdan, bir arkadaşımdan yeni aşırdığım bilgi doğrultusunda aranırken rafların arasından, karşımda buluverdim onu birden. Çok olağanüstü bir an değildi, bir şairin hiç bir bilimsel araştırmaya gereksinim duymadan yazdığı bir şiiri referans alarak ikinci yarısındaydım hayatın. Şaşılacak şey sayısı azalmıştı. O yüzden şaşırtıcı bile değildi. Çünkü dünya küçüktü, ve de eliptik. İnanabilmek için gördüğümün doğruluğuna bir kaç kez oğuşturmadım gözlerimi, gözlerim oldukça iyi görürdü çünkü ve ben onlara inanırdım. Özlemdi işte o, düpedüz ve otuz yıl farkla. Yanında küçük bir çocuk, erkek, elinden çekiştirerek oyuncak bölümüne sürüklüyordu. Ona laf anlatmaya çalışırken iki büklüm, giydiği tek parça elbisenin etekliği aynı çocukluğundaki gibi hiç rahat durmuyordu. Babasının elini tutarak arabaya yürüdüğü günleri hatırladım. Sadi amcayı. Orta boylu, sinirli bakışlı ve hep eve geç gelen alt komşumuz Sadi amcayı. Eve geç gelmesi hep işimize gelmiş olsa da, sinirli bakışlarıyla birleşince sanki tekinsiz bir tipmiş gibi gelir ve Özlem e bir kötülük edecekmiş gibi bir hisse kapılırdım. Sadi amca çok az konuşur, çok terler ve hep apartmanın kapısının önüne park ederdi. Evde geçirdiği haftasonlarında Özlemi göremez ve seyircisiz oynanan futbol maçları gibi mahallenin çocuklarıyla top oynardım. Günün bir anında mutlaka apartmanın kapısından Özlemle el ele çıkar, arabaya doğru yürürken topumuz o tarafa kaçarsa ayağının içiyle yumuşakça bize doğru yuvarlardı topu. Tam o anda bir tebessüm olurdu yüzünde, Özlemin elini de bırakmazdı. O zamanlar iyi birisi olduğunu düşünürdüm onun. İlgili, sevgi dolu bir baba olduğunu. Tabii biz de o anları kaçırmaz bol bol bakışırdık o 2 dakika boyunca Özlemle. Sonra bir gün, bir haftasonu, babasının eve gelmediği bir günün sabahında, kaldırımın Sadi amca boşluğunda otururken " Kahramanım, kurtar beni bu hayattan" demişti. 8 yaşındaydım. Hiç kahramanlığım yoktu, yine de şişine şişine "Kurtarırım tabii" demiştim. O zamanlar kahramanlar özel yetenekleri olan insanüstü şeylerdi. Aynı iki kişi tarafından seslendirilmiş ve kötü türkçeye çevrilmiş çizgi filmlerden anladığımız buydu. Arkadaşlarımızla hep o karakterlere özenerek oyunlar oynasak da, onlardan biri olamayacağımızı bilecek kadar yetişkindik. Ama Özlemin kalbi bu yüzden kırılamazdı, o yüzden vermiştim o cevabı, sıradan birisi olarak bir başkasının kahramanı olabileceğimi bilemeden. O yanındaki çocuğa anlattığı şeyi bitirip doğrulmadan pozisyonumu almıştım. Tam geçecekleri yolu üzerinde, iki elimi yumruk yapıp birisini göğsüme dayamış diğerini ise koldan yukarıya kaldırmıştım. Doğrulur doğrulmaz göz göze geldik. Bu tuhaflığa bir kaç saniye bakıp, kocaman gülümsedi. O kadar kocaman gülümsedi ki, saçları, elbisesi, yanındaki çocuk ve içinde bulunduğumuz galaksideki diğer her şey geldi oturdu ağzının bir kenarına. Tanımıştı beni, tanımalıydı, ama emin olmak istiyordu. "serdar ?" Pozisyonumu bozmadan ama gülümsememe engel olamayarak onayladım. " inanamıyorum, nasılsın?" Otuz yıldır hayatıma devam ediyordum ve bu sahneyi yaşamak için de kitapçı kitapçı gezmiyordum. Yaşıyordum işte, merak edenler kolayca öğrenebiliyordu nasıl olduğumu. Bu ilk yaklaşımını samimi bulmamıştım ama koşupta boynuma atlayacak değildi. Hem bazen hayatta bir yerlerde unutulup kalmış kişiler ya da anılar olur, onları ancak tekrar görüğünüzde ne kadar özlediğinizi ve önemsediğinizi hatırlarsınız. Belki de öyle olmuştu ve bir konuşma başlatmak istiyordu. " iyiyim özlem, yaşıyorum işte, sen nasılsın? " diye cevaplamıştım pozisyonumu düzeltirken. " iyiyim teşekkür ederim. Hala inanamıyorum, hiç değişmemişsin !" En son otuz yıl önce görüşmüştük, değişmemiş olmam mümkün değildi. Mevsimler, üzerinde yaşadığımız kara parçası ve okullarda okuduğumuz onca ders değişmişti. Olsa olsa iltifat ediyordu. Bu da çok samimi değildi. " teşekkür ederim" dedim. Sesindeki sahteliği algıladığımı hatırlatan bir ses tonuyla. " biliyor musun ? " dedim. Parmağından çekiştiren çocuğa eğilerek bir dakika yaptı işaret diliyle. " seni çok sevmiştim ben" diyemedim. Okulda kurulan kermeslerde evden para çalarak senin sevdiğin geçici dövmeleri toplamıştım. Sonra onları sana yazdığım mektupların arasına koyup sana veremediğim için sinirden yok yere yukarı mahalledeki Mehmet le kavga edip bir güzel dayak yemiştim. Babanın gereğinden fazla geciktiği gecelerde binbir yalan uydurup senin odanın karşısına denk gelen yan binanın otoparkının dandik çatısında oturup seni izlemiştim. Yanına gelip konuşmayı bırak hiç bir arkadaşıma bile bahsetmemiştim. Çünkü o zaman sevmek matah bir şey değildi. Çokça dalga geçilirdi. Seninle de dalga geçilsin istememiştim. Ama sen bana kahramanım demiştin, cesurdun, ben bir daha kimsenin kahramanı olmadım, diyemedim. Uzun süre duralamıştım. Çocuk artık Özlemin eteklerinden çekiştirmeye başlamıştı. "Biliyor musun dedim, hayat bize ayrı hikayelerde yan roller verdi." "Hep değişik bir tip olmuştun Serdar" dedi küçük bir tebessümle. "Seni gördüğüme sevindim, şimdi bu sıpayı zaptedemeyeceğim, gitmem lazım, dikkat et kendine!"diye ekledi. "Sen de!" diye ünledim ardından uzaklaşırken."Bana bir şey olmaz, kahramanım ben nasılsa!"

