Bu Blogda Ara

31 Aralık 2009 Perşembe

"Twilight Saga" Söyleyecek İki Çift Lafım Var !

Kız çocuğu, istemediğini düşündüğü yeni hayatının başladığı o ilk gün görür. Görür görmez de aşık oluverir...

Kız çocuğa aşık olur, çocuk kız için deli dolu olur, velakin bu ikili bir türlü bir araya gelemez. Yani aslında gelirler gelmesine de, hani o istedikleri yakınlık bir türlü gerçekleşmez. 55.000 tane engel ve entrikanın yollarına çıkması kaçınılmazdır, fakat sevgi ,şüphe götürse de zaman zaman, bakidir.

Sinemanın icadından beri işlene işlene ışıldayamaz hale gelen bu klişe, zaman zaman dokunaklı yahut iyi bir maceranın içine gizlenmiş şekilde etkilese de beni, çoğunlukla kendi karakterlerinin imkansızlıklarının sığlığına takılır kalır.

Şimdi elimizdeki materyalin özeti ;
- Twilight
- New Moon
- Eclipse
- Breaking Dawn
- Midnight Sun
Yazar çizer ; Stephanie Meyer.

Kız çocuğa ilk görüşte aşık, çocuk kıza kafadan hasta, aynı zamanda güneşte akça pakça, fazlaca beyaz bir delikanlı. Daha okulun ilk günü araba çarpmasını elinin tersiyle tokatlayan Edward Cullen, kendisi ile ilgili yeterince gariplik yokmuş gibi, seyirciyi işgillendiren ipucunu erkenden belli eder.

Okumayan kalmadı bu Twilight'ı zihniyetiyle çok ayrıntıya girmeden devam etmek zorunluluğu hissediyorum. Bu Edward Cullen, kendisi gibi garipçe 2-3 arkadaşı ile okulda takılmakta, kimselere yüz vermemekte, dolayısı ile yüzleri birikmekte, biriken yüzleri bankaya koyarak sıkı arabalara binmekte ve sıkı evlerde oturmakta.
Zavallı kızımız, daha ilk günden ona aşık olmakta, bir süre sonra karşılıklı oluşan bu çekim gücü ikiliyi birbirine yakınlaştırmaktadır.
Tam oldu bu iş derken, Edward wampir olduğu gerçeğini kıza anlatmakta, fakat korkmaması gerektiğini de öğütlemektedir. Çünkü wampir aşkı başkasına benzemez, ve Edward da başka wampire. Zaten ezelden vejetaryen olan Edward kızı emmeyi hayallememekte , hayalleyen cem-i cümle ailesinin üyelerini de hırlaya gürleye uzaklaştırmaktadır.

Gel zaman git zaman kimi nahoş olaylar (mevzuya kimi başka tozutmuş wampirsel klanlar veyahut grupların girmesi) ile bu masum kızımız, g.t korkusuna doya doya öpemediği Edward ile birlikte, kaçmak zorunda kalır. Edward kahramanca dövüşür, kızı kurtarır ve devreder kimi meraklıları ikinci filme...

İkinci film birinciden beter, Edward, ben sana iyi değilim, yaygın sapık hastalığa tutulur kalkar gider uzak diyarlara.Kızımız per perişan, kendini avutmak için Yakupgile (Jacob) başvurur. Yakup apayrı bir mevzudur. Edward ne kadar wampirse Yakup o kadar kurtdur (werewolf).

Şaka gibi sahnelerden sonra kurta dönüşebilen Yakup, wampir vesaire kovalar yer, fakat kızımıza karşı hissiyatından dolayı, kendi ve kurt arkadaşlarının kıza zarar vermemelerini sağlar.
Bazı yerinde kızımız için, bilemediği, babası tarafından "Sarımsak soyundan mı gelmektedir de başına bir iş gelememektedir" diye düşünmüşlüğüm vardır.
Kızın bir diş sarımsağa dönüşeceği sahneyi bekleyerek geçirdiğim vakit içerisinde bir filmde olabilecek tüm ucubik olaylar vuku bulur.
Hikayeyi yazan dişi olduğundan mütevellit, dişinin kararsız ve aldatsal yönü filmi izleyen herkesleri yer yer kız düşmanı, Yakup sempatizanı, Edward taraftarı yapmaya yetecek düzeydedir.

Film biter, akılda bişey kalmaz.
Üçüncü filme gitmek için ne kadar içilmesi hesaplandığında hesap kabarık çıkar.
Akılda tek cümle kalır.

"Yalnız grupta dağılmalar oluyor, kan sıçrıyor heba oluyor"

23 Aralık 2009 Çarşamba

Hayır ! Durun ! Yapamazsınız bunu M'avi lere...

Başlıktan kolaylıkla anlaşılacağı gibi, global Avatar gazına gelip, "Dünya ile aynı zamanda, 18 Aralıkta" aldım sabahın kör şafağında IMAX perdesinin karşısında yerimi.

Gerçi bu "Dünya ile aynı zamanda" geyiğinin halen gerçek olması sinir oynatıcı olsa da, teknik olarak mümkün olmayan bu geyiğin sanki mümkün olabilir matah birşeymiş gibi tüm reklam spotlarında cayır cayır haykırılıyor olması gülünç.
Benim bir Avustralyalı ile aynı zamanlama ile aynı filmi izleme olasılığım, IMAX perdesinden çıkıp bir M'avi nin gidip James Cameron' a madik atması olasılığı kadar olduğundan bu "dünya ile aynı anda" geyiğini, film afişini gördüğüm andan itibaren görmezden gelmeye özen gösteriyorum.

Bütün dünyayı, yazılı ve görsel basını kendi medyamız penceresinden görebildiğimizden, bize göre tüm dünya bu filmi konuşuyor. James Cameron Taytanik (ki hala gişe rekortmenidir) den sonra bu filmi hayallemiş de, teknolojik imkanlar onun bu hayal dünyasını yansıtacak duruma gelene kadar beklemiş. Aferin James'e. Film endüstrisi bu filmden sonra eskisi gibi olmayacakmış... Bu da ingilizce kalıbıyla meşhur ayrı bir geyik. Film endüstrisinden olmadığım için, filmden sonra bende herhangi bir değişiklik olmadı...henüz :)
Lakin M'avi olasım geldi.

M'avi, filmde konunun etrafında döndüğü bir başka gezegen primatı. İnsansal bir görünüşü olsa da normal insanın olamayacağı kadar fit :) (ki hiç obez M'avi yoktu) ben diyeyim 5 siz deyin 6 metre, renkli gözlü, ilk başta hepsi aynıymış gibi gelen (bkz. uzakdoğulu sima sorunsalı), sevecen, doğayla dost, deri rengi mavi bir tip.
Bunların topluluğuna N'avi diyor o gezegendeki istilacı insanlar (dünya kolluk kuvvetleri demek daha doğru, gerçi bana hepten amerikalı gibi geldiler ya neyse), onlar kendilerine N'avi demiyor. Ne diyecek, sen bana insan diyor musun ?
O yüzden bu ismin insanlar tarafından verilen bir isim olduğu kanısındayım.
Kendilerine özgü bir dilleri olmasına ve onları bulundukları yerden kışkış edecek insanlar dahi kimi simülatörlerde onların dilini (N'avice ama novice değil boru gibi) öğrenmelerine rağmen bu M'avi ırk, insanlarda onları anlasın, "James iyi etti dili mili uydurdu da bütün film altyazıyla kasar milleti" diye düşünerek oturup ingilizce öğrenmişler. Aferin M'avilere, kahrolsun N'avice...

Yine bir klasik olarak, kolluk kuvvetleri akıcı ingilizce konuşuyor ve istilacı olarak gittikleri bu yeni gezegene bir asker(yıkıcı) ve bir ilim adamı takımı götürüyorlar.
Ha, bir de insanlığın efendisini temsil eden, o tüm insan ırkının o gezegendeki kararlarını alan, kapitalizm esiri, hırslı bir beyaz yönetici adam.
Zaten bu üçlü kendi aralarında her akşam kimi dizilerle ya da her hafta ayrı ayrı filmlerle vizyonda bizi meşgul ediyor.

Bilim insanları M'avileri seviyor ki niye sevmesin, adamlar önyargısız, çevresine saygılı, eşitlikçi, sosyalist ve fakat mavi bir toplum. Kesinlikle başka dertleri yok, boş vakitlerinde ejderhamtrak hayvanlara binerek hava almaya çıkan, 6 bacaklı atlarla, kanal tedavisi yapılmadığından açıkta kalan sinir uçları sayesinde güzel güzel anlaşarak, yemek için avladığı hayvanı bile önce sakinleştirip "ye ulan beni, sana helal olsun" kıvamına getirerek kurban eden, herşeyin sonunda bir olduğuna, birleştiğine inanan bir toplumlar. Tadından yenmeyesi bu "bizde böyleydik sonradan bizi ne bozdu ?" topluluk film boyunca sizi de bu tavırları ile bilim adamları klasmanına sokup onları incelemeye davet ediyor.

Beyaz Kral, tabii ki askerini seviyor, aslında parasını daha çok seviyor ve bilim adamlarının topladıkları tüm enformasyona dayanarak veriyor emri de başlıyor İnsan-M'avi savaşı. Savaş ayrı bir hikaye... İnsangilden Jake Sully (Jeksuli N'avicesi ) "Toruk Maktum" oluyor da "ilk şarkılardan beri altıncı kere topluyor tüm klanları" vs. vs. ayrıntı , daha doğrusu daha da epik hal alsın diye ayrıntılar.
Bu kısmı gidip görülebilir :)

Sonuçta, kurgulanan gezegen güzel, görüntüler tatmin edici, karakterler iyi seçilmiş, N'avi halkı dahice, animasyon hareketleri gerçekçi, IMAX performansı tatminkar... bunlar söylenebilecek iyiler. Hikayenin kurgusu mecburen çok basit, becerilemeyen altyazı sinir bozucu, IMAX de ara yok çiş duygusunu körüklüyor, İstinyepark daki yoğurtçu geç açılıyor... bunlar söylenebilecek kötüler.

Bunlar dışında, hmmm, mesajı, seyir zevkiyle gidip de izlenesi bir film olmuş, al sana bir aferin daha James. Gidin izleyin...

Ha, bu arada Neşeli Hayat ' a da bir bakın, pişman olmazsınız.

4 Aralık 2009 Cuma

Bir ben mi tuhaf oluyorum bu müziği dinlerken ?

Çok uzun zaman olmadı harika çocuk Zach Condon ve onun hüzünlü müziği ile tanışalı. Çok sıkı takipçisi olmadığım fakat boş vakit yaratabildikçe göz gezdirebildiğim kimi müzik bloglarından birinde karşılaştık Zach le, önce onu yorumlayarak bana ulaştıran yazarın güçlü ifadeleri için, sonra ise müziğinin başkalığı için...

Dinledikçe içine düşülebilecek, dinledikçe daha tek sesli, dinledikçe daha neşeli, dinledikçe daha hüzünlü...

Özetle bir tuhaf hissetmeme neden olan bu zat-ı muhteremi tanış eylemek isterim.

Süper kısa müzik yaşantısına 2 albüm ve 4 EP sığdıran bu harika çocuk (23), her albümde etkisinde kaldığı bir avrupa (çoğunlukla balkan) ülkesinin , bildiğimiz pop ile değişik bir füzyonunu başarı ile harmanlamakta.
17 yaşında atıldığı kolej hayatına küçük bir avrupa gezisi aralığı veren Zachary, balkan müziği ile enteresan şekilde karşılaşıp, iyi bir eğitmen komşu sayesinde balkan müziğinin en iyi motiflerini sindirme şansı buluyor.
İlk albümü sayılan Gulag Orkestar' ın müziklerini kendi yatak odasında ve avrupa gezisinden kendisine kalan enstrümanları kullanarak kayıt ediyor.
Beirut ise Gulag Orkestar ın albümleşmesi gerektiğinde, stüdyo aşamasında bazı arkadaşlarını denemek sureti ile bir müzik grubuna evriliyor.

Neyse, fazla anlatmak yerine, albümlerinden dinlemeye doyamadığım bir kaç şarkısını, küçük bir kısaçalar tadında aşağıdaki linkden indirebilirsiniz.

Tuhaflık benden değil ise, diskografisini paylaşmam yönündeki mesajlarınızı beklerim.

Album : Helico's Beirut Selection
Artist : Beirut
Genre : Folk, Pop, Indie

Songs :
1. Postcards from Italy (from Gulag Orkestar)
2.Nantes (from Flyin' Club Cup)
3.Cliquot (from Flyin' Club Cup)
4.St. Apollonia (from Flyin' Club Cup)
5.The Concubine (from March Of Zapotec)


Link : http://rapidshare.com/files/316198591/Beirut.rar

3 Aralık 2009 Perşembe

Domuz gribi, Kurban bayramı ve her aralıktan içeri giren Aralık

Sevgili günlük okuru,

işin gücün peşinde harap olan tiplerden olmasam da, işin kendisi tasma takıp aklıma çekiştirip durdukça, gerek sosyal gerek ailesel gerekse blogsal hayatım aklımın peşinden fırsat buldukça pisleye pisleye gelen bir hale büründü.

2009 un en flaş global konusu (korkusu) olan Swine Flu (domuz gribi), her geçen gün muhtelif kamuoylarında tartışmalar yaratarak kendi çapını giderek büyütedursun, bu kapsamda kendi penceremizden bil(ebil)diklerimizden ve onlara dayanarak verdiğimiz kararlardan dolayı neredeyse her günümüzü aynı konu (korkuyla) geçirir olduk.

Bir önceki yazıda, hayatımın bu döneminin beni asosyalleştirmesinden çıkılan yolculuk, dönüp dolaşıp domuz gribine bağlanmış kalmıştı. Ne olur ? nasıl olur ? u konuşurken, hemen son güncellemenin ardından, eşim derya domuz gribi oldu.
Birkaç gün süren ve şiddetli bir mide keyifsizliği üzerine, kusma ve halsizlik ile başgösteren kritik semptomlar, aynı günün akşamında 39.2 derece gibi ıslak imza bir devamlılık göstererek ve bünyeye eziyet bir tanılama süreci sonrasında kesinleşti.

Zaman zaman ne olur canım grip işte şeklinde olaya yaklaşan insanlardan etkilenmiş olsak da, durum insana tanılanınca, süratle ve fena halde tırsası geliyor insanın. Bütün tırsmalar ve babyboy Sarp altalta konunca, eşin, tecrit edilmesi, bu kapsamda kendi evinden şutlanması gerekti.

O kimi nescafe sıcaklıklarda cayır cayır yanarken, ben de babyboy Sarp (ki hiç bir zaman sadece Sarp değildir) ile başbaşa 5 gün gibi bir süre geçirmek durumunda kaldım. Şu tecrübelendi ki, Sarp , ona karşı sabır bağışıklığı geliştirdikçe birlikte olması daha zevkli hal alan bir olgu.
Annenin eve döndüğü gün neredeyse birlikte uyumayacağımız için üzüldüm(k).