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Yerdeki küçük halı

Hani sonra sen gittin. Akıtılıp makineye konması gereken tabakları, bir kaç kirli iç çamaşırı, yarından tezi yok planlanması gereken yakın zamanlı seyahatleri ve akşamüstü yağacak olan yağmurun tam da gözümüzün önünde oluşturacağı gök kuşağını bırakıp. Bir an da. Dönmeyeceğinden değil, bir yerlere dönerdin nasılsa. Günün geceye dönmesi gibi, sonsuzmuş gibi, ama vedalaşmadan. Başını sağa çevirip omzunun üstünden baktığında odaya son defa, odada göz göze geldiğin her şey gibi ben de tebesümle baktım sana. Zaman dolmuştu, zamanın dolmuşluğunu konuşmuyorduk biz de. Ne önemliyse konuşmadığımız gibi. Konuşunca değişmeyeceğini biliyorduk. Değişmesini istiyorduk ama başkalaşmak istemiyorduk, başkasılaşmak. Yerdeki küçük halıyı seviyordun sen, aranızda hiç problem olmamıştı, ben de orta sehpayla benzer hissediyordum. Üflediğin dumanın, o sigaranın sana ait, içinden, sana dönüşen son nefes olduğunu biliyordu halı, sonradan söylemişti bunu bana. Objelerle insanların dertleri olmuyordu. Egoları çok düşük olduğundan ve kabul etmesini bildiklerinden oldukları gibi kabul ediyorlardı insanları. Bizi sevmediklerinden ya da buna benzer şeyleri düşünemediklerinden değil. Çünkü bir berjer koltuk ait olduğu evdeki kişileri sever, tatillerde özler ya da sıcak yaz aylarında salonun güneş görmeyen bir köşesine çekilmeyi bekler. Sadece dert etmez, bunun sorumluluğunu size yüklemez, hayatına devam eder. Çok kararlıdır objeler, fikirler değil. Davranışlara dönme eğilimindedirler onlar ve ne olursa olsun dikkate alındıklarını hissetmek isterler. İşte o üflediğin son dumanla birlikte ortadan kaybolman, hiç orada olmamış olmanla aynı karşılanmıştı yerdeki küçük halı tarafından. Üzülmediğinden değil, öyle olması gerektiğinden. Uzun süre somut bir kanıtını arayıp, bir süre lup yardımıyla ipliklerini ve kimi ilmeklerini incelediğim için orta sehpanın altından kaldırmıştım onu. Belki bu onu daha da üzmüştü. Nereye koyduysa oradaydı o duygu, görünmezdi. Gerçekti, vardı, sanki hep orada olmuştu. Senin yokluğunun benim içime bir yere kaçmış olması gibi. Hani elinin erişemediği yere kaçan bir objeyi çıkartmak için uğraştığında artık hiç çıkmayacak kadar kaybolup gitmesi gibi. Ulaşılamaz bir yerlere gitmiştin, içimdeydin, iç benimdi, yerini ben bilmeseydim de olurdu. Bilseydim ne değişecekti, neye çevirmeye çalışacaktım  onu. Benimle uğraşmamak için kaçmış olabilir içime diye düşünmüştüm. Senden biraz sonra ikinci biramı açmıştım. Bütün şişeler aynıydı ama değildi. En çok ikinci biramı sevmiştim. Güzel şeyler de oluyordu hayatta. Senin gelmen gibi, gitmen gibi...