Devrisi kurban bayramı, artık özellik olarak, dünyanın en pahalı kurban bayramı. İstatistiksel dünyada, benzin tüketimi rakamları dışında başka bir konu başlığında da liderliğimiz olması insanımıza geçen bayramlara göre biraz daha ; "dünyanın en pahalı eti kardeşim, nerde istersem orda keserim" lik bir özgüven aşıladı.
Sonuç; bolca yaralı, yaralı insan, yaralı kurban...

Paraları kurbana, kurbanı biraz sofraya biraz toprağa, sofrayı nice sonra kanalizasyona, dolayısıyla paraları bir şekilde kanalizasyona şeklinde devinirken aynı tl rekortmeni gazlar bağırsakda , geliyor aralık bir aralık bularak, kimsenin onu buyur etmesini beklemiyor.
Aylar böyle, ne hasta oluyorlar ne başkalaşıyorlar. Devlet memursal bir ajanda hayatı sürmenin bir ayı sürmenaj etmesi ihtimali onları korkutmuyor. Tayini çıkmasa da, yumruk yaptığımız elde çukura tekabül edip şaşırtsa ya bizi herhangi bir ay, yok, mümkün görünmüyor.
Benim bakış açıma göre, pis , sinirli bakışlı, asık suratlı ve sevimsiz bir ay olan aralık, önümüzdeki kimi günlerde onu heryere yazmam gerektiğinin çok farkında. İşine gelirse gibi bir durumu söz konusu, gelmiyor aslında da, devletin görevlisi, neme lazım, laf etmemek lazım....

10 Kasım 2009 Salı

Blog ihaneti, et suyuna şehriye çorbası, korkunç rüya ve portakalın domuz gribine faydaları...

Başlıktan anlaşılacağı üzere değil bloga düz kağıda bile birşeyler karalamayalı uzun süre oldu.
Kendi kendine giriş gelişme sonuç içeren başlığı alt başlıklara da bölerek yazıyı şizofren bir karmaşaya çevirmeden anlatmaya çalışacağım.

2009 yılı sonbaharı çok çaktırmadan gelirken sağdan sağdan (ajandasal boyut), yaptığım iş rutini olarak işler yıl sonuna doğru yoğunlaşmaya başladı. İşin normalinden daha az olması mı yoksa iş azken ofis çalışanlarının işinin daha yoğun olmasından mı bilinmez, 2009 diğer yıllara kıyasla daha da yoğun iş yükü ile başladı benim için. Fazla sorgulamadan sürüklenmeye başladığımdan "n'oluyoruz ?" u soramadan yazısız çizisiz 2 ayı devirdiğimi farkedemedim.
Bünye, sıkılmadığında dil, sivilce irin toplar gibi kıvır zıvır topladığından dilim şişmiş durumda...

Biraz dönüp kendimize baktığımızda görüntü şu; meyveysek biz , diyelim ki öyleyiz, o zaman olsam olsam portakal olurum diyorum. (portakalı tezgahta görüp, iki yanağının birden içeri çekilip tükürük bezlerinden çay bardaksal tükürük salgılayan biri olarak) Bu durumda normal günde yaptığım iş olsa olsa benim sosyal bir yansımam ,biraz daha zorlarsak, beni işin kendi gereksinimleri ile karıştırarak yapılan meyveli birşey...Fakat portakal değil, asla... Çünkü portakal işin özü, diğeri kabuğu, portakal kabuklu kek mesela, ama portakallı değil...
İşin özünü kaçırığımı düşünerek büründüm bugün tekrar dijital kağıt kaleme, kabuk varsın ceketin yanında beklesin.
Bu arada portakalın yan efenkti olarak "domuz" gribine faide etmesi durumu var ki o ayrıca ele alınası...

Oğlum 8(sekiz) ayına yakınsadığı şu günlerde, kendinden ve genlerinden beklenen her refleksi gerektiği zamanlarda göstererek, beni ve gen haritası sahibi dedegillerini mutlu etmeye devam etmekte. Aslan gibi adamdı "gut" oldu (iyi oldu anlamında değil) nasıl oldu durumlarda miras almış olduğu etçil genlerine dayanarak , tavuk sulu şehriye çorbasını reddetti. Ağzına türlü oyunlarla sokulan kaşık dolusu çorbayı , çorba diline değer değmez , şebeke elektriğine çarpılmış insan evladı gibi tüm vücut kaslarını titretmek sureti ile tepkilendirerek durumun vehametini açıkça bildirmiştir.
"Şehriyeye mi ulan yoksa bunun gıcığı ?" sorusunu , devrisi günü yapılan et sulu çorbayı şehriye canavarı şekil tüketerek , etse kırmızı baba, ne beyazıymış, tanımam walla, şeklinde yorumlamasa da zihinlerimizde benzer cümleler bırakmıştır.

Bütün geç kaldığımı sandıklarımı birden anlatmak gerçekten süratli bir el gerektiriyor, fakat bu farkındalığın başlangıcı aslında dün geceye ve rüyaya dayanıyor.
Kafa onca ayrıntı ve detayla dolmuş durumda fakat ifade sıkıntısından dilde şişkinlik yapıyor.
Bu şikayetle uyandığım gece yarısı, durumu gerektiği gibi büyüterek en yakın acil servisine başvuruyorum.
- iyi geceler, şikayetiniz neydi ?
- dalam şaşta
- dalağınız ?
- aaaaaaaaaaaaa
- pardon ?
- AAAAAAAAAAAAA
- a aaaa diliniz kocaman ?
- !!!!!!!!!!!!!!!!!
- ben doktor beyi çağırayım
- ba zahmat

Şimdi aralarında geyik çok fena uzayacak,bilincindeyim fakat yapılacak birşey yok.

- doktor bey, acilde bir hastamız var
- belirgin şikayeti nedir hemşire hanım
- ince sesli harfleri yok hastamızın
- nasıl yok
- tamamen
- çok temel eksik, keşke bir eğitim kurumuna yönlendirseydiniz
- eheheheh
- ahahahah

Kesin geyiği arkadaşlar diyecem fakat;
- kasan gayağa hamşara hanam, daktar bay narda?
gibi şeyler çıkıyor ağzımdaki sınırlı boşluktan.

Doktor bey geliyor bir süre sonra, uzanmamı istiyor, genel bir muayene yapıyor, sonra da;

- muayene bulgularına göre, üst solunum deliklerinden görünen o ki, sizde sözel bir birikim olmuş, boşaltılamadığından diliniz kadife kravat boyutlarına evrilmiş. Çok nadir görünen bu vakalarda ikincil rahatsızlık geliştiğinden, enfeksiyona çok açık olmanız göz önüne alınırsa, domuz gribine yakalanmış olma yahut yakalanma olasılığınız yüksek risk grubunda değerlendirilir. Önlem için hemmmen bir aşılama öneriyorum.

diyor ve çıkıyor odadan.
Yan odadan çıkarken , hemşir (erkek hemşire) kıyafetinde sayın sağlık bakanımızı görüyorum. Az sonra sizin odadayım diyor bizim hemşireye, göz göre göre aşılanacağız, korkuyorum. Derdimi anlatacak gibi oluyorum fakat dil artık ağız içinde döneyemecek boyuta gelmiş, sadece inliyorum.
Derken kapıda sağlık bakanımız görülüyor, elinde muamma aşısı ile birlikte, bir işaret parmağı ile enjektöre vura vura ;

- Eti sinden, Yeti sinden, Hepisinden sen bizi koru ey yarabbiii !!

diyor ve enjektörü koluma saplıyor-ken uyanıyorum.Elimi ağzıma götürüyorum , boyut insani, kolda aşı izi yok, eşim yanımda, uyuyor.

- Derya, nasılsın ?
diyorum.
- Yeni uyumuş fatih, sende tanışma faslını geç istersen, saat 05:00
diyor.

28 Ağustos 2009 Cuma

from Citizen M Amsterdam City

Sevgili gunluk okuru, ayin buyuk bir bolumunu yazamadan gecirmis olmanin manevi baskisi altinda giderek artan bir ivmeyle ezildigim su siralarda, aslinda tamamen is merkezli bu amsterdam seyahati kosarak yardimima yetismis bulundu. 
Aslinda senaryo basit otesi, kendi sektorumuz ile ilgili bir fuar yapilmakta ve dunyanin bu bolgesine bizim icin goz kulak olan distributorlerimiz bu fuarda yer almakta. Durum boyleyken hem ziyaret hem ticaret bir durum yaratarak kendimizi atmis bulunuyoruz amsterdam a.
Her sehrin oldugu gibi amsterdam in da acemiligi cok can sikici oluyor. Cevreyi, insanlari, aliskanliklari yabancilamamak yaklasi bir iki gun aliyor. Bu aksam itibari ile, gerek bunun ilk amsterdam ziyaretim olmasi gerekse son zamanlarin yuklemis oldugu stresle fuar sonrasi sadece kucuk bir aksam yemegi planlayarak distributorlerle atiyorum kendimi amsterdam aksamina saat  yaklasik 23:00.
Rastlastigim ilk taksici tunuslu cikmakla beraber ayni zamanda renkli turkce turk komsulara sahip ve hem on a kadar turkce sayabiliyor hem oruc tutmaktan bahsediyor hem de raki ve sis kebabin ne kadar birbirine yakistigini hele bir de ustune hakan ukur iki gol yazarsa tadindan yenmiyormus komsusunun... kendisi ya cok galatasarayli ya da memleket hasretli diyorum, anlamiyor ki normaldir.
En enteresan tarafi ise ayni tunuslu taksici ile kendimi bir sure sonra 'asmali konak' konusurken buluyorum herif neredeyse uluyor ;
- that Dicle girl waoww , she is hot, the way she uses her body and actually in the scene that when Seymen had an really bad accident and she came up to help him and than they get naked'
Sacmalama Tunuslu desem de bu turkce sesi benim gaza gelmem olarak algilayarak cosuyor da cosuyor. Aracin yonu Dam Square e cevrilmis olsa da biz simdiden Red Light District tadida sohbet ediyoruz.
Bir ara bakiyorum arac duruyor;
- Tunisian ! we suppose to move right? that green sign is the same i guess ?
Herif durmuyor, Ali karakterini ovuyor sonra da dizi sonrasi filmi bulmakta cektigi zorlugu.
Bu inanilmaz sohbete acimadan veriyorum 24 Euro yu ve iniyorum Amsterdam in olmazsa olmaz dedikleri bekledigimden kucukce olan Dam Square ine. Saat 23:30 ve gunlerden persembe, fakat gorunum c.tesi aksami kivaminda, aferm Amsterdam. Uyuma sen.

Aldigim tarif uzerinden kimseye yuz vermemek nasihati ile birlikte en domuz hallerimle saymaktan yoruldugum ve uzerinde restaurant yazmasina ragmen manyak gibi bara benzeyen dukkanlari pas gecerek bana ogutlenen koseden sola donerek ulasiyorum Red Light District e.
Hemen sagli sollu sex shoplar boy gosteriyor. O kadar enteresan ki vitrinde olanlar iceri giremiyorum, hafif cesaret istiyor zaten. Hele iceride bir turk tezgahtar var ise, seni kendine birakmayip 10. saniyede yaninda bitip 'nasi bisey bakmistik?' diyebilir. En akilli cevap 'daha tirtirlisi yok mu?' olsa da bunu kendimize yakistiramayip kendi uyumlu seksuel zihminle devam ediyorum yola. Hemen yakinda basliyor o herkesin bahsettigi ama gordugunde gercekten tuylerini dimdik eden kucuk sex odaciklarini ve onlarin sahibelerinin o kirmizi pencerelerden musterilerine yaptiklari sovlari.
Seks konusunda ac/doyumsuz biri boyle bi yerde kendini kaybedebilir, cunku bu sex odalari o kadar fazla ve o kadar cesitli ki bunu tarif edebilmek sanirim cok olanakli deil.
Zaman zaman elim cebimde, zaman zaman elim salyamda aa surekli i-pod um kulagimda tam turumu tamamlayip sag salim donuyorum Dam Square e saat henuz 00:35.
Tariften anladigim kadari ile buralara yakin ve adini ressam Rembrant dan alan bir de Rembrant Square var ve orasi daha cok coffe shop adi altinda kahve haric her turlu kafam bulduruculari legal olarak satan dukkanlarla dolu biryer. Vakite guvenerek yuruyerek oraya variyorum. Red Light dan kalabalik neredeyse ve neredeyse butun Amsterdam bisitletleri ile gezmeye cikmislar. Inanmasi zor bir Persembe benim icin, cunku her ne kadar kozmopolit olsa da bu saatte pek guvenli olmayan ya da gozukmeyen yuzlerce tip geziniyor etrafta ve fakat o kadar alismislar ki bir hollandilinin kendini sokak ortasinda satmasina, kadinlar olur olmaz kiyafetlerle ve kadin kadina guvenle yuruyorlar hep beraber. Sevindirici hatta goz yasaritici...
Cok yorulunca yurumekten oturuyorum adam akilli gorunen bir coffee shop a ve galiba garsona gore o gunun en komik sorusunu soruyorum 'sarap menunuz var mi?'
Gulmemeye ozen gostererek uzaklasirken garson elime gecen ilk kagit parcasina dayanamayarak bir pasaj yaziyorum;

'Benim belki de en sanssiz erkek dunyada, en yalniz diyemem belki, ama en sanssiz belki,belkiler cogaliyor zihnimde, belkisel karmasanin icindeyim, bir an kafami kaldirinca amsterdam dayim ve bir kiz sevdim amsterdam dan, orospu olma ihtimali %30. Ki bu hikayenin en iyi kismi, dinle, bir kiz sevdim amsterdam dan ve hem cok guzel hem de fizigi cok duzgun, orospu olma ihtimali %50, biraz sonra, bir kiz sevdim amsterdam dan hem cok guzel hem fizigi duzgun hem de geceleri gorusmek istemiyor, orospu diyebiliriz.'

Bir sekilde bakilarak butun taksilerin icine en musluman olmayani ozenle secilerek ve 2-3 gerekli sozcukten fazlasi edilmeyerek geliniyor otele geri ve oturuluyor bir bilgisayarin karsinina. Ben bana duseni yaptim, simdi kalanini bu bilgisayar dusunsun, o sadece ben tarafindan kullanildi, genel gecer amsterdam stili :)

Istanbulda gorusuruz...



2 Ağustos 2009 Pazar

Patatesli Çorbaya Gliserin Fitiller Veyahut Eve Dönüşler

Temmuz ayı başında belirtildiği gibi senenin en favori ayı olmaya aday temmuz sonuna yaklaşırken, nasıl bastıysa bodruma gitme stresleri, başlıyor eve dönüş telaşesi.
Koskoca temmuz bu, ye ye biter mi? O ayı Sarp la geçirmeniz gerekirse su gibi akıp geçebilir. Bu acıklı sonuca nail kişiler olarak biz en son Çırpan çekirdek ailesi, o kadar valize nasıl sığılınarak buraya varılmış olduğuna inanamayarak tekrar sığmaya çalışıyoruz aynı bavullara. Dönüş yolculuğu duygusal iniş ve çıkışlarını hissettiriyor daha sönüşe günler kala...
Ardımızda kalacağına inanan anne ve baba üzüntülü, Sarp gündüzleri parçalı bulutlu geceleri sağnak, eşim ailesinden uzaklaşacağı için sıkıntılı fakat kendi otoritesine dönebileceği için bir o kadar da mutlu, ben tamamen fiziksel olarak oksijen denyosuyum. Böyle bir dörtgende yaşanan hemen her 0lay anlatılası bir deneyime dönüşmekte.
Minderi kendinden yaylı erkek çocuğu Sarp, bodrum yaşantısı sınıları içerisindeki doktor kontrolünde yeterli kilo alamadığından ek bir takım gıda ile takviyelenmeli fakat gen haritasına dikiz ki bugününe erdiği anne sütü dışındaki sütlere karşı bağırsaksal olarak karşı. Bu durumda zorunlu olarak başlıyor kendisini de bizim gibileştiren kimi sebze tüketimi onun için. Çorba demek için kimi taburlar insan gerekecek bir sıvıyı tüketmeye başlıyor. İçeriğinde bir benim olmadığım bu kaynak su ve sebze peltesi her nasıl oluyorsa, içi katı görmemiş bağırsaklarına tıkanıp kalıyor Sarp'ın.
Öz türkçesi Sarp kabız oluyor. Sarp artık bizim dönüp bakmak istemediğimiz kıvamlarda sçıyor yahut sçamıyor. Geceleri silahlık nöbetçisi kıvamında yarı-uyanık geçiren bu serseri, kalın bağırsak arıza yapınca ise kabız bir sliahlık nöbetçisi gibi sürekli ıkınıyor.
Aşağı yukarı geri dönüş zamanlamasına denk gelen bu 48 saatlik kabızlık için Sarp'a , "uçakta efenim çok zorlanır, ya sçamazsa, yarın da uçak yolculuğumuz var, yani çocuk da rahat etmiş olsa daha mı iyi sanki .. vb.." gibi kimsenin mantıklı cümleler oluşturamayacağı sesler çıkartarak, zorla bok yumuşatıcı gliserin fitili kakışlatıyorum.
Bok yumuşatıcı fitil tecrübeli arkadaşlardan öğrenilen şu; fitil içerde 20 dakikayı doldurunca bebeyi emzirin ki bağırsakları çalışsın, kendisi zaten otomatik olarak zçyor.
Fakat aklımızın halen yetmediği şu, uygulama Sarp'a yapılıyor ve bu Sarp başka çocuklara benzemez. Gözle görülen bir rahatlama yaşasa da, gözle görülür bir vukuatı olmadan evden ayrılma vaktini getiriyor Sarp.
Ayrılma sahnesi üzücü, elinde bir maşrapa su, bir gözü yerde bir gözü Sarp'da anneanne ağlıyor. Öyle ağlıyor ki kendini durduramıyor, öyle sesleniyor ki kızına biz biryerlerimizi kaybettik sanıyoruz.
Ana-kız-torun koklaşmasından sonra, biniyoruz arabaya da gidiyoruz havaalanına ve nice sıkıntılar sonra uçağa ve koltuklarımıza. Beklenti doğrultusunda tam da havadayken biz sçmaya başlıyor Sarp, sçarım böyle eve dönüşlere de diyor olabilir aslında...
İner inmez bir bebek bakım odasında koridordan her geçene pipi gösterecek şekil bakıma alınıyor Sarp, merakla inceliyoruz son şaheserini derken annesi ünlüyor ;
- A aaaaa, fatih, bokunun içinde olduğu gibi duruyor bu fitil.
- Fitil geçirmez oğlumun boku
diyorum. Diyecek pek birşey yok zaten, sadece eve dönülmüş oluyor ve skor Sarp : 1 Kalanlar : 0

Ay İndikatörü

Ağustos ayının Temmuz ayına hırs yapmasını umduğumuz 2009 yılında, Temmuz son anda puştluk ederek bünyeyi hastalık çelmesiyle Ağustos'a devşirmiş bulundu.

Duruma henüz şaşkınlık içerisinde bakakalan Ağustos'un ilerleyen günlerde kendisine gelerek durumu eşitlemesini umuyorum.

Bu sağlık raporunu müteakip diyebilirim ki;
Ey sevgili günlük okuru, Ağustos bu ileti ile paldır küldür başlamış bulunmaktadır. Bu ay başlığı altındaki şahıs ve olayların daha önceki ayların başlıkları altında açıklanmış/anlatılmış olması olasıdır.
Konu ile ilgili en sıkı ay indikatörü yazısına ; http://kotanjant.blogspot.com/2009/07/ay-indikatoru.html kısayolundan ulaşabilirsiniz.

Rasgelsin o zaman Ağustos, bol bol hasatlar olsun...

30 Temmuz 2009 Perşembe

Neden Helico ?

Şimdi bu günlüğü öyle ya da böyle (bkz. everyway that i can) dikizleyen her primat, kimi noktalarda imgesel soru işaretçiğine dönüşen "helico" kelimesini, o kelimenin kendisinden çok neyi temsil ettiğini, az litre alkol tükettiyse bunun bir insan evladını temsil ettiğini ve fekat ne beşbenzemez koşullarda uydurulduğunu az çok (bkz. evdeki ses bambam!) meraksamıştır.

Kendi meşrebince yanıtlayıp, onu kendi bulmuşlaştıranlar (bkz. buluşlaştırmak) olabileceği gibi, pek saygın olmayan günlük yazarının gün gelip açıklamasını beklemiş olanlar olabilir, hatta "dur şurda olcaktı, elimle koymuştum".

Şimdi gerçeklik zamanı ;

Helico (bkz. heliko) aslen "Helicobacter pylori (Helikobakter pilori- Hp) mide ve duodenum'um çeşitli alanlarında yerleşen, gram (-), mikroaerofilik bir bakteridir. Yerleştiği yerlerde kronik enflamasyona neden olur. Bu kronik enflamasyon sonucunda duedenum ülseri, mide ülseri ve mide kanseri gelişebilir." gibi ölümcül birşey olsa da, bu günlükte Friedrich Nietzsche ile bizi hakikatin ölümcüllüğü konusunda hemfikir eden zat-ı şahanelerini tanımlamak için kullanılmıştır.

Mide asidi gibi, cemi cümle asitlere gaybana geceler yaşatan kimyasalda yaşayabilen dünya üzerindeki (bkz. heal the world) yegane organizma olan helicobacter den esinlenilerek, ve gerek bakteriselliği gerekse inatçılığı karşısında hayatının ilk günlerinde kısaca helico olarak takma adlandırılmayı hak eden, evrenin henüz uyuduğu ve farkında olmadığı kurtarıcısı, the one, the ultimate (bkz. Sarp olunmaz, Sarp doğulur) Çırpan, bu vesile ile sanırım ömrü boyunca Helico olarak ünlenecek...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Rock'N Joke



Yıllardan yollardan 2009, yazlardan temmuz ve sıcaklardan sahara bir İstanbul zamanlamasına denk geldi bu sene Raku'n Joke. Daha önce kimi seferler gidilmiş ve fena halde şakalanmış ve tekrar gidilmemek üzere yaz başında kışlıklarla hurçlanmış olsa da, gerek temmuzun kana festival katması, gerek Linkin Park'ın bizatihi varlığı ve önem sırası şampiyonu bedava VIP biletlerimiz(4) sebebi ile gidilesi oldu Raku'n Joke 2009. Beleş bilet sayısından gaza gelip, önceki seferler gerek yaş engeli gerekse PowerTürk repertuarı itibari ile festival teklifine yakınsayamayan erkek kardeşim Mehmet(15) ve yeğenim CanTunç(18), beleş kontenjanından davet edilmeyi müteakip 1.6 milisaniye içerisinde etkinlik planına dahil oldular. Ekip olarak 4 erkeği ihtiva eden bu küçük kabus, cumartesi günü gündüz sahnesinde Emre Aydın'ı kaçırmamak için yola çıktı. Toplasan 1 Voltran etmez 4 kalitesiz aslan robotu olarak Festival alanına varamadan hiç biletlerimize yakışmayan hareketlerde bulunduk. VIP olmayan insana VIP bileti verirsen sanırım sonuç tecrübelendiği gibi olur; daha otopark girişinde biletinde yazan VIP den antibiotiksel etkilenen kaptan şoför Löwent yolumuzun önündeki ilk görevliye camı yarım açıp, yüzü görevliye 70 derece açılı şekilde "VIP" buyurdu. Devrisi komedi, biletleri bagajdaki çantada unuttuğumuzu farkettikten sonra biletleri almak için otopark sırasının paralelindeki VIP park yolunda duraklayarak bagaya yöneldim. Kimi jandarmaların şahitliğinde açılan bagajdaki manzara tüm çevrenin bakışlarına maruz kaldı.Çünkü bilet barındıran çanta dışında bagajda görüntülenen nesneler : "karpuz (diyarbakır)" "voleybol topu" "havlu" "kanvas pantolon" ve "kösele bir çift ayakkabı" oldu. Bu kombinasyonun festival yoksunu hangi koşullarda bir araya gelmişliğini anlatmak ister gibi baktımsa da, yine de festivalde bu gibi bir ekipmanla ne yapmayı hedeflediğimizi pek çıkaramayan jandarmanın şaşıran bakışları arasında MIP otoparka parketmek üzere yolumuza devam ettik. Sonrası öncesini aratmaz kimi VIP muamelelere maruz kalarak ulaştık festival alanına. İstanbul Park da ilk yılı festivalin, denilebilir ki çok yakışmış buraya, hatta üstüne tam oturmuş. Düzen, temizlik, sponsor locaları, restoran dizilişleri, alternatif sahne kalitesi ve yaratılan sıcaklık, saharaq sıcağından da alarak gazı katıştırmış tüm güzellikleri. Bu seneki ekstra tatava VIP Lounge denen ve ana sahnenin yakışıklı bir cephesinde bulunan, en raku'n sex ben giyinirim ünlü ve ünsüzleri barındıran bir nev-i barınak. Önüne gelene birayı şaşal şaşal tıkayan abilere ve kafayı 3-4 haneli rakamlarda tutmaya dikkat olmaları konusunda anlaşmaya vararak salı(k) veriyoruz genç güruhu. Emre Aydın sahnesinde beraberiz yalnız, oldukça başarılı 50 dakikalık performansı Emre Aydın'ın. Ana sahne önü assolist kıvamında kalabalık, saat 16:40, güneş kimi akşamüstü açılarla delme niyetinde yüzümüzün ona dönük kısmını. Memnunuz vardığımız ve seyrettiğimiz için Emre Aydın'ı. Fakat henüz festival alanına insan taşıyan kimi "mekik" ler ile başlayınca mesaimiz ve her sene nasılsa yenilenebilen rakçı gençlikle omuz teması, başlıyor içimizdeki kıllanmalar. Ya bu "rakçıyız abi" ler çok ifade özüründeler festivalsiz hayatlarında yahut bu rocksal akımları başlatan insanlar gerçekten sıkı sarhoşlar. Herhangi bir ayrık zaman diliminde küstahça eleştirebileceği bir resme gönüllü ve akıllama dalıyor insanlar, sanki yarın aynı kişi olmayacaklarmış gibi. Daha çok Rap/R&B tarzı giyinmiş ve kendilerine göre herkesler tarafından gıpta ile bakılan dövmeleri ya da olmaz yerlerine delik açılarak takıştırılmış çeşit çeşit aksesuarlarla donanmış 1000lerce kişiyi kısa süre sonra farkedemeyerek devam ediyoruz güne. Buna alışabilmiş deilim, kıyafetlere ve onlar içindeyken takınılan tavıra bakarsak az sonra sunucu çıkıp "Fuck'n Coke başlamıştır, herkesin tuttuğu kendine" deyip çekilecek ve herkes eline denk gelen diğer herkesle sevişmeye başlayacakmış gibi hissediyorum. Tabiidir ki böyle bir rüya gerçeğe dönüşmüyor ve VIP lounge daki yerimize dönüyoruz sağ salim Löwent ile birlikte.
Bu ve ertesi günü kimi grupları sıraya dizerek planlamaya çalışıyoruz Löwent ile birlikte. Seyretmek istediğimiz isimle çoğunlukta bu sene ve fakat bu hiçbir şekilde VIP insanlar gezmesin hemen sçsın şuracığa mantığında loca yanına konuşlandırılan seyyar tuvaletlerden gelen keskin kokuyu engelleyemiyor. "
Rock'n Bok" oldu diyor löwent, haksız sayılmaz. Bu kadar uzun koklayınca, mide bulantısını hemen müteakip kakası hasıl oluyor insanın, bunu deneyimliyoruz.
Bu kadar VIP güruhunun başka yer yokmuş gibi köşe kapmaca oynadığı bu önemliler locasını boşayıp boşayıp dışarı atılıyoruz Löwent le, kimi işaretli isimleri gözetliyoruz alternatif sahnede, insanlara alışamıyoruz gün bitmeden.
Umarak yarına onları kabullenebilmeyi gidiyoruz başka bir adam akıllı Duman sahnesinden sonra.
Devrisi gün için beklenti Manga,Linkin Park şeklinde seyrediyor ve şansın yardımı ve sıcağın kösteklemesi ile güzel bir gün kapanışı ile nihayete erdiriyoruz bu sene beleşi gelen Raku'n Joke a.
Her sene son konser çıkışı, eşek gibi yürünürken otoparka ediliyor yine aynı yemin bir daha gelmemek üzere bu festival gibi görünen fakat hissedilemeyen şeye.
Düşünüyorum bir dahaki sefere renkli türkçe rüyalardan uyanıp Saki'n Rock dinleyen herhangi bir alt jenerasyon olacak mı ? Cevap hayır, sevindirici....