8 Haziran 2014 Pazar

Sesler

Yürürken. İçinden mırıldandığın o yabancı şarkının çok buralı melodisi doldururken tüm boşlukları, dolu olanları taşırırken ve hararetli bir tartışmayı tam ortasından bölüp otururken gözlerine sevgililerin. Her şey yarıda kesilmek zorundaymış gibi beklemeye geçerken, duran bulutlar, gölgesiz ağaçlar ve nefes alıp almaması gerektiğini bilmeyen köpekler. Rahatlıyorum biraz da olsa. Biraz olsun kaybolup o melodide, en çığlık çığlığa mısrada kafamı çevirip etrafı seyrediyorum, yok oluşunun saygı duruşunu. Görsen gözlerin dolardı. Yok olduğun günden beri, nerede zor bir tokatla nefes almaya başladıysan oraya doğru döndü mutfaktaki çiçekler. Ben daha yok olduğunu anlamadan, aynı şarkıyı, aynı yerinde senin yüksek tondan girip tamamlamanı bekleyerek soylerken ve bayatlamış ekmekleri aceleci bir kahvaltıya devşirmeye çalışırken, bıçağının işaret parmağımı en sevdiğin yerden kesmesinden şüphelenmiştim ama sonra bunu parmağımı daha saatler önce aynı noktadan defalarca öpmene yorup, gazete almaya çıkmıştım. Kafa selamı verilmesi gerekenlerle  ayrıca ilgilenilmesi gereken tüm esnafla oldukça vakit kaybedip yine seçemeyip tüm gazetelerden almıştım. Olması gerektiği gibi bir haftasonu sabahıydı, bir haftasonunun en olmak istediği hali gibiydi her şey. Sen yoktun. Ben varım sanıyordum. Esnafa sormak lazım. Kesik olduğu için parmağım diğer elimle çıkardığımı hatırlıyor mu acaba parayı cebimden bakkal Hüseyin. Kafa selamı konusunda nice kovalaşmalar sonra mutabık kaldığımız belediyenin zehirlemeyi başaramadığı, ya da başardığı ve hak etmeden öldüğü için daha da agresif olan köpekler hatırlıyor mu ritüel gibi selamlaşmamızı o gün. Gazete almaya çıkıp çıkmadığımı hatırlamadığım o tatil günü eve döndüğümde kapıyı her seferinde olduğu gibi anahtarı kilide oturttuktan sonra 40 derece çevirip ve gazete tutmayan elimle var gücümle kendime çekerek açmıştım. Kapı sesine uyanmışlığın yoktu, benim ne alarmlar kursa da hayat uyanamayışlarım gibi. Konuşmuştuk bunu hatta, "çünkü tek başlarına sallanmaz salıncaklar demiştin" parklarda, sonra salıncağıma oturmuştun, önce çocuğum sonra oyun arkadaşım ve sert estiği için geçen sene kış rüzgarları köşesi açılan kalbimin takviye silikonu olmuştun. Bense sadece uyanmamanı istiyordum uyanman için gerekli şartları oluşturmadan. Çünkü hemen duşa girerdin uyanınca ve dişlerini duşta fırçalardın. O zaman aralığı sofrayı kurmam için o kadar idealdi ki, sanki bunun için kurulmuş ve başka gezegenlerden gelen ya da ilahi bir alarm sistemi olduğunu düşünürdüm. O gün öyle olmamıştı. Kapıdan girdiğimde duştan su sesi geliyordu. Seni hangi sesin