16 Temmuz 2009 Perşembe

Selim

Mahalleden bir kız sevmiş, çocuk yaşlarda Selim. Aksi tarafını çok azınız bilir. Bir inat etti mi döndürmek imkansızdır. O yüzden gitmedi okula henüz tek haneli yaşlarda iken, çalışmak istedi. Kendi parasını kazanmak, özgürlük sandığı şeylere ne kadar esir olabileceğinin farkında bile olmadan. Sevmiş işte çocuk , ve çocukken daha katlanılabilir sevmelere. Hoş görülür herkes tarafından, başı okşanır mahallenin bakkalı tarafından. Babasının da ısrarı ile bir yukarı sokaktaki matbaada çırak olarak başladı kendinin de sonralardan çok gülerek anlattığı bu çocuk işçi hayatına. Mücellit çırağı işte, işi düşü kağıt düzmek. Alabilirse haftada bir yevmiyesini, biriktirme derdinde. Sınıfının en hızlı elması kızaran çocuğu olarak hatırlar hocası onu sorsanız. Çok çabuk sökmüştü okumayı, okumayı sevmişti elmadan ve yarışmadan bağımsız. Babasına gazete okurdu, ne de güzel okurdu hergele içerken babası sabah kahvesini. Beşinci sınıftaydı okuldan ayrılmak istediğinde, bunu hatırlıyordu. Unutmasına yardımcı olmuyordu zaten rüyaları. Kenar mahalle ilkokulu, diyelim ki Gaziosmanpaşa ilköğretim okulu. Okulun 5-B sınıfı ,sınıf hocaları Elmas Hanım. Her zaman en çalışkanlar arasında olmuştu. İşte yine başladı aynı kabus, her aklına geldiğinde deliye dönüyordu. Yukarı sokaktaki bakkalın yanındaki apartmanın giriş katında oturuyordu Deniz. Aynı sınıftaydılar, birlikte okula yürüyebilmek için ne kadar zaman beklemişti bakkalın önünde. Kaç kere bilebildiği bütün gerçekliklerden yalanlar uydurmuştu bakkala. Başını okşamıştı bakkal onun hoşuna gitmese de. Bakkalın önündeki sahanlığın bakkala yakın olan ucundan görünen, demir parmaklıklarla kapatılmış giriş katı penceresi. Beyaz renkte perdeler , belki de aralanırsa biraz pembe renkte duvar kağıtlı , pembe kokan bir oda. Odanın içi huzur, Deniz cama çıkmasa da… Sonra arkadaşlarının hoşuna gitmese de yukarı mahallenin çocuklarıyla futbol maçları. Sonu hep kavgayla biten, sonu hep aynı bakkalın sahanlığında biten kahramanlık gösterileri.Çok yetenekli sayılmazdı futbol konusunda, iyi dövüşemezdi de. Bir dönem kadar birlikte yürüyebilmişlerdi okula Denizle. Hatta neredeyse el ele tutuşmuşlardı, okulun arka sokağında köpek kovaladığında onları. Ödü kopardı köpeklerden, deli gibi koşmuşlardı o yokuştan aşağıya, hiç kahramanca davranamamıştı o gün Deniz’e karşı. Ama yine de neden yanakları al al olmuştu Deniz’in elleri birbirine değdiğinde. Aklına geldikçe aklına eziyet işte. Şimdi mücellit çırağı, mücellit in de çırağımı olurmuş. Aklında geçiremediği okuma sevdası aynı Deniz gibi. Allahtan çevre mahallelerin tek matbaacısı yanında çalıştığı, bol bol kitap ciltliyorlar. O da ciltleyecek bir gün şimdilik derme düzme yaptığı her ne kadar işi kapmış olsa da ustasından. Gizlice kitaplar yürütüyor matbaadan , çok gizlice olduğunu sanıyor çocuk aklıyla. Odasındaki divanın altında saklıyor kitaplarını kimseler görmesin diye. Okuduğunu kimseler bilmesin istiyor, hem o değil miydi okumak istemeyen. Kime ne anlatabilir okuduğu hem de ciltlemek için akşamı zor ettiği kitapları yürüttüğü anlaşılırsa. Güzel güzel ayırıyor sayfaları Selim, elleri küçük gelse de tomar tomar kağıtlara, özenle sıralıyor sayfaları. Deniz’e yanıyor içi içerideki koku yaktıkça ciğerini, başka şeyler yaşamış olmayı tercih ederdi belki Deniz, belki ben diye düşünüyor. Yatırıyor koca sayfaları upuzun tezgahın üstüne, biri sağa sonraki sola. Beşinci sınıfın ikinci dönemi, kış o sene karabasan gibi çökmüş. Çok üşüyor Deniz’i bırakıp eve dönerken. Ama aslında en çok o gün üşüyor, hani sabahın köründe her zamanki gibi bakkalın önünde onu beklediği o günü. Bakkal ondan habersiz o gün, dışarı çıkmak sevmek ister o soğukta. O seviyor ya o yüzden normal geliyor her şey ona. Havada biraz kömür dumanı biraz pus. Yağmur yağıyor ince ince, sevgi ıslatan yağmur. Tam olarak göremese de Deniz’in odasını, parmaklıkları görebiliyor. Bir şeylerin yanlış gittiğini tahmin edebilecek kadar çok bekliyor bakkalın önünde. Çok üşüyor, soğuk ciğerlerinde, soğuk, soğuk işte ayak parmakları uyuşuyor. Bakkal çıkıveriyor bir an kapıya, göz göze geliyorlar. Kat kat giyinmiş bakkal, kazak üstüne kazak, herhalde o sevmiyor diye düşünüyor. Yanına geliyor bakkal, kafasını okşuyor her zamanki gibi. Sonra hiç olmadık bir zamanda rüyasında bile göremeyeceği şeyi söylüyor. Selim sen git hadi okuluna abicim Denizler gittiler artık buralardan, sana haber vermiştir diye düşünmüştüm. Önü yönü kayboluyor Selim’in, kafasındaki ele lanet ediyor. Çocukken sevmek hoş görülür, herkes seninle sevdalanır sanki diye düşünüyor. Garip hissediyor kendini, boğazı düğümleniyor. Bakkal o gün onu oradan kovana kadar orada bekliyor. Gitmiyor o gün okula, zaten okula gitmek için evden çıktığı son gün oluyor o gün Selim’in. Gitmek istemiyor bir daha okula, okula gidilesi bir durum kalmıyor onun için. Ve kimsenin hoşgörüsüne artık inanmayarak çocuk yaşta başlıyor çalışmaya Selim. Mücellit çıraklığı yapıyor yukarı mahallede, elleri çok küçük geliyor bu işe. Her gün bir kitap yürütüyor çalıştığı yerden Selim, okumayı hiç bırakmıyor. Alabilirse yevmiyesini haftada bir biriktiriyor, yeterince birikince gidebilmek için buralardan. Belki de Deniz’i bulabilmek için, belki sadece kaçabilmek için bütün yaşadığı yerlere sinmiş çocuk sevgisi kokusundan, suratlarından, kendisinden.


Fatih ÇIRPAN
30/09/07

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Bir an için beni terk ettiğini düşünüyorum...

Nereye baksam nostaljik bir havasını daha keşfediyorum buranın ... Çok sık geldiğim bir yer oysaki ... her zaman ki masada ve hatta aynı sandalyede oturmuşum . Dişlerimi sıkmışım bekliyorum. Çok karamsar bir gün değil aslında ve dişlerimi sıkışımın da bununla bir alakası olduğunu sanmıyorum . Burada ayılmış gibiyim sanki bu güne ait bir kare bile yok gözümün önünde ... Masanın üstünde benim için hazırlanmış bir şey göremiyorum . Acaba ne kadar zamandır buradayım . Kafamı kaldırıp garsonu çağırıyorum.

- Bir buzlu çay alabilir miyim ?
- Elbette .
- Teşekkürler .

Kısa diyalogundan sonra kaldığım yerden sürdürüyorum düşünce jimnastiğimi ... Kötümser olmak istemiyorum. Ama hiçbir şey hatırlamıyor oluşum itiyor beni bu karamsarlığa . Bir an için beni terk ettiğini düşünüyorum . Evet işte bu düşünce beynimde çok büyük bir uğuldama yaratıyor . Hiçbir şey hatırlamıyor olmama rağmen en çok bu düşünceyi sahipleniyor beynim . Ismarladığım buzlu çay geliyor .

- Pardon garson bey , biraz garip bir soru olacak fakat ne zaman buraya oturduğum hakkında bir bilginiz var mı?
- Tabii ki , yaklaşık 2 saat kadar oluyor.
- Peki yalnız mıydım ?
- Evet , masaya oturdunuz ve şu ana kadar hiç konuşmadınız .
- …………
- Yapabileceğimiz bir şey var mı efendim ?
- Yo teşekkürler.

Garip bakışlar atarak yanımdan uzaklaşıyor garson ... Kahretsin yapayalnız hissediyorum kendimi bir anda ... Yüz hatlarım donuklaşıyor , bakışlarım silikleşiyor , soğuk hissediyorum . Sen geliyorsun gözümün önüne , sonra birlikte yaptıklarımız ...
Yalnızlığı hiç düşünmemişken birden sensiz oluveriyorum . Dizlerim çözülüyor , ellerim titremeye başlıyor . Başımı ellerimin arasına alıyorum . Kendimi hiç bu kadar sana ait hissettiğimi hatırlamıyorum . Ellerimle şakaklarıma bastırıyorum bunların gerçekliğinden emin olmak için ... Artık yanımda , benimle olmayacağın düşüncesinin karşısında utanarak ağlamaya başlıyorum . Gözlerimi silip , kafamı kaldırıyorum oturduğum yerden ... Ve birden bire kapıdan içeri giriyorsun ... Yanıma geliyorsun , gözlerine bakamıyorum . Kalkıp sıkı sıkı sarılıyorum sana sanki içime sokacakmış gibi

- Ne olur terk etme beni diyorum.
- Terk etmek mi o da nereden çıktı durup dururken diyorsun.
- Ağlamaya başlıyorum .
- Neler oluyor burada bakayım benden habersiz. diyorsun
- Hiç , sadece seni çok özlemişim diyorum .
- Gülmeye başlıyorsun .

Kötümser olmak istemiyorum . Hatırlayamadığım bir çok şeyin beni nasıl biz yaptığını hatırlıyorum . Hatırlayamadıklarımdan bir an için beni terk ettiğini düşünüyorum ve ölesim geliyor .


Fatih ÇIRPAN
2002

Hırs Dolu Gözleri Vardı...

Hırs dolu gözleri vardı. Kocaman açıp gözlerini bakardı ne anlatırsan anlat. Bazen meraklı , çokça sinirli ve zaman zaman da hüzünlü bakardı. Ne anlama gelirse gelsin hırslıydı hep bir şeylere karşı. Korkutucu yada soğuk hissetmezdiniz o size bakarken sadece merak ederdiniz . Her şey hakkında söyleyecek çok şeyi vardı. Ama çok konuşmazdı . Bir polisiye romandan fırlamış gibiydi, az arkadaşı vardı . Arkadaşa ise ihtiyacı hiç yoktu , öyle derdi. Onu sadece bir kere dinleyebildim , gerçekten konuşuyordu .Kendi hakkında , şehir hakkında , sevgi hakkında , gerçeklik hakkında hiç de farkında olduğunu sanmıyorum. Onun evindeydik ve içiyorduk. Onun sofrasıydı konuk bendim. Oturduğumuz 9. katın balkonundan denize bakıyorduk , alkol en iyi dostumuzdu ikimizin de o anda, deniz hırçındı .Öldüresiye dövüyordu İstanbul’u . Kimse konuşmuyordu , konuşma ise hiç beklemiyordu sessizliği bozacağını …


- Böyle olduğunda çok seviyorum denizi dedi bir anda
- Sinirli
- Onu yenemeyeceğini biliyor ama yinede elinden geleni ardına koymuyor
- Belki sarhoştur
- Belki

Bir süre denizdik , beraber vurduk İstanbul’a. Biz alkollüydük şehirse sinir bozucu…


- Kimsenin benim için ağlamayacağını biliyorum.Dedi 1 sigara sonra
- Umursamazsın
- Bence iyi nedenleri olan biri için ağlanabilir
- Beraber mi?
- Gözyaşları yalan olabilir mi?

Bir süre gözyaşıydık, kimsenin ağlamadığı gibi. Bizim iyi nedenlerimiz vardı gözyaşları ise yalandı…


- Gerçekten sevmek istiyorum. Seveceğim insanın bedeninde yaşamak dedi çok sonra
- Umutsuzsun
- Bir keresinde dedi. Çok istemiştim, o olmak istemiştim , ona olmak, sadece onun için olmak
- Hiç olmadı
- Yalnızsın
- Yalnızız

Bir süre sessizdik , çok sessiz. Olması imkansızdı, gerçekler çok acıydı , bizse çok yalnız…




Bu onu son görüşüm oldu.Önce bedeni sonra kocaman ve hırs dolu gözleri en sonrada sözleri silindi hafızalardan. Kimse ağlamadı onun için , yalandan gözyaşları bile yoktu.İstanbul’un ise umurunda bile değildi …

Fatih ÇIRPAN
2003

Tavla

Deniz kenarındayım.Karanın kenarındayım da diyebilirdim. Öylece dolanıyorum etrafta , bir iki takacı bir iki kaya balıkçısının tahriklerine uymayarak devam ediyorum yoluma. İstanbul böyle bir şehir her tarafı deniz kenarı. Birazcık gücün olsa bütün İstanbul’u yürürsün aslında. İstanbul’u İst diye kısaltmakta doğru değil aslında , bu şehri sevenler –edebiyattan anlamalarına rağmen- anlata anlata bitirememişken bu şehri, mektubu gönderenin mektubu alana özet bir şehirmiş izlenimi vermesi sorumsuzca . Vücut çalımı devam ediyorum yoluma , başka türlüsü söz konusu değil. Herkes deniz kenarında ve denize doğru bakmakta. Kimse beni görmeye ve hatta beni görüp de çarpmamaya gelmemiş. Kişisel bir seçim bu ,denize bakmayı seçenler patır kütür çarpışıyor ve fakat ortada bir şiddet yok. Ben daha dikkatliyim ,denize bakmaya gelen bir şiddete çarpma ihtimali üzerindeyim. Milli takım neden eminönü’nde idman yapmıyor? Brezilya sahilleri de benzer kalabalıkta aslında belki de bu yüzden o kadar yetenekliler. Ronaldinho’nun dondurmacı çocuk olma ihtimali nedir acaba? Ne kadar sıcak olursa olsun hava, boğazın o serin esintisi hep mevcut. Şu anda esiyor alçak tondan ve fakat esmese beş dakika ter belki de çıkacak dondan :). Az biraz nefeslenmek için terk ediyorum sürüyü ve oturuyorum her halinden bu sabah havanın güzel olmasından faydalanmak için oraya inşa edilen kafekonduya. Kafekonduda menü kısıtlı , sade çay , bişeyli çay , buzlu çay , nescafe , meşrubat !! Bunu duymayalı , seslendirmeyeli çok olmuştu. Çayın çeşidi sebil fakat meşrubat genel hatlarda sunulmuş. Gelen garsona ben bir meşrubat alayım deyip renk katıyorum yalnız oturma faslına. Gözümün biri garsonda diğeri denizde , bakınıyorum tekrar. Yan masada yenildiği her mimiğinden belli olan ve bununla kalmayıp hesabı ödemek zorunda kalan bir vatandaştan tavlasını rica ediyorum. Kendimle tavla oynicam. Çok çelişkili bi duygu bu hem kazanıcam hem kaybedicem. Bakalım hangisini daha çok önemsiyorum bir durum. Pazar günü insan testi !!! Meşrubatım geldi az önce , kendisi ilk defa karşılaştığım bir şey. Gazlı içecek yazıyor üstünde , silinmekten o kurtulabilmiş daha doğrusu. Bunun dışında hiçbir fikir vermiyor bize bu içecek. Olsun varsın biz yinede içeriz. Belki beğenmeyiz diye hesabı peşin almak zorundaymış sayın garson. Varsın alsın biz yinede öderiz. Neyse oyuna başlar başlamaz , kötü zar atan tarafa acımaya , ona karşılık attığı ballı zarlarla acımadan ve sırıtarak oynayan tarafa sinir olmaya , durumun sürmesi halinde o ezik tarafı tutmaya başlıyorum :). Çok saçma aslında , zar da tutabilirim , yada o ballının attığı zarları değiştirebilirim. Hiç birini yapmıyorum , sadece zayıfı tutuyorum. Böyle bir dert babası yanım(ız) var. Neden kaynaklandığını düşünüyorum bir süre , cevap sanırım fazla arabesk büyümem(iz). Gerçi benim etrafımda başı daha da arabesk dumanlı ve fakat her zaman kazananı tutan adamlar da var. Demek ki cevap bu değil. Pazar günü insan bilmecesi !!! Bilmeceye kızan adam var mesela , bilemedim efenim pas diyemiyor , ilişkili kutucukları çözüp tahminde bulunuyor , olmuyor eski bulmaca çözümlerine bakıyor , hastalığın şiddetine göre arkadaşına telefon bile açabiliyor. Ben hiç öyle değilim bilakis çok kolay bilemedim pas derim. Dedim bile şu durumda , oyuna dönüyorum , ballı olan taraf durumu azıtmış skor 3-0 hemen bir şeyler yapılmalı. Ama kendimi veremiyorum ki oyuna doğal olarak ballı olan kazanıyor. Dikkat problemimin nedeni yan masada oturan kız. Çocuğun içine düşecek çocuk biraz geri çekilmese. Kız çirkin bi tip , çocuk fena değil :) . Yani en azından o kıza göre öyle denilebilir. Arada sırada söz hakkı bulabilen çocuk o hakkını zaman zaman konuşmamak yada konuşulanı geçiştirmek için kullansa da kız pek sallamıyor. Duruyor duruyor ve ;


-kız : Ayyyyy , özür dilerim geçen gece internetim bozuldu , gelemedim çete
-oğlan : Hııı , önemli değil
-kız : Çok bekledin mi beni ?

Kız gözüktüğü kadar aptal değil , soru tuzaklı. Hemen çocuğun yanına gidip taktik vermek istiyorum fakat zarları kim atıcak o zaman. Yalnız aklıma takılıyor , interneti nasıl bozulur bir insanın . Bunu düşünür düşünmez geçen gece yaşadığım bağlantı problemim geliyor aklıma şaşırıyorum. Bu kız bozmuş olabilir mi gerçekten !!!
Skor 4-0 daha fazla dürüstlüğün alemi yok. Basıyorum hileyi , Allah Allah sayıyla mı verdiler seni başımıza !!! Ne lazım güzel ezik kardeşim düşeş , tak al sana düşeş :)
Oyun 4-5 bitiyor. 2 ters bir düzlüyoruz ballıyı , neşeleniyorum. Sadece meşrubat içmenin bu kafekondu da 20 dk ya tekabül ettiğine dair bir bakış atıyor peşin garsonumuz. Kalkıyoruz masadan , ellerimiz ceplerimizde devam ediyoruz gezintiye. Ahhh diyorum peşin ödemeseydim hesabı , ödetmez miydim sana ey ballı :)




Fatih Çırpan
01.Temmuz.2005

Anonim Ruh

Şimdi geriye doğru akmaya başladı her şey, hareketler, sözler, düşünceler… İlk olarak hatayı nerde yaptığına dair belki de tek şansı, ileriye giderken beceremediklerinin üzerinden geçerken fosforlu kalemle, işte şimdiydi. Şimdi miydi aslında şimdi olanlar, bütün yaşanmamışlıklarının dışavurumu muydu yoksa şimdi… Neyi çözeceğini tam olarak bilemese de, hediye gibi düşündüğü, yada böyle olacağı bilmem kaç kitapta birden yazan ilahi bir anı yaşıyordu. Yavaş çekim bir geriye dönüş. Başa aldıkça kızgın, kızgınlıklara kırgın, zaman zaman heyecanlı, grafiklerin parıldayan ışıldaklarının arasında görmese kendi silüetini, rahatlıkla ustaca kurgulanmış bir dram izliyormuş gibi hissedebilirdi kendini. Ne kadar kendinden uzaktı bazı anlar,bazı anılar. Her zamanki hızlı ve önyargılı yargılamasını çalıştırıyor olsa çoktan kapamıştı gözlerini bu çok melodram ağır çekim kısa metraja şimdiye kadar. Gerçi şimdi şimdi değildi, çok talihsiz bir yanılsamaydı şimdi, şimdi eski zamandı. Elleri simsiyah incir lekesi, bacağında en sevdiğini hatırladığı şortu, aklında yeni yetme abisinin kasetlerinden takılan az özgün bir melodi, bütün çocukluk arkadaşları, bütün çocuklukları, kahraman ilan edildiği ama hiçbir zaman anlattığı gibi olamamış mahalle aşkı… Gerçekleşmediği burukluğu oturmasa yüreğinin dört kapakçığına birden, şimdi belki de eskiydi. Eski güzeldi görüntülerde hala, keşkeydi. Burukluk kalıcıydı, acıydı, asidikdi. Yüreği kocamandı eskiden, şimdi biraz tutukluk yapıyordu. Durmak için zorunlu arayı verdiği bu yürüyüş parkının müdavimleri koşuşturuyordu etrafta. Dizlerinin üzerine çöktüğünü hatırlıyordu, sonrası Avrupa sineması, hem de yaz sineması , kaçak sigara içmek serbest. Şimdi hangisiydi… Zaman kavramı kalmamıştı artık sanki, fiziksel bütün acılar yoktu, şimdi eskidendi, eski yepyeniydi, özgürdü…

Fatih ÇIRPAN
22/06/2008

Ayrılmasak !

-Ayrılmasak !

Demeli böyle durumlarda aslında hiç konuşmamız beklenmeyen bir sırada cevaben. Çok masumca önümüze bakıp kabulleniyormuş gibi yapıp isyan etmek lazım. Terk edilerek zaten en zor durumda bırakılmış oluyoruz. O bunu söyleyebildiğine göre uzun zamandır unutuyor bizi. Daha da zor durumda kalınacak bir olay yok ortada. Yüzsüzleşmek lazım hatta ;

-Senin için zor biliyorum ama!!!

Yarım bırakılan her şey çıplak kalacak şimdi, gereksiz bir hüzün doğacak bu hüzün ikliminin üstüne ek olarak. Ya da dudak bükmek lazım bu bize aptalca gelen öneriye ;

-Ayrılmalıyız !
-Ben hiç de öyle düşünmüyorum .

Biraz da yalnız geçireceğimiz ve oldukça sansürsüz küfür edeceğimiz anlarımızın kırmızısını kusmalıyız . Ayrılmamak daha zor zaten , ayrılmakta bir şey yok. Yelkovana danışmak lazım , onlar hiç mi kavga etmiyorlar akreple. İstemeseler de görüşüyorlar. Belki bu istemezlikler tekrar yakınlaştırıyor onları. Bir saati özleyerek diğer saati görüşmek istemeyerek geçiriyor yelkovan . Her ikisi de o saatin çabucak geçebilmesi için nedenler. Biz neyle geçireceğiz şimdi bu saatleri.

Çok sıradan terk etmektesin beni şu an , zaten hiç iyi hatırlamayacaksın çocukluklarımızı. Biraz daha kötü hatırlamanda bence bir sakınca yok .Böyle düşünmeye devam ederek çok daha sakıncalı şeyler yapabilirim aslında . En iyisi sen git , bu gitmeyle övün uzun süre , ben hiç iyi değilim.


Fatih Çırpan
14.Mart.2005

Ayrılmalıyız

Yanıt ise çok yalın. Üşüyor

- Ayrılmalıyız.

Gözüm seğiriyor , hayra yorasım da yok . Çok seçkin ve tekil yalnızlık, yanına yaklaşılmıyor. Boşayalı çok oldu zamansız uyanmaları , daha çok uyumalıyım orası kesin. Saat sabaha karşı 3:00:35 di az önce , oda da siyah her şey gibi, kalkasım yok yataktan, saat “tık tık”ına sağ ayağımın baş parmağıyla eşlik ediyorum. O saatin bobin telinden bir sigara sarmak lazım , tütün koksun zaman da bizim gibi. Peki ilişkilerin saatini kim kuruyor da, vakti geldiğinde ötüp uyandırıyor bu her şeyi daha gök mavi düşündüğümüz uyurgezerliğimizi. Yaptığım her şeyi yarım bırakmıştım bu saatin alarmından önce , kalan yarıların sigara içmeyen zamanlarını senle doldurmuştum. Çok fena kandırılıyoruz her defasında , bahar oluyor seviyoruz güz oluyor üzülüyoruz. Çok fena hayallerimiz kırılıyor her defasında . Yelkovan da akrebi seviyor belki de o yüzden vakit bu kadar hızlı akıp gidiyor. Onların anlamsız sevişmeleri için hızlı çekim yaşıyoruz aşklarımızı , hüzünlerimizi , yalnızlıklarımızı. Saat 3:10:40 , bu kadar yakınlarken birbirlerine , saatin pilini çıkarmayı düşünüyorum haince . Saniye çok avantajlı aslında bu konuda ve fakat onu kimse sevmiyor, sarkıntı olup duruyor akrebe her dakika . En azından benim saatten saniyeyi söküp çıkartmak istiyorum sonra , biz rahat edemedik onlar etsin bari. Saat üzerine bu sapıklık yarım saattir sürüyor zihnimde . Kendisinin de hiç sevmediği şeyler düşünme tamponu gibi gidip gidip saate “tık tık”lıyor adice. Bu kadar uyumayınca oluyor böyle şeyler , kalkasım hala yok ama doğrulasım var. Doğruluyorum o zaman ben de. Ama benim doğrulmamla bir şey değişmiyor , doğrulan başka hiç bir şey olmuyor. Aslında ben bile dosdoğru doğrulamıyorum , istesem de yapamıyorum omurgam yamuk doğuştan. Oysa yelkovan ne kadar doğrusal , belki de o yüzden onun ilişkisi sürüyor milyarlarca yıldır. Ayağımı yorganıma göre uzatıp yatıyorum tekrar. Şu an için bir faydasını görmüyorum bu hadisenin belki yarın sabah. Belki biraz uyursam , belki de doğrulabilirsem sabah her şey daha doğru olabilir . Yine buluşuyorlar işte 3:15:00 , yaklaşık 45 saniye kadar sevişecekler , kıskanıyorum bariz. Her şey olağandı aslında , olağandışı olan konuşmaydı .Hava soğuktu , soğuklar yeni başlamıştı. Biz başlayalı birkaç sene olmuştu. Daha önce birlikte üşümüştük benzer soğuklarda, ben ona montumu vermiştim kahramanca . O gün çok sevinmişti , biraz sevgi biraz “seviş benle” dolu bakmıştı. Dün buna aldırmadı , bunda aldıracak bir şey kalmamıştı. O hiç bir şeye aldırmasa da çok güzeldi dün olduğu gibi , ben özel günleri saymayı hiç başaramamıştım. Eli bende , gözü yerde , aklı bambaşka bir yerdeydi . Sanırım orası buradan çok daha sıcaktı . Tam o esnada yelkovan ne gibi duygular içindeydi bilemiyorum. Çok sıradan sordum , çok sıradan ilişkimizin , çok sıradan bir buluşmasının çok sıradan bir zamanında.

- Neyin var ?

Cevap ise çok yalın. Üşüyor

- Ayrılmalıyız.



Fatih Çırpan
14.mart.2005

Günlük Hayat İşte

Günlük hayat işte. Hepimizin her gün yaşadıklarının alıntıları her birimizin diğer günü .
Alıntılara sabahla başlamak belki de en iyisi .. ee ne de olsa sabah kendi başına bir başlangıç demek değimli? Böyle bir şey işte , öyle uyuyamamışsın ki gece dünya daha yavaş dönse kendi ekseninde diye dualar etmişsin . Fakat mümkün değil böyle bir şey hatta söz konusu olamaz . Koskoca dünyanın kalbini kırmışsın geceden kolay bir olay değil. Bunu üzerine daha da hızlı dönüyor dünya –hırs yapıyor- ve öylesine çabuk oluveriyor ki sabah anlayamıyorsun bile. Güneş bu dalga geçmeye gelmez , mutlaka bir delik bulup giriyor odandan içeri . Kısa bir tartışma yaşıyorsun güneşle aranda , oldukça kısa sürüyor ki tabiidir. Dinlemiyor çünkü güneş dinleyemez de , sadece ışıyor işte gıcık gıcık… Kafanı kaldırıp yataktan güneşe doğru baktığında aynı ilkokul çocuklarının çizdiği gibi sana doğru sırıtan bir güneş görüyorsun gökyüzünde ..Sinirlerin altüst oluyor. Bir anda saatin alarmı çalmaya başlıyor. Kendileri sizi uyandırabilsin diye odanın uzak bir köşesine konmuş geceden , kim koymuşsa … Kafayı odasına göre belirli bir açıda çevirip saate bakıyorsunuz sinirle … Fakat o da anlamıyor bu bakışları ve hatta onun için odanın neresinde olduğu da çok önemsiz … Çalıyor pervasızca , sizin uyandığınızı görüp kapanmıyor nezaketen .

- İbne saat sus.

Hayır , susmuyor . Susturulmayı bekliyor . Tam da bunu beklediği anda yiyiveriyor kafasına bir kapan komutu . Başlamak zorunda olan gün başlıyor işte çok da ümit verici olmasa da …
Avuç içine biriken suyu kişisine göre sertlikte çarparak surata ayıltıyorsun bünyeyi. Bünye mutsuz … Fakat o su sesi bir çiş hissi uyandırıyor . En önce uyanan organ beklide prostat , bunu bilemiyoruz . Kendi çapında titreşerek işemek zorunda bırakıyor sizi . Banyoyla işiniz bittiğinde mutfağa geçiyorsunuz . Uyutmadık bari yedirelim bünyeyi anlayışıyla … Ağzın aldığınca , gırtlaktan geçtiğince dolduruyordunuz mideyi bir çırpıda . Tekrar odaya dönüp mümkünse ütülülerinden ve o gün sizi en uykusunu almış göstereceklerinden giydiriyorsunuz bünyeyi . Evden çıkarken baktığınız kol saati , işe geç kalındığını söylüyor . Hiç korkmuyor mu bu saat sizden .Bundan sonra bu kadar yüz göz olmama kararı alarak kol saati hakkında atıyorsunuz kendinizi sokağa … Sokağın başındaki durakta sanki her sabah aynı saatte bulunmak zorundaymış gibi davranan poğaçacı,gazeteci çocuk,kopya cd ci ve işe yetişme derdindeki insanlar sizi bekliyorlar sanki. Kimi çok önceden beri gördüklerinize , çeneyi yakaya 5cm eğerek ve en yalandan gülücüğünüzle , selamlıyorsunuz .Aralarında en samimi olduğunuz kopya cd ci çocuğun yanından geçerken ;

- Olm bu dünya varya deli gibi dönüyo
- Neden abi ?
- Onu bilemiyorum , haberin olsun diye söyledim.
- Olur abi!

Diyor çocuk ve siz uzaklaşmaya yüz tutacakken bekleneni yapıyor.

- Abi matrikis iki geldi , dvd den kopya ayıriim mi bi tane ?
- Ayır , ayır tabi . Kemikleriyle etlerini ayrı ayır ama
- ????

Arkanıza bakmadan yürümeye devam ediyorsunuz . Durağa ulaşıldığında , ayaklara durmaları emrini verdikten hemen sonra , saate bir göz atıyorsunuz fazla yılışmadan . Bu bakışı fırsat bilip sululuk yapıyor saat , uymuyorsunuz ona … Ve fakat işe gecikme oranı toplu taşımadan çok daha bir perakende taşımaya yöneltiyor sizi. Durağın birkaç adım önünde günün herhangi bir saatinde el etmeseniz de şansını denemek için duran taksi şoförleri son sürat geçiyor önünüzden … El ediyorsunuz sizde o zaman boş bir tanesine , terbiyeli bir şekilde duruyor. Biniyorsunuz ön koltuğa , sol bacağınıza değerekten açıyor taksimetreyi şoför .