uyandırdığını bulmak için yeterli zaman yoktu ama onu bulup cezalandıracağımı bilse iyi olurdu. Kötü sesler olduklarını düşünüyorum onların, yok edilmesi gereken sesler, hani şu seninle karşılaşmadan hemen önce çok uzun süreler duyduğum, psikoloğumun uzun süre çabalayarak ulaşmaya çalıştığı beni uyandıran sesler. Boğuklardı ve bir şey söylemeye çalışmayan, laf olsun diye ağız kalabalığı konuşmaların suyun altından duyulması gibi, karışık. Çok dinlemeye çalışmıştım, anlamlandırmaya. Nedense yanlızlığımla tuhaf bir bağ kurmuştu terapistim. En iyisi bu kadar yalnız kalmamam gerektiği tuhaf sonucuna varan sesler. O son gidişimdi zaten terapiye, kısa süre sonra da seninle karşılaşmıştım işte. Önce kötü rüyalar çekip gitmişti sonra sesler, yavaş yavaş. Ne zamandır yoktular. Nerden çıkmışlardı yine durup dururken ve niye seni uyandırmıştılar. Gazeteler koltuğumun altında, panik halinde ordan oraya koşuşturuyordum mutfakta. Nasıl yetişecekti şimdi o büyülü zamanlama, ve her tatil gününün olmak istediği başlangıç. Sakin olmalıydım, önce banyonun kapısına yaklaşıp dinledim bir süre, su sesi gelmiyordu. Çıkmak üzere olmalıydın banyodan, o panikle salona koştum, en azından masa kurulmuş olmalıydı. Belki bu sefer salatayı yapmama yardım ederdin, parkta karşılaştığımız o gün salladığım boş salıncağın arkasındaki banka oturup bir süre beni izleyip sonra da bitişikteki boş salıncağı sallamaya başladığın gün gibi. Sonra neşeyle her şeyi birlikte taşırdık sofraya, yine her tatil gününün olmak isteyeceği bir gün olurdu bu da. Gazeteleri alıp köşeye geçtiğinde sen, kahveleri koyarım ben de. Sen en sevdiğin köşe yazısını okurken koltuğun arkasından sinsice yaklaşır ve öperdim ensenden. Sonra da uzun uzun kahve sohbeti ederdik. Tabakları masaya yerleştirirken gözüme çarptı sehpanın üzerindeki fincanlar. Nasıl unutmuştum onları orada ? Çabucak onları kaldırmak için gittiğimde ise gördüm. Sehpanın senin tarafında dört kahve fincanı vardı. Hepsi de dolu. Bu kadarı fazlaydı, bu kadar terslik hiç hayra alamet değildi. Hem de bir tatil gününde ve her tatil günü bunun gibi olmak isterken. Sesler susmuş, kabuslar çekilmiş, terapist ve diğer tüm arkadaşlarımı hayrete düşürecek kadar düzelmişken her şey. Sonra soluma dönüp yatağın başında duran telefonuma baktım. Saat 13:00 tarih 27 haziran. Neden yatağımdaydım? Koşarak, korkarak, düşerek, çok yükseklerden düşerek banyoya koştum. Kapı kapalıydı. İçeriden ses gelmiyordu. Elim titreyerek açtım kapıyı. Yoktun. Gitmiştin. Hiç gelmiş miydin? Sesler geliyordu bir yerlerden. Boğuk anlaşılamayan, laf olsun diye edilmiş sözcüklerin suyun altından duyulması gibi.