- Maslak !

Böyle bir sözden sonra susuyor genelde taksi şoförleri , komut olarak algılıyor olsa gerek beyinleri … Herkes taksi şoförü olamaz diye düşünüyorsunuz içinizden…Fakat emin olamıyorsunuz , çünkü bu sessizlik şoförün sizi duymamış olması gibi bir şüphe doğuruyor uykulu beyinde , deniyorsunuz onu …

- nereye gidiyoruz ?
- Maslak değimli abi ?
- Evet . Maslak !

Demek ki duymuş.Onu kendi halinde bırakıp , ve kafanızı koltuğun kafalığına koyup –eğer varsa- kestirmeye başlıyorsunuz . Bu sırada radyoda mutlaka dinlemekten nefret ettiğiniz bir şeyler çalmakta oluyor . Olsun uyuyunca duymayacaksınız nasılsa . Ne yaparsanız yapın taksiciye ;

- kriz sizi de vurdu mu ?
- ulan bu hakemler olmasa kesin şampiyonuz

ve en önemlisi

- şeyi biliyor musun ?

la başlayan herhangi bir cümle kurmamanız gerektiğini çok iyi biliyorsunuz . Çünkü mutlaka biliyorlar o sorduğunuz şeyi , siz bilmiyormuş gibi sordunuz ya kendilerince açıklıyorlar da . Sizin de bilmediğinizi bilmelerinin verdiği rahatlıkla 1 e 5 katıp hatta 0 a 10 katıp anlatıyorlar.
Baş ağrıtıcı bir yolculuktan sonra varıyorsunuz iş yerinize . Gayet geçirgen bir tarife ile yepyeni bir güne başlamanın enerjisini hissediyorsunuz içinizde . Topu topu geç yattınız dün gece , bütün bunların olması gerekmezdi diyorsunuz.

- Ulan biraz daha yavaş dönsen çatlar mıydın ?

Diyorsunuz , büroya vardığınızda selamlaşmak yerine . Neyse en zor gibi görünen bölümü bitiyor günün masaya oturmanızla , ama yanıldığınızı sizde biliyorsunuz .Bir çaylık sultanlığınız var sonrasında da daha hızlı dön ey dünya diye yalvaracaksınız .Biliyorsunuz .

Fatih ÇIRPAN

2003

Tepenin Arkası Aşk

İstanbul semaları açık, hava kararmaya yakın. Karşı tepenin arkası kıpkırmızı, karşı tepedekilere göre tepenin arkası deniz. Sıcaklık 25 derece civarında , karşı tepenin arkası daha fazla olmalı… Yer boğazın herhangi bir kıyısı, kıyısında bir yaya yolu, sıra sıra banklar, banklardan dördüncüsü. Yine buradayım işte, refleks olmaya başladı artık her akşam buraya gelmek. Gelmek az zahmetli aslında ama gelmekle ilgili bir kafaya koymuşluk yokken burada buluyor olmak kendini her akşam… Her gün batımı…
Karşı tepenin arkasındakilere göre hava hoş, biraz sıcak… Hep böyle sıcak olmaz burası, çok soğuk olduğu zamanları hatırlarım. Elin avucumda, başın omzuma yaslanmış, sözcüklerim karşı tepenin ardına doğru … Çok değil geçen soğuklarda

Kız : Üşüyor musun?
Oğlan : Aslında biraz
Kız : Peki aramızdaki ısı transferi bile ısıtamıyor mu seni?
Oğlan : Termodinamik yapma bana şimdi
Kız : :) Cahilim benim
Oğlan : Cehalet mutluluktur.
Kız : Çok seviyorum seni.

Merak edenler için, yalnızım şu an bankta otururken… bunlar aklımdan geçenler, siz tesadüfen düşüncelerimin geçtiği yerde bulunuyorsunuz. Kendi kendine gülümsemek aptalca görünmüyor olabilir karşıdaki tepenin arkasından, görünmüyor olabilir belki de hiç… Daha önceki öpüşmelerimizi de görmemiş olabilirler. Parmaklarımın yüzüne değdiğinde dudağının bir tarafıyla gülümsemeni, bu yaya yolunda sanki kimseler yokmuş gibi, nefes nefese öpüştüğümüzü… Ama hep burada dördüncü bankta…
Bağdaş kurmuş bu yol üstü bankta, elin ceketimin yakasını çekiştirirken, çok değil bu sıcakların başında

Kız : Hayatım
Oğlan : Efendim
Kız : Sende hissediyor musun?
Oğlan : Hisli biriyimdir biliyorsun.
Kız : :) Çok şanslıyız biz.
Oğlan : Evet sadece milli piyangonun bunu kanıtlamasını bekliyoruz.
Kız : :) Pis budala
Oğlan : :)
Kız : Çok seviyorum seni.

Merak edenler için, yalnız oturmamın nedeni sevgisinin bitmesi… sevgisi bitmiş, öyle söyledi bana artık bu ırz düşmanı sıcaklar başlamazdan hemen önce. Öyle söyledi ki en yakın tekel bayiinden gidip alasım geldi. O kadar pozitif bilimsel yaklaştı. O kadar kısa sürede alışıyor ki insan refleks oluyor kısa süre sonra. Bu bizim ritüelimizdi , her akşam burada, ama hep aynı bankta … kafenin oradan dördüncü bank… sözcüklerimiz buradan karşıdaki tepenin arkasına doğru. Bankın en ucuna ilişmiş sen, kaşların çatık. Bakışların garip, ellerin titriyor. Çok değil çok yakın geçmişte…

Kız : Sevgim bitti
Oğlan : Oldu peki, alalım ne kadar lazımsa
Kız : Ciddiyim şapşal, hissetmiyorum eskisi gibi, hissedemiyorum.
Oğlan : Tamam o zaman, sen öyle dedin ya , bitsin o zaman bari
Kız : Anlamıyorsun beni
Oğlan : Anlaşılır konuşmuyorsun
Kız : Anlamıyorsun

Merak edenler için, öyle dedi ve gitti. Gelmedi henüz geri, ben ise sanki bu bank benimmiş , o da sanki benim bank arkadaşımmış gibi buradayım hala. Güneş görünmez oldu karşı tepenin arkasında, oradakiler görüyordur hala belki. Ben göremiyorum artık, pek sağlıklı düşünüyorum da denemez aslında son günlerde. Tepenin arkası gündüz , burası gece…
Ben gideyim artık bugünde gelmeyecek herhalde…..


Fatih ÇIRPAN
21/06/2007

Yosma

Aklı fikri de toparlayınca kıyafetlerle birlikte
Burayı da terk etmemek için pek fazla neden kaldığı söylenemez
Her an gitmeye teşne bavulumsu ile nasıl buyur edildi isem
Aynı duyguya sadık anlaşılırım diye umuyorum
Aklımda kalıp kalmayacağını sormasına izin vermeden
Benden bir şey alsan
Alsan alsan neyimi alırdınları transit geçerek…

Kaldım ben zaten her ayrıldığım yerde
Kalıntılarımın toplamı koca bir hüzün
Bir daha toplanamamak üzere
Sende kalanımla bitirmiş iken en zor matematik hesabını
Bende kalanım fahişe
Sende kalanım tutsak

Gitmeye karar vermek kolay
Bu kadar sahipsiz hissederken
Ve bu kadar özgürken yosma ruh
Önceki ter kokularından uzaklaşarak
Aynı rüzgarlarla sevişe sevişe
Sanki herkesi ve her şeyi aldatır gibi
Önce kokum uzaklaşıyor
Sonra ben………

13/02/09

3 Temmuz 2009 Cuma

Birlikte Yaşa(ma)dıklarımız

Başlangıçta var olanlarla yolculuk esnasında başkalaşanlar, yolculukta başkalaşanlar için yeni var olanların eskilere göre farklılıkları ve aynı gemiye sanki gemisiz gidilemezmiş gibi davranan deli ruhlu bir tayfa.

Hangi karakterin hangi ruh haline denk geldiğini ya da karakterlerin toplamlarının çok rating bir hikaye olup olamayacağını bilmeden, düşünmeden, hayatımıza elini uzatan hangi yönetmen tarafından doldurulduk bu gemilere belirsiz. Tayfayız işte altı üstü, öyle çok hayati sorumluluklar yok üstümüze düşen ve fakat bu kadar iç içe yaşarken, kimileri kimseleri yakınımıza sokmak, içimize almak hatta zaman zaman onlar olmak istiyoruz.

- Onu çok sevdiğim için söyleyemedim aslında gerçekten aklımda olanları, gerçekten onun yanında olursam öyle zamanları atlatabilir diye düşünüyorum.

- Birlikte geçirdiğimiz onca zaman, onca anı,onca acı, onca çaba bu kadar kolayca gözden çıkarılamamalı diye düşünüyorum.

- Hep birbirimiz için özeldik. Beklenti olmadan verirdik bir diğerimize, hala da veririz aslında ama son zamanlar biraz zor geçti ikimiz için de...

Diğerleri için olan bütün düşüncelerim, düşünceliliklerim, fedakarlıklarım, kendilerinden çok ciddiye almalarım arasında sanırım bir kişiyi çok mağdur ettim. Farkına vardığımda kırık kalbi, büzülmüş dudakları ve küskün ifadesiyle öyle gırtlağıma dizdi ki bütün yanlışlarımı, tövbe edip tayfalığa gerçek önceliğime dönmek için yeminler ettim.

Son tayfalık işiydi bu, son az rating li hikayelerin figüranlığı ve onlarlaşmaya çalıştıklarımın üstünlüğü olan bir hayat...

Haa, kim miydi farkına vardığım kişi, ben...

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Fılayin Hay Vit Sarp (Flyin' High With The One)

Sevgili okuyucu,

Az sonra okuyacaklarınız tamamen gerçek olup, kimi kişilerin isimleri sadece bilinmemesinden dolayı, olayların akışı gereği kendilerine yakıştırılan isimlerle anılmıştır.

Yazın gelişini kutlarken "alevtopları" ile her iş dönüşü, dayanamayarak bu kutlamalara ve 2009 un başlı başına tam sayfa manşeti Sarp The One ' a yalnız bakmalara, taşınıveriyoruz 1000 külfet "anamgil" in yazlığa. Nedense sol seven çok fena sağcı kamyoncular ile dans eşliğinde yazlığı gel-git leyerek 15 gün kadar, her sene kalın bir ip ile çektiğimiz "kayınanamgilin" yazlığı olan Iren Residence Bodrum günleri için yolculuk gününe varmış bulunuyoruz. Aslında bu yolculuk ile ilgili ilginçlikler henüz bu seyahat planlanırken kendisini gösteriyordu. Şimdi düşününce hatırlıyorum. Karayolu seyahati her üçümüzü de insanüstü yoracağından uçak ile seyahat planı yapılıyor. Neredeyse genelevlerde bile kural halinde olan "12 yaş altı ücretsizdir" düsturu, holdingini sevdiğiminin bir ismi lazım değil türk hanedanının bilmemkaçıncı oğlu tarafından "çocuk da işsiz kalmasın" diye kurulmuş havayolu şirketi tarafından uygunlanmadığı anlaşılıyordu.

-Nası olm ?
-Olm ?
-Pardon hanımefendi ama çocuk demeye dilim varmıyor. Bu bebe için biz ücret mi ödeyeceğiz.
-Aynen dediğiniz gibi beyefendi, rezervasyonunuz 3 kişilik bodrum gidiş dönüşü şeklinde, onaylıyor musunuz?
-Pega beye söyleyin, ilk bebeli uçuşumuzda onu hatırlayacağız.
-Pega Bey?
-Yes, Mr. Pega Sus
-Size yardımcı olabileceğim herhangi başka bir konu var mı acaba beyefendi?
-3'lük matkap ucuyla, 4 lük dübel bulamıyorum....
-.............
-Yok, hanımefendi teşekkürler.
-Bizi seçtiğiniz için teşekkürler, yine bir bıdıbıdıbıdıbıdı

Dialog gereksizliğin tavanlarında geziniyor, bizim 50 lik banknotlar ise bavulu dürmüş Mr. Pega'nın boeing 737-800 üne doğru yalpalamakta. Gerçi Mr. Pega oyuncak oynar gibi oynadığından, bir yetişkin bileti bir 50 liğe bile denk gelmemekte ama bunun neden olduğunu acı şekilde tecrübe ediyoruz.

Bilet ucuz olsun abi, farketmez şarmelşeyk üzerinden de gideriz bir adam değiliz ve fakat uçak Sabiha Gökçen den kalkmakta ve biz ise "anamgilin" yazlığında yani 170 küsür km uzağındayız havalimanının. Uçuş 06:50, bizi havalimanına götürecek araç yetenekleri bakımından, yolda kalmazsa bizi 1.5 saate götürür nitelikte bu durumda ilk bebeli uçuş olması dolayısı ile 1.5 saat erken orada olsak etti 3, e hazırlık mazırlık etti 3.5 saat.Saatler kuruluyor 3:30'a da yatılıyor erkenden belki biraz uyunur diye.
Uyku sıra sıra gezip de bizim göz kapağına pisleyince çalıyor saat, saatlere ilk küfür edişim değil, okkalısından giydiriyorum kendisine. Kalkılıyor 1001 naz, ve chp sel muhalefetime karşın "aaaa, olur mu kaç gün kalınacak orada, hem bebe günde en az 68 kere işer, 94 kere falan kusar, hepsi ayrık olsa 162 kıyafet eder" denilerek, yani fena halde keriz yerine konularak ben, samsonite in guiness rekorlar kitabını zorladığı valizi tıklım sıkış dolu olarak indirilmeyi bekliyor. Evimin erkeği, oğlumun babası yükleniyor valizleri, kahramanca bitiyor valizleri araca koyma işlemi, veda süreci başlıyor teker teker.Kardeş, baba, abla ve en son elinde mamayla beni bekleyen anne öpülerek, uykusunda bir sepete konduğunu çakmadığı için uyku çuvallayan Sarp hepsinin göz seviyesinden geçirilip biniliyor taksiye. Deparadım diğer aileye gidiliyor.
Taksimetre açılmıyor takside bu arada, hatta taksici benle çok samimi konuşuyor, pis kıllanıyorum.

-Hayrola!
-İyi be amcaoğlu, sen napıyon, eşek sıpasını büyütmüşünüz bayaa
-Tarık
-Efendim amcaoğlu
-Sen benim amcamın oğlusun
-Hihihi

Taksici amcamın oğlu çıkıyor. Meğerse geceden bize geliyor, sinsice siniyor bir yatağa sonra ben Hector şekil valiz taşırken arkada 2-3 börek götürüp oturuyor direksiyona hiç birşey yokmuş gibi ortada. Adi amcaoğlu, taşırmıydım lan onca valizi bilseydim.
Kimi badireler atlatılarak (ki saydıklarım arasında aracın balatasının bitmesinden dolayı genellikle yokuş yukarı giderken anlamsızca yavaşlaması, doğru frenleme yapmak için en yakın takipte 400 m. aralık bırakılması ve tekerleklerdeki balans yüzünden belli süratte direksiyonun şoförü onun masaj aletiymiş gibi tir tir titretmesi vardır) havalimanına varılıyor tam şavullanan saatte. Tüm İstanbulun aynı gün tatilinin gelmesi ve "çok trafik olur lan" diye sabahın bu kör zamanını seçmesine çok şaşırıyorum. Biz sırada 1001 marifetle ilermeye çalışırken sepetini algılayan Helico uyanıyor, sıradışı keyifli, boynundaki 4 çantayla ve iki elinde kabin valizi ve ayağıyla bir uzay gemisi boyut valizi iten babasını komik buluyor. Sıradaki bir kaç insan benzerine de gülümsüyor bu arada. siX-Ray den geçiyoruz, check-in sırası. Çengel bulmaca gibi örülmüş kimi bantlar arasında diziliyoruz bir sürü insan, havayolu şirketinden birkaç çoban insanı da havlıyor sürüyü bozana, geliyor sıramız bitiriyoruz işlemi, kapıya gidip uçuşumuzu beklemeyi düşünce filizlendirirken, çok fena zihin okuduğuna inandığım Helico basıyor yaygarayı. Sevgili(m) eşim, voltranın başı olan aslan, bizim uzay gemimizin kumanda paneli vs. vs. vs. Helico'nun acıktığını, kendisini şiddetle beslememiz gerektiğini, bu esnada saati de dikkate alırsak kuvvetle muhtemel beslenme sonrası kaka yapacağını yani bir de alt değiştirmemizin gerekliliğini anlatıyor. Düşüyoruz yola, bebek besleme odası, oda önü kapıkulu nöbetçisi rolünde bu sefer, sabahın körüne göre daha hafif bir karakterde 1 saate yakın zaman geçiriyorum.

Bütün olası felaketleri geçirdiğimizi düşünerek ulaşıyoruz uçağa. Bütün yazının oluşmasını sağlayan korku, bebe küçüktür, uçak havalanırken basınç değişikliğinden kulaklarında oluşacak tıkanma ve basınç hissinden dolayı ağlama krizlerine girebilir. Daha önce senelerce uçakta ağlayan çocuk ebeveynine giydirmekten geri durmayan ben, bu olası senaryoyu bir kader intikamı olarak adlandırıp, çekeceğim acıya konsantre olmaya çalışıyorum son birkaç gündür. Gerçi kendimizce bir B planımız mevcut, uçak havalanırken bebeyi dayayacağız anasının memesine, sıkıysa yutkunmasın. Tek açık nokta, Bodrum uçuşu 45 dakika, acep anamızın performansı yeterli kalacak mı?

Neyse uçakta 3 no.lu sıradayız, özel ricalar sayesinde, ilk otobüs ile vardığımızdan, resmi kalkış saatine dakikalar kalmış olmasına rağmen, ikinci hatta üçüncü devamcıl otobüslerinin boş uçağa yolcu taşımasını beklemekteyiz.
Uçuş esnasında aslan payı anneye düştüğünden Helico ya bir süreliğine göz kulak oluyorum. Kucağımda uçağı ve yakındaki tipleri kesen Helico, sabahki enayi neşeyi kaka sonrasına devşirebilmiş vaziyette yanda gazete okuyan adama doğru;

-Egııı......aaaaahhhahiiyyyyyyyyyy vs.vs

Ses vermelerle ikinci otobüsü getirmiş bulunuyoruz. Uçak halen tam dolu sayılmaz ve fakat saat resmi kalkış saatini kimi dakikalar geçiyor.
Pek zeki olmadığı gözlerinin ferine yansımış hostesimizi bize doğru gelirken yakalayıp;

-Pardon, üçüncü bir otobüs gelecek mi yoksa kalkacak mıyız yakında, eğer kalkacaksak kimi boş koltuklar gördük, biz burda Helico ben annesi ve bir yabancı şeklinde oturma denemeleri yapmak yerine boş bulunan bir koltuk gurubuna dikey geçiş......
-Şşşşş, pardon beyefendi, birazdan geliyorum.

diyerek geçiyor yanımızdan kız, böyle bir ortalama cümleyi tamamen kavramasını beklemesem de, bundan öte parmak hesap bişeyler saydığını görüyorum kendisinin. Bize doğru yine aynı yönden parmak hesabı ile yaklaşırken denediğim cümleye olumsuz yanıt alınca açıklama istiyorum.
Uçağın dengesi bozulurmuş, zaten bozukmuş,bu şekilde kalkılamazmış, falanları filanlara dantel dokuyarak anlatırken, kendisine dikey geçiş derken geyik yapmadığımızı, yatay yerine dikey bir geçiş istediğimizi, kendisinin bahsettiği denge probleminin herhalde uçağı önü ve arkası ile ilgili olmadığını anlatmaya çalışmaya başlamadan, serçe parmağı tutarak yoluna devam ediyor.

Konu ile ilgili notumuzu almış bulunuyoruz. Mr. Pega ya mail yazılacak, efendim Boeing 737-800 ler de denge proplemi bakidir. koridorun sağındaki ve solundaki koltuklarda oturan insanları hatasız sayabilecek kapasitede personel istihdamı elzemdir.

Yanımıza-sanki başka yer yokmuş gibi- oturarak artık orasını 4 kişilik bir koltuk grubu yapan ay yüzlü amcamız hayatından memnun görünürken, Helico amcamızın suratına ve hatta göz kontağına ıkınarak, yüksek sesli bir gaz çıkarınca, nedense keyfi biraz kaçıyor.
Son derece önemli bir zamanlamayla bizle birlikte yanımızdaki adamı da zehirleyen Helico'nun kokusu öte beriye yayılmasın diye annesiyle, kendisinin osurgan kıçını ekstra battaniyelere sarmakla uğraşırken, talihsiz şekilde kaptan pilotumuzla tanışıyoruz.

-Sevgili yolcular, uçağımızın kargo bölümü ile ilgili doldurulan evrakta bir yanlılık olduğundan, bu evrakların tekrar doldurulmasını bekliyoruz. Müteakiben hemen kalkabileceğiz.

Kargo evrakçı çocuk koşaradım gelirken uçağa, Helioo zehrine yenik düşen ay yüzlü amcamız, kendi isteği ve rızasıyla dikey geçiş yaparak bizi eski özgür koltuk hücremize kavuşturuyor.

Pistte uçağın hareket etmesiyle panik yumağına dönüşen eşimin kucağına paslayarak Helicoo'yu olacakları beklemeye koyuluyorum. Pilotun dediği gibi 1-2 dakika içinde havalanıyoruz. Tanrım feryatlarımızı duymuş olacak ki bütün kalkış boyunca deli gibi yutkunan Helico sonrasında da annesinin kucağına uyuyakalıyor.

Sanki yardımcı pilotla anlaşarak herkesi zıplatmak için, yüksek perdeden bir sesle bize rehberlik eden rehber-pilotumuzun kimi seçmeleri aynen şu şekilde cereyan ediyor.

Kalkıştan hemen sonra (diyelim ki dk.5)
- Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor.Şu anda Sabiha Gökçen havalimanından havalanmış bulunuyoruz. uçuşumuz yaklaşık 50 dakika sürecek ve bir aksilik olmazsa (??????) Bodrum havalimanına saat 08:10 da inmiş olacağız.

Kalkıştan hemen sonra (diyelim ki dk.7)
-Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor.Az önce havalandığımız Sabiha Gökçen havalimanından İstanbul yönünde uçuş yaparak döndüğümüzden, şu anda uçağımızın sol tarafında oturan yolcular, kartal pendik sahil şeridini görürlerken, sağ taraftaki yolcularımız ise İstanbul Boğazını görebilirler.

Kalkıştan biraz sonra (diyelim ki dk.17)
-Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor. Sizlere uçuşumuz ile ilgili biraz bilgi vermek isterim. Şu anda anasının bilmem kaç feetinde ve saatte deli gibi bir süratle seyretmekteyiz. Bu arada, az önce balıkesir üzerinde geçtik, sağ koltuklar erdek, kapıdağ yarım adasını görebilirler.

Kalkıştan biraz biraz sonra (diyelim ki dk.22)
-Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor. Bodrum havalimanına yaklaşık iniş saatimiz güncelliğini korumakta ve bodrumda hava açık 26 derece sıcaklık bulunmaktadır.Hmm, aaaaaa, elimize yeni bilgiler geçtiğinde sizlerle paylaşırız.

İnişe doğru (diyelim ki dk.30)
-Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor. Şimdi izmir üzerinden geçiyoruz.Sol koltuktakiler yenimahalleyi, sağ koltuktakiler ise kordonu görebilirler.

İnişe az kala (diyelim ki dk.40)
-Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor. Şimdi Bodrum Havalimanı için alçalmaya başladık, sağ koltuklar bodrumu görebilir.

İniş anında (diyelim ki dk.44)
-Cabin crew cross check.

İndikten sonra (diyelim ki dk.50)
-Sevgili yolcular, bu güzel uçuşta bizi seçtiğiniz için teşekkürler, bir sonraki bıdıbıdıbıdı.....


sayesinde hayatımdaki ilk rehber-pilotla karşılaşmış oluyorum.

Bütün korkulara ve neredeyse elinden mikrofon düşmeyen rehber-kaptana rağmen Helico bütün korkularızı öldürerek, uyuduğu anakucağından, uyanıyor pırıl pırıl bir bodrum sabahına......

Ay İndikatörü

Dijital günlük düsturu bilmeden atıp tutmak olmaz tabi ama böyle her ay için bir ay indikatörü koymak gerekir mi gereksiz fikri başımı yemeden "yapıştırsak" bu notu da kurtulsak.

Bloglardaki bu aya göre entry listeleme mantığı yüzünden gereksiz aybaşı gerginlikleri baş gösterdi. Yok efendim, sonradan günlüğe duhul olan kimse cinsel organına göre seçtiği herhangi bir ayın içindeki yazılar listelendiğinde, nasıl ve nerden bilecek temmuzun birinde yazılan yazının temellerinin haziran başında atıldığını. Pek sayın blog dile gelip anlatacak mı önceki gelişmeleri, ya da kimi soru işaretleri ile ekrana bakanları "Anlamayanlar" ilkokul mantığında listeleyip bize e-posta mı atacak. Sanırım iki ihtimal de zeki olduğunu sana bu blog'a göre "kodum müsaade etmiyor abi" tadında.
Bu durumda n.ş.a bu blog dan keyif alabilecek birinin, o gün cinsel organının yönüne göre giriş yaptığı her hangi bir aydan biraz bakınıp, bir süre sonra esneyerek, "hastirsin bu da" diye bize giydirerek terk etmesine neden olabilir.

O zaman bu endişeden kendi kodumuza göre alınabilecek tek önlem olan "Ay İndikatörünü" dikkatle, dikkatli gözlere sokmak gerekir.

Sayın blog okuyucusu, bu mesaj blog yazarı tarafından etraflıca düşünülüp, yetmemişse taşınılıp, kimi rakıya arkadaş bardaklardan sular taşınıp, akıl değirmenleri güldür güldür çalıştırıldıktan sonra yazılmıştır.
Şu anda, organınızın kadri kısmeti sayesinde seçerek, okumaya başladığınız bu etiket altındaki yazılar, bundan evvelki ve sonraki etiketler ile ilgili hayati bağlantılar taşımaktadır. Bu durum organınız ile ilgili herhangi olumsuz bir noktayı vurgulamamakla beraber, kimi ilintili yazılara ve karakterlere "bön" bakışınızı açıklamaktadır. Kodu bundan öncekileri özetlemeye kadir olmayan blog adına sizlerden özür dileyerek, yazar tavsiyesi olarak, okuduğunuz 2 yazıdan sonra yazara ve bu dijital günlüğe "hastir" çekmenin çok adaletli olmadığını hatırlatır ve diğer yazılarında dikkatle okunması gerekliliğini belirtiriz.

Bu "renkli türkçe" bir yama olarak işe yarar gibi ... ????

Yine de 2009' un favori ay'ı olmaya aday temmuz başlamıştır biz ne desek de...
Hayırlı uğurlu olsun, sağ elimle yazıcam diye kasıp duruyorum, hatta durmuyorum, hadi bismillah...

23 Haziran 2009 Salı

Helico's Best Of CD I

Madem ki dedik olsun bu dijital günlüğümüz, dökülsün saçılsın içimiz siyah eteklerine çekinmeden kimseden, öyle gelsin ki günlük bazen günlük gülistanlık olsun heryer...

Başımıza kaç bin bela geliri hesaplamadan, giriştik bakalım bu işe ya sonumuz hayrola....

Label: HELICO'S BEST OF CD I
Genre: Easy Listening,Chillout,Newage,Jazz
Producer: Helico's Father

Songs:
1. Ibizzare - Las Brisas
2. Light Of Aidan feat. Note For A Child - Loving You
3. Paco De Lucia - Entre Dos Aguas
4. Lemon Jelly - A Tune For Jack
5. Soundchillaz - Alright
6. Dual Sessions - Fly Me To The Moon(Dark Side Mix)
7. Juan Serrano - Entre Olas
8. Jose Padilla - Adios Ayer (Original_Mix)
9. Sabres Of Paradise - Smokebelch II Beatless Mix
10.Gaelle - Give It Back
11.Brasstronaut - Fan
12.Madonna - Frozen (Bands Forgotten Mix)
13.Mark Elliott - The Transition
14.Juan Serrano - Gorrion
15.Omar - Whispers in the Moonlight
16.Aly Bain & Phil Cunningham - A Bright Star In Cepheus
17.No.On - Morning (Zen Edit)
18.Animat - Hummingbird Highway

Link : http://rapidshare.com/files/247732753/Helico_s_Best_Of_CD_I.rar

Zihin Filtresi

Geçenlerde uzunca aradığım "kurutma makinesi filtresi" ni ararken, onunla beraber uzunca bakındığım "zihin filtresi" ni henüz kimsenin üretememiş olmasına şaşırıyorum. Bulunan kurutma makinesi filtresinden sonra inatla aranmasa da, daha önce kahve filtresi arandığı ya da hava filtresi arandığı dönemde hatırı sayılır seviyede aranmışlığı vardır.
Filtre enteresan bir buluş olmasa da, vazifesi itibari ile çokça gereksinilen bir somuttur.
Bilindiği üzere filtre, başka bir amaç için kullanılan ana bileşiğin özünün saflaştırılması için kullanılan, bu görevi yerine getirirken vazifesine göre değişik gözenekleri tıkanarak iş yapmaz hale gelen, işbu halde faydasından çok zarar veren bir yalıtkana dönüşen ve özenle değiştirilmesi gereken bir somuttur.

Çok zaman oldu, zihnimin filtresini değiştirmeyeli.... İşlemcisine bereket zihnimde, ortalama hızdaki bir bilgisayardan oldukça fazla işlem yapılmakta birim zamanda... Hal böyleylen, filtreyi aşıp, iyi ya da kötü, anı ya da tecrübe olarak kayıt görmemiş bir sürü kalıntı zorlamakta filtrenin gözeneklerini, daha az fikir akışı olmakta filtrenin içinden, daha az işlem yapabilmekte işlemci, yavaşlamakta süreç, alıcılar kapanmakta, refleksler kaybolmakta, filtre geçimsiz düşünceler, önyargılar yüzünden hayatın kapsamlıca bir kısmı kaçmakta.