6 Haziran 2014 Cuma

Görünmez Kadın

Neyse ki geçti.
Yaşam üzerine söylediğim büyük sözler, gün gelince ne kadar sıvı ile katık etmem gerektiğini hesap etmeden yutmayı planladıklarım gelmişlerdi. Ayaküstü uğramak da değildi herhalde, pılı pırtıyı toplayıp gelmişlerdi, sormak ayıp olurdu. Yataklarını hazırladım elimden geldiğince, yeterince yer, temiz nevresim, heves, nefes ve bakışlarında kimi zamanlar önce alınmış doğru kararların gururu olmadığından balık istifi yatırmak zorunda kaldım. Hayatımın değişik dönemleri sanki o dönemlere ait en canlı hatıraları son durakta kötü bir otobüs şakası ile ekmeyi başarmış, pişmanlıklarımı iz sürerek karşı apartmanın önüne gelmişlerdi. Demliğin buhar çıkması öngörülen deliğinden başarılı şekilde buğulanan cama büyükçe bir kare çizmiş sonra da onu bir hücreye benzesin diye parmaklıklara benzeyen düz çizgiler çekerken görmüştüm onları karşı apartmanın önünde. Son pişmanlığım bu evde olmasına rağmen sanırım yağmurlu ve rüzgarlı bir günde yine anlamsız bir nedenden düşmüştü balkondan. Beni bulmaları çok sürmedi. Ne zaman gerekse o zaman ortada olmayan binbir dedikodu kazanı kapıcı anında gammazladı yerimi. Durup seyrederken onları -sanırım üniversiteydi, bedenimin çok dinç olduğunu hatırlıyorum- birisi ile göz göze geldik. Kaçamazdım artık, görünmez de olamazdım. Görünmez olabiliyordum, çok olmuşluğum vardı. Bunun çok iyi bir şey olmadığını öğütlemişti tüm hayatıma girenler. Bilerek yapmıyordum ama insanlarla sürekli yan yana olduğumuz, olmak zorunda olduğumuzu düşündüğümüz, ya da arttırırsak olmak istediğimiz zamanlarda bile görünmez olabiliyordum. İçimde var olduğuna inandığım, başkalarını inandırmakta zorlandığım şey, sanırım kadın, kıskançtı biraz ve çok konuşkan değildi. Ellerini hiç manikür yaptırmamış, saçları kıvır kıvır, zor bakışlı, deli dolu bir tipti. Onunla olan ilişkim garip bir dilden, ama konuşmadan, az derinlikli ama  ihtiraslı ve çokça bağlılıktan oluşuyordu. Çok az insana anlatmayı denedim, çünkü insanlar normalde mantıklıdırlar ve böyle şeyleri duyduklarında sizin ciddi olmadığınızı düşünürler. Bu ilk tepkileridir çünkü sizinle olan ilişkilerine devam etmek istiyorlardır. Ciddi olduğunu hissettiklerinde iki tepki geliştirirler ; 1. Sizi düşündükleri için sizi yardım almaya zorlarlar. 2. Kendilerini daha çok düşündükleri için bırakıp giderler. O yüzden gittiklerinde üzülmüyordum. Bu normaldi, belki anormal olan bendim. İçimde birisi ile yaşamak en hafifinden absürtdü. Ama onunla olan ilişkim çok dalgalı seyirler, dalgalı denizler, yanlış kararlar ve o kararların daha beter sonuçlarına rağmen, aynı sessizliğinde devam ediyordu. Hayatımdaki en istikrarlı şey o gibiydi. Aslında sessizlik çok istikrarlı bir şeydi ben olmak değil. Ben olmak sıklıkla kafa karıştırıcı oluyordu. Sonra ne olmuştu? Sanırım yine beni bırakıp gideceğine inandığım bir kadın, güçlü, kararlı, o güne kadar masada olmayan üçüncü tepkiyi verdi. Neyi daha çok düşündüğünü kestirememiştim ama sessiz, durağan ve tekrarlayan kabuslar kadar normal olan ilişkim ilk defa olağan karşılanmıştı. Çokça karar, araç, onlara eşlikçi gereç ve gerekçe sonra içimdeki kadınla yine sessizce anlaşma imzalamış gibi ayrıldık. Uzun süre onu özlemedim, yokluğunun farkına bile varmadım diyebilirim. Başka başka kapılar açılmıştı hayatta, onların neler önerebileceğini merak ediyormuşum gibi hissetmiştim kendimi. Tabii görünmez olmadan. Gerçekçileşmiştim, uzansan tutulabilecek bir şeye dönüşmüştüm. Kafamı çevirip bakmamıştım bile bambaşka tellerden bambaşka ve duyulmamış seslerle beni çağıran sorulara. Ne de cilveliydiler. Hakları yenmiş gibi hissetmesinler diye onları toplayıp evin içindeki bir vazonun içine ya da ne bileyim bulunmaları zor olan bir ceket cebine bile saklama gereği duymamıştım. Günler yeniye göre güzel, yeni olan her şey gibi hızlı ilerliyordu. Günler ilerlemiyordu aslında, zaman öyle bir şey değildi, tecrübeler ilerliyordu. Sonra kadın gitti. Tam da gerçekçileşmiştim, kendimi gerçekleştiriyorum sanmıştım. Görünmez kadın da çoktan gitmişti. Görünen kadın hiç gitmeyecekmiş gibi davranmıştı, insancıl sözler vermişti. Yeniye ve tecrübelere bu kadar bağımlı hale gelmiş olmasam üzülecektim. Şimdi insancıl ekinlerin her talihsiz hasat gibi heba olabileceğini düşünüyordum. Gerçek ya da hayal. Çay demlemek kadar gerçekti her şey ama hakikat değil belki de. Duyduğum ya da duyabildiğim her frekanstan sese kulak kesilip doğruluyordum, kaç tecrübe önce taşındıklarını hatırlamadığım sorularımdır bu sefer ki diye. Sıklıkla uçabilen haşere sesi oluyordu. Bahar yaza yanaşmakta, yavşamakta ve hatta göz göre göre sulanmakta olmalıydı yoksa bu gereksiz uçabilen haşereler başka bir şeyin günah meyveleri olamazdı. İşte bütün bunlar gerçekten yaşanmış mıydı yoksa tamamen fazladan demlenmekte olan çayın buhar çıkması öngörülen deliğinden cama yansıttığı bir gölge gösterisi miydi diye düşünürken ve sahneyi kutu içine alıp eşit parçalara bölerken gelmişlerdi. Çaya biraz su ekleyip altını açtım. Sonra kapıyı. Yer dardı, zaman değil, çünkü zaman öyle bir şey değildir. Birlikte ama ayrı ayrı, üst üste ama alt alta yaşayacaktık artık. Kapının ağzında içeri ayakkabılarını çıkarmadan girişlerini izlerken, göz göze gelmekten korkarak, tam görünmez olmanın vakti diye geçirmiştim aklımdan. Tam bunu düşünürken kapıda belirdi görünmez kadın. Hepsinin arkasından geliyordu, yine sessiz. Yüzünü tam göremediğim için kestiremiyordum ruh halini. Neyse nasıl olsa susardı bütün bunları fırsatımız olduğunda diye düşünmüştüm.
Neyse ki geçti.
Duymuştum bunu daha önce. Tanıdığım bir cümleydi, ama ses değil. Geçip salonun baş köşesine oturdu görünmez kadın. Duvarlarda gezdirdi gözlerini bir süre, içimin duvarları, tanınmaz halde olan ama harabe değil, farklı sadece. Çaydanlık tısladı sonra, gölge gösterisi başlamak üzereydi. Parmak hesabına göre çok parmak gerekiyordu. Benimkiler olmasa da görünmez kadının parmakları hala güzellerdi. Onun parmaklarıyla saydım ben de. Çay koymaya mutfağa giderken dönüp konuştum onunla ilk kez ;
-         - Elin boş gelmemişsin.