Hiç olmazsa bir "lavabo-aç" ı icad edilemez mi bu filtrenin...
Ya da çamaşır suyuna mı yatırsak zihin kabuğunu geceden, sabaha lekesiz...

18 Haziran 2009 Perşembe

Sudan Sebep

Havada çok uzun süredir takip ettiğim yağmur damlası denize düştü. Denize düşer düşmez de öldü . Deniz bu duruma sinirlendi , köpürdü , kabardı , koştu koştu gitti ada vapuruna vurdu . Vapurdakiler biraz sallandı , biri elinden kahvesini üzerine düşürdü , kaptana kızdı . Kaptan gemiye kızdı. Gemi alındı , döndü denize kızdı. Hırsla çevirdi pervanelerini deniz paramparça oldu. Canı acıdı denizin , toplayıp bütün öfkesini gitti kıyıya vurdu . O yağmur damlasının ölüsü kayaya çarpıp havalandı , bir balıkçının yüzüne çarptı. Balıkçı havaya küfretti . Hava çok kızdı bu duruma , deli gibi yağmaya başladı . Yağmur damlaları süratle düştü denize , düştükçe öldüler . Ağlamaya başladı yağmur damlaları. Önümde oturan çocuk , “İstanbul ağlamaya başladı” dedi. Balıkçının yüzündeki ölü yağmur damlası , kayıp balıkçının çenesinden yere düştü. Oradan geçen bir çocuk üstüne bastı yağmur damlasının . Onun botunun altına yapıştı öle bedeni . Bir süre sonra çocuk koşmaya başladı . Ölü yağmur damlası çocuğun sırtına sıçradı . Babası çok kızdı çocuğa , bağırdı .Çocuk üzüldü , su damlasına kızdı. Su damlası duymadı , ölüydü. Çocuk ve babası gittiler. Yağmur damlası çocuğun sırtında kurudu ,diğer bütün damlalar gibi. Gökyüzüne çıktılar hep beraber , hayat bulma sırasına girdiler. Kim bilir kaç damla sonra sıra geldi bizim yağmur damlasına . Bir sonraki sefere Kazakistan’a yağdı o yağmur damlası . Ben hiç farkında olmadan sesli sordum .

-Acaba yağmur damlaları reenkarnasyona inanıyor mu? diye…

Garson anlamsız bir bakış attı yan masadan geçerken .Önümdeki çocuk arkasını döndü , bana baktı. Çok sudan bir sebeple gelmiş bulunuyoruz bu dünyaya diye düşündüm. Düşüncem düştü beynimden , öldü .



Fatih Çırpan
14.Mart.2005

Uzakdoğu

Uzakdoğu yolculuğundayım.Henüz uzakdoğuda değilim, az biraz batısındayım. Kaptan pilot yaklaşık 10 saattir direksiyon sallıyor. Uçak ve benzeri yolculukların hiçbirinde uyuyamama sorunum tavan yapmış durumda. Müzik çaların şarjı bitti ki bu normal böyle bir yolculuğa aküyle çıkmak gerekirdi. Nedense şimdi akıllıca gelen bu fikri kimse beğenmemişti :). Notlarıma ekliyorum “ dönüşte akü alınacak, 65 amper” Bölüm bölüm yerleştirilmiş ekranlarda oldum olası sevmediğim tür bir komedi filmi oynuyor. Birkaç tip var ayakta benim gibi onlarda çok Uzakdoğulu tipler, bir Hindistanlıya kardeşim diyebilirim o kadar. Gece bindik uçağa, bir iki saat uçtuk gün oldu gece, şimdi yine gece herhalde bilemiyorum. Hostesler de uykudalar, nöbetleşe değişerek arada bir geziniyorlar. Ben hepsiyle özellikle göz göze geliyorum. “ Yardımcı olabilir miyim?” sorusuna ise “Kaptana söyle bu kadar saat uyumadan direksiyon sallamasın, bir iki hava boşluğunda kestirsin” gibilerinden bir uykusuzluk sendromunun tam ortasında olduğuma dair cümleler kuruyorum. “Anlamadım efendim?” uykulu sorusuna “Uçakta bomba var galiba, şu ışıkları yakında bir arayalım” konsantre saçmalığını kusarak uyanmasını sağlıyorum arkadaşın. Yolcu olarak ben uyumuyorum, onların uyuması çok enayice. “Hadi arkadaşlar oturmaya mı geldik ?”
İniyorum uçaktan sonunda, hoş bulduk lan Hong Kong!. Ayaklar 49 numara olmuş durumda. Hemen otele atmalıyım kendimi ve bir duş alıp bir şeyler yemeliyim. Anlaşılmaz bir şey daha işte! Türk Hava Yolları ile seyahat ettik ama yemekler acayip Çin işiydi. Neymiş efendim , Çin’li yolcu Türk den fazlaymış. Olsun banane, hem sen Çin Hava Yolları değilsin ki kardeşim, sen bizim lalemizsin. Gökyüzünün lalesi kime diyorum.  Hava alanını terk eder etmez, hatta etmeden, henüz çıkış kapısının kapsama alanına girdiğinde , gün gören görmeyen bütün deliklerinden ter çıkıyor insanın. Yazıldık taksi sırasına bekliyoruz. Sırada sigara yiyen tek kişi benim. Bir kişi daha var ama o bayağı içiyor. Sıramız sigarayı sindirmek üzereyken geliyor, atlıyoruz taksiye “Allah senden razı olsun Carrier”.

- Royal Plaza Hotel please.
- Hın zjın kun?
- Hassiktir!
- Nla shın kun?
- Prince Edward Road canım, Kowloon
- Ooo Kowloon?
- Yes, Mongkok Kowloon
- Oooo Oooo Mongkok?
- Yes dedik ya olm.
Gülümsüyorum suratına herifin

Hafif olaylı başlıyor Hong Kong seferimiz. İngilizce bilmemesine rağmen pratik zekası kuvvetli çıkıyor allahtan taksicinin.

- Carrier’ı bildinmi?- …………
- Alarko amcamın teyzeoğlu olur kendisi.
- Hgan zun shaga
- Hakan değil olm, hadi hadi önüne bak.
- Şfituga bıngua masfi

Allah bilir giydiriyordur bu taksici bize, olsun zaten anlamıyoruz üstüne üstlük deplasmandayız çok fena. İlk izlenimim çok saygı uyandırmıyor bu İngilizleşen Çinlilere ve bu İstanbul kadar ülkelerine. Fazla kalmayacağıma seviniyorum , zaten girişte göçmen bürosunun kayıt kağıtlarını da doldurduk. Biz istesek de çıkartmaları olası. Aniden

- Hey hey , this building sir. Follow that road please.
- Şiyu şaligzhou
- No, no no no . Not this road that roaaaaad!
- Oooooşiii
- Oşi tabi gevşek taksici, stop here please i’ll go by walk

Zor da olsa inebiliyorum otelime yakın bir yerlerde, yürüyüşe geçiyorum elimde benden uykusuz bavulum. Dayan lan bavul ha geldik ha gelicez. Saat sabah 08:45 burada , İstanbul’da 02:45. Telaşe var heryerde, fena bir trafik sorunu olduğunu keşfetmek 30 saniye kadar sürüyor.Her yer araba, hayır hayır her yer insan! Hangisi daha çok karışıyor. Benim gibi turist yok yalnız o kesin. Yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüş sonunda varıyorum otelin kapısına ve dayanıyorum resepsiyona.

- Good morning.
- Good morning sir, how can i help you.

Alnından öpesim geliyor resepsiyonist kızı.

- I’m here for stay, that’s my passport and voucher.
- Okey sir , take some rest please, i’ll be there in 5 minutes
- Thanks.

Voucher’a gömülüyor küçük kafası kızın. Komisel Çingiliz çocuğa bir şeyler söylüyor. Çocuk benim bavulu alıp kayboluyor ortalıktan. Hatun geliyor devrisinde, Siyonist resep siyonistim benim.

- There you go Mr. Çırpan, your room number is 1654. Wellcome again!
- It’s very kind of you kız.

Sonunda atıyorum kendimi odaya ve de sıcak suyun altına. Beklediğimden daha iyi geliyor duş. Bavulun en üstüne koyduğum pijamalara bürünüyorum hemen. Şimdi kahvaltıya inerek ve böyle yorucu ve sinir oynatıcı bir başlangıcın ardından, sinir krizi bir menü sıkıntısı çok eziyet verici geliyor.Açıyorum minibar ı , bir adet soguk sandviç ve bir adet kendini su sanan sodayla geçiştiriyorum kahvaltıyı, uykuya dikey geçiş yapıyorum. Az biraz televizyon bakıyorum. Sadece resimler, hareketli mecmua. Bi bok anlaşılmıyor hiçbir kanaldan. Uyku öncesi sigaramı yakıyorum. İşte şimdi biraz huzur hissediyorum. Bu huzur henüz bünyedeki ilk turunu doldurmadan telefon çalmaya başlıyor. Allah Allah, ısrar ediyor telefon. Göçmenb bürosundan arama olasılıkları ne acaba? Neredeyse kesinlikle yanlış olduğundan emin olarak kaldırıyorum ahizeyi ve Avrupalı hariç herkese küfür etme kararı alıyorum.

- Hello?
- Oooo Hello sir. I’m cathrine from reservation. Our staff warned me about your safety.
- Safety? What happened am i lost?
- No, sir. We determined that the fog level is above standarts, is everthing ok sir?
- What fog? Ne diyo lan bu hatun.
- Ohhh Oooh, you mean yeaah, i’m smoking right now.
- Ooooşi , but you didn’t note that you want to stay in a smoking room sir?
- Do you want me to change the room sir

Elimde kalıcak karı.

- No cathrine from reservation.
- But
- Üsteleme karı, söndürüyorum sigarayı. Ok cathrine ok, everything fine, i’ll changethe room tomorrow.
- Ok thank you sir. Sorry for inconvinience sir
- Uzatma cathrine

Kapatıyorum telefonu sinirle, kızda suç yok hep İngilizlerin ibneliği. Uyu olm fatih, uyu. Hayırlı olsun Uzakdoğu seyahatin.

Fatih ÇIRPAN 26.Mayıs.2006

Arka - Daş

Kilit kırıldı bi kere....


Arka-daş , olsa olsa arkalarımız aynı olabilir. Yüzyıllardır abartılmış bir kavram arkadaşlık. Özünde bencil olduğumuz gerçeğinin en kat-i örneklemesi olmasına rağmen yanlış algılanan, yanlış yorumlanan bir kavram. İdeal bir arkadaşlığın süresi ne olmalı ? Birliktelikler ve birlikte geçirilen zamanlar açısından bakarsak, birlikte vakit geçirmeyi istemesek de birlikte olduklarımıza aile ya da eş, onlar dururken vakit geçirmek isteyip kayırdıklarımıza sevgili, bütün bunların arasında zaman zaman vakit geçirdiklerimize ise arkadaş deniyor. Ve bu bakıştan arkadaş, biraz sosyalleşmenin iyi geleceği durumlarda kendisine rağmen seçeceğimiz birileri olmadığında onlarla olduğumuz şeyler olarak adlandırılabilir. Canlı arkadaş seçmek mesela, aksine göre çok ama çok daha zor bir mücadeleye dönüşebilir. Hareket noktamız bencilliğimiz olduğuna göre arkadaş, bazen biraz anlatmaya bazen biraz dinlemeye bazen ise sadece yanımızda olduğuna inanmak istediğimiz herhangi bir şey oluyor. Süslemesi son derece basit bir genel yalan arkadaşlık ve onun için yapılan fedakarlıklar. İnsanlar değişir, başkalaşır. Sadece o soğuk havalarda ve burnumuzdan sümükler yere şapır şapır damlarken aynı okul kantini sırasında simit almayı bekledik diye birinin o soğuk günden 26 yıl sonraki hayal kırıklıklarını dinlemek ne kadar mantıklı ? Pek mantıklı olmasa da bencilce açıklamaları olabilir. Mesela o şapır sümük ve ezik günden çok değişmiş olabiliriz, sümüklerimiz şapırdamıyor olabilir ve o ezik hallerimizin üstüne çok uğraşıp özgüveni tavanlarda tavırlarda biri haline dönüşmüş olabiliriz. O soğuk günde hayalini birlikte kurduğumuz bir şeyi gerçekleştirmiş olabiliriz, ve o kişinin de bunu bilmesini isteriz. Karşılığında vefalı arkadaş sıfatı da hak etmiş oluruz ki bu da durup dururken bir ekstra güzel sıfat olur. Ya da o soğuk günden bu günlere, kötü hissettiğimizde kendimizi iyi hissettirecek derecede bize zaafı olan , ya da sosyal zaafları olan o simit sırası arkadaşını bırakmayız. Zaten onun bir arkadaşa ihtiyacı olacaktır, yine aynı durumda vefalı arkadaş olarak anılırız. Her iki durumda da adına arkadaşlık dediğimiz şey ikinci plandadır hatta belki yoktur, ama bunun bir adı olması gerektiğinden oradadır. Alış-veriş karşılığına tekabül eden bu paylaşım ve kavram insanların kendi yalnızlıkları ve bencilliklerini kabul etmek istememeleri üzerine neredeyse bütün insanlık tarihi boyunca geçerliliğini korumaya devam etmiştir. Her insan kendi yolculuğunda değişik duraklara ve hem duraklamalar hem de yolculuk sırasında ise değişik insanlara tanık olur. Bazıları , kendi yalnızlığı ve egosunu tanıyabilenler, diğerlerine göre daha cesur olur ve bu yolculukta farklı kişileri tanıma fırsatı olur. Öyle ki hayatımızın , ki burada hayat zevklerimiz, düşüncelerimiz, bunların hareketlerimize olan yansımaları olarak özetlenebilir, haritasını çizebilsek neredeyse hemen her ayrı başkalaşımımız için o başkalaşıma uygun farklı insanlar düştüğünü görürüz. Bütün bu süreçte kimi güvenlik endişeleri ile yolculuğumuza bizim ile devam eden insanlar olabilir işte onlar artık bir süre sonra, her önümüze gelen arkadaş olduğundan dostumuz olurlar. Belki de abartıldığını düşündüğümüz arkadaşlık kavramının bunu yeterli bulmayıp kendi içinde abartılı durumları isimlendirmesi ihtiyacı sonrası türemiş kavram. Kısaca toparlamak gerekirse, insanı yöneten şey kendi istekleri ve beklentileridir. Değişim kaçınılmaz olduğundan, iki farklı insanın benzer istek ve beklentileri olması zor bir ihtimalken, zamanla bu iki kişinin zamanlama olarak da aynı değişimleri geçirip, bütün tecrübelerden benzer sonuçlar çıkartarak başta ortak oldukları istek ve beklentilere sahip olması neredeyse imkansızdır. Bütün bunlarla birlikte insan sosyal bir varlıktır ve iletişime geçme gibi bir ihtiyacı vardır. Herkes ve arkadaş adındaki her şey bir isteğimize bir beklentimize bir bencilliğimize karşılık gelmektedir ve hepsi her an değişebilir. Durum bu iken en mantıklı çıkarım bir arkadaşlığın en ideal süresinin ayrık olarak o belirli kişi ya da varlık ile her bir iletişimin süresinden daha fazla olmadığıdır.

2008