-         - Neyse ki geçti.

23 Nisan 2014 Çarşamba

Hayale sıkışmak

Çok sıkıştım
Acelem de var
Paraya sıkışmak gibi değil
Borç istenecek bir durum yok

Yıllar önce
Günlerden herhangi birinde
İstediğim an bir süper kahraman olduğum 
Kimse inanmasa da
İki zıt duygu durum arasında
Saniyeler içinde var olabilmek gibi
Mümkünlükler dünyasında dolanabilmek
Özgürce

Sonra sonra
Her günün ismi olduğu
Yetmedi her şeyin bir anlamı
Süper kahramanı seçme zamanında
Bol varsayımlı
Kabüller dünyasında
Köşe kapmaca

Her geçen an abartarak
Neticede 
Geleceğini hiç bilmediğin anlar için
Hazırlıklar
Olacaklar, edecekler, gelecekler, gidecekler
Çocukken oynadığımız tahmin oyunları gibi değil
Eğlenceli tarafı küçük görülen

Hayale sıkıştım
Kredisi olsa da çeksem
Ayaklarımı sürüyerek
Dilimde salak bir melodi
Ellerim ceplerimde
Düşersem
Düşünürüz...




30 Mart 2014 Pazar

Bumerang

Bu hep böyle oluyor

Her şey tam da yolunda giderken
Geliyor, çöküyor içime
Ağzımdan giriyor olmalı
Boğamıza oturuyor zira

Oyunbozan
Yeni oyunlar yazan
Kötü, sevimsiz
Hiç adil olmayan oyunlar

Korkak olduğunu düşünüyorum
Gün gözüyle karşıma çıkamayan
Ama sinsi
İçin kararmaya görsün

Arpa boyu yol gittiğinde
Ensende
Hayatta hiçbir şeyin kalansız bölünmediğinin
Suratsız hatırlatıcısı

Belki de bütün kalanların
Bölünmüşlüklerin
Yutulamayanların
Toplamı

Çok uzak değil
İçimdeki
Sadece bayramlarda görülen
Pek sevilmeyen uzak akraba

Gel anlaşalım seninle
Sen bana habersiz gelme
Hiç gelme ya da
Bayramsız da yaşanır

Kayıp yine
Bir an da
Alçak
Gelir yine nasılsa


25 Ocak 2014 Cumartesi

Bekar babanın günlüğü / Sabah

Sabahları aynı sabah, gece durumuna göre defalarca uyanmış olmamak dışında. Uyku saçma bir düzende işliyor, ne kadar uyursan o kadar ihtiyacın var sanki. Başlarda deliksiz uyku çekmenin imkanı yok, sanki uykunun derin yerinde seni uyandıran bir şeyin olmaması tedirgin edici. Gittikçe suçluluk duygusuna dönüşüyor bir süre sonra. Senden kilometrelerce uzakta gecenin olur olmaz yerinde uyanan, korkan, sakinleştirilmeyi bekleyen bir çocuğun olduğunu bilmek, onun için orada olmamak, belki seni beklediğini bilmek... Kendine has ürettiği o, sanki dünyanın en büyülü parfümü, kısa düzensiz nefes alışları ve senin elin sırtında, burnun koynunda "tamam bitanem, baba burada, geçti hepsi" dediğinde sakinleşmesi. Onlarca ritüelden sadece biri. Belki en iyi geleni, belki en naif, en göşterişsiz olanı. Artık olmayacak, kimi izin verilmiş geceler dışında. Henüz aydınlanmaya çalışan havanın odayı ağartmaya başladığı anlarda, gözler tavana kilitlenmiş bunları düşünürken, ne büyük bir suçluluk duygusunun içinde olduğunu farkedip, kendini sakinleştirmeye çalışmak. Oda henüz yabancı olsa da, bu, hani şu sabaha kadar deliksiz uyuyup seni meraklandırdığı gecelerden birisidir  diye düşünüyorsun. Birazdan, biraz mızırtı, anlamsız bir mırıltıyla kapıdan girer ve yatağın en sevdiği yerine seni ite kaka yerleşir. Sağ elinin avuç içi suratının tam ortasında, orada olduğundan emin olarak bir sabah uykusu çekersiniz. Sonra telefonun alarmı çalar da, sen, işe geç kalma pahasına zil sesini susturur ve yüzündeki eli yatakta düştüğü yerden alıp, uyandırmadan sevip, koklarsın. Böyle işlemez bekar babanın sabahı, bunları düşünürken geçen yarı uyur zaman, seni kesin uyandırsın diye kurulan zil sesine dönüşür. Bazen uyku-uyanıklık arası aynı sessizlikle ve dikkatle doğrulursun yataktan. Sanki senin kalktığını ve avuç içinin boş olduğunu akılalmaz şekilde hisseden o çocuk uyanıp, üstünden sarkan pijaması ve açamadığı gözleriyle sana bakıyor olmaz banyonun kapısından. Açıkçası, dikkate değer hiç bir şey olmaz bekar babanın sabahında. Evi, ev diyebiliyorsa o da, hızla terketmek için güzel bir motivasyon vardır. Haftasonları daha kötü, zor bela ve mızmızlanarak hazırlanan kahvaltılar, sabah kuşağı çizgi filmleri ve mahalle pazarı gezmeleri yoktur artık. En azından her haftasonu değil. Bir erkeğin hayatta herhangi bir şeyi öğrenmesinin tek yolu tekrardır. İsteyerek ya da mecburen, pratik ettikçe alışır erkek, sever. Sanırım bu öğrendiklerinden en kuvvetlisi çocuk bağımlılığıdır. Kurtulmak, normalleşmek, diyelim ki diğerine alışmak çokça pratik, gözyaşı ve sabır gerektirir. Yaşayanlar bilir, bekar bir baba olarak uyanmak dünyanın en bok hislerinden biridir.

24 Ocak 2014 Cuma

Senaryo

Kendimi bulmakta
Tanımlamakta zorlanıyorum
Kimim ya da
Nerede başlayıp
Nerede bitiyorum

Uzun uzun anlatıyorum
Dinleyenler var
Rollerim benim
Küçük olsa da
Hangisini en çok seviyorum

Bir seferinde sormuştum
Rol icabı yine
Pek de sitayişle bahsetmişlerdi
Hanımefendiler
Hemen ertesinde kaybolmuşlardı ortadan


Gariplikler var böyle
Roller arasında geçişlerde
Tezgah büyük
Oyun içinde oyun
Hepsi amerikanın senaryosu

19 Ocak 2014 Pazar

Seçme sapan

Her hikayenin mutlaka çok çekici, bağlayıcı bir yanı, yönü hatta anı yoktur. Çok özel olduğumuzu hissetmek için uydurulmuş genel bir yalandır. Yoksa nasıl ilerleyebiliriz hiç çekici ve özel olmayan anlar toplamı olarak hayatta. Sadece sırdaşına anlatabileceğin zırvalar. Aman kimse duymasınlar. Duysalar neler olur neler, sanki herkes bunun içim ölüyormuş gibi. Bazen güçsüzlükten, bazen değersiz hissetmekten, çoğu zaman her ikisi birden. Uğraş dur kendi kendine. Hiç bir bok yemeden, üstüne koşa koşa gelen, kendi seçmediği olaylara, kişilere karışmak nasıl anlamlandırılır yoksa. Yeterince çetrefil, tüm zamanları dolduran bir yoğunluk ve uğraş uğraş ayakta tutmaya çalışılan bir ilişki olmazsa olmaz. Sonra, koskoca bir sistemin, gürül gürül çalışan bir mekanizmanın çok küçük ve önemsiz bir parçası olduğuna inanmak özlemi. Zaten varolanın muhteşem kabulü! Onca çabadan sonra...

Belki birbirimizden habersiz
Dalgın bakışlarımızın görüş açısında
Farklı yürek acısında
Aynı kafede oturup karşılıklı
Bir şeyler içmişliğimiz vardır.

Aklımdan geçen kalabalıktan
Gözlerim bulutludur
Sen bacak bacak üstüne attığında
Göremediğim ayak bileklerin ise
Suçsuz

Bu kadar basittir işte.

2014 Ayracı

Gecikmeli hoşgeldin!

Ve paragraf başı : 2014

Gelişme bölümünde olduğumu umduğum hayatımın yeni paragrafı, senden önceki huysuz, uzun, zevksiz paragraftan bir şeyler öğrenmiş olma ihtimaline karşı sana yalan söylemeyeceğim. Sonra da dürüstlüğümle övünüp, daha iyi bir paragraf olman için, neden kitap ayracının püsküllü ucunun senin olduğun yerde durması gerektiğini anlatacağım. Fazla stres yapmana gerek yok çünkü sen zaten yoksun, yalnızlığım azalsın, birileri beni önemsiyor gibi dursun diye yaratılmış bir cümleler dizinisin. Onun için sen, hayatımın gelişme bölümünün en iyisi olmaya zorla aday paragraf, güleceksin, eğleneceksin, bir durup hüzünleneceksin, ağlayacaksın. Şaşıracaksın, şaşırtacaksın ve özetle ben ne halt edersem sen onun en güzel hali olacaksın. Sonra seninle hesap bitince, kimi zamanlarda okunup, belirli bir zaman diliminde şahitlik ettiğin bir hayat öyküsünün vitrini olacaksın. Düzenli olacaksın ki adam sansınlar! Anlaştık mı?