Bu Blogda Ara

27 Mayıs 2016 Cuma

Planlandığı gibi kümede kalamadı!

Saat 12:00, günün tam ortası. Planlamanın sonu yok, çok iyi olmasam da bu konuda. Daha kurumsal olmalıyım diye düşündüm bunu bir dönem. Kimi planlama araç gereçlerine başvurdum. Yazınca daha gerçek olur planlar derler, yalan. Dahasız gerçek oluyorlar ama bazı şeylerin bir ihtimal olarak yaşaması hali gerçekliklerinden çekici oluyor. Aklında bir yerlerde olması, hem senin hem de kapsadığı diğer kişi ya da olayların her an vazgeçebilme ihtimali, onu ne kadar istiyorsunun sürekli sorgusu her ne ise o, daha fazla aklında olmasını sağlıyor. Hem ne zaman başladık ki vaktimizi o vakit geldiğinde ne hissedeceğimizi düşünmeden şimdiye peşkeş çekmeye? Neyse. Bu kadar stresli olmamın sebebi bugünü değişik zaman dilimlerine bölüp kendime aralık bırakmadan planlamış olmam. Öğle yemeği, yetişmesi gereken ürünler, müşteri ile toplantı, arkadaşım ile buluşma. Hayat şakacı. İlk olması gereken sonda, hiç olmaması gereken ikinci. Saat takma zorunluksız hayatlar var diye geliyor aklıma öğle yemeğine yürürken. Uyanınca sabah, acıkınca yemek zamanı. Tüm ofis yemekhanede. Kayıtsız itaat. Girdim sıraya, menü iç açıcı değil. Düğün çorbası, biber dolması, makarna ve yardımcıları. Çok mu düğün aşçıbaşı, konumuz nedir? diye sordum. Çorba balkan çorbası, balkan harbinden önce göç etmiş, eski hali daha terbiyesizmiş, Anadoluya göç edine tabi daha terbiyeli olmak zorunda kalmış diyor aşçıbaşı. Latex eldivenini değiştirirken devam ediyor. Aslında hem kırmızı hem beyaz etle olurmuş orijinali, keşkeğin uzaktan akrabası herhalde diyorum. Ezcümle, gıda mühendisinin düğünü var herhalde ki menüye yazmış, biz de yaptık Fatih bey diyor. Çorbayı pas geçseniz de bir burma bileziğe hayır demem diye ekliyor. Aşçıbaşının son şutunun gol olduğu gerçeğine birlite sevinikten sonra masaya geçiyorum. Planlama departmanının yanı boş. Tam gününde. Bunu planlamamıştınız di mi diye çöküyorum yanlarına. Gülen olmuyor. Aşçıya dönüyorum, mütebessim. Direkten bile dönmedi şutum. Öğlene kadar birbirini çekiştiren ofis arkadaşlarım canhıraş bir çaba ile ortak olabilecek ne konu varsa bir ağızdan konuşuyorlar. Planlama daha sessiz. Planlamayın oğlum diyorum bir elimle tuzluğu işaret ederken. Olanla ölene çare yok. Bak misal ben bunu planlamamıştım, baktım tuzu az çorbanın hemen aksiyon aldım. Fatih bey, kervan yolda düzülür, elin iti sözde büzülür, bu kellik yüzyıl öteden görülür derler. İtibar etmeyin, israf etmeyin en çok da ikrar etmeyin diyor, uzun olanı. Sessizlik oluyor, elim tuzluğa gidiyor, boş elle napabilirim ki diye düşünerek herhalde. Bu hakemin orta sahayı göstermesini bekleme anı biliyorum. Dönüp diğeriyle yumruklarını tokuşturuyorlar, afiyet olsun deyip kalkıyorlar. Ohooo, planlama uçmuş diyorum arkalarından. IT'cimisiniz olm bu neyin kafası diye son şansımı deniyorum. Yine üstten aut. Yemek için ayrılan süreleri doldurmuş oluyorum böylece. Ofisi terk edip adı müşteri olan, zaten almaya niyeti olan kimseleri neden buradan almalılar konulu tiradımla bitap hale düşürmeden önce, daha önce bu tirada maruz kalmış kişilere günlük hesabımı verebilmek adına üretime iniyorum. İnsanlar yeni yeni yerlerini alıyorlar. Garip, her duvarda "işler yetişir!" yazıyor. Sonra "yükü bacaklarınla kaldır, belinle değil!" yazıyor. İşletmenin tavrı bu, buyurgan. Benim işleri takip eden kişilerle konuşuyorum. Haberler olumsuz. Arkadaşlar, hava durumu sunmuyorum ki ben, her gün değişen haberler vermem anlaşılır olmuyor diyorum. Nasıl yetişecek bu işler? Şimdi onların sırası; ellerinden geleni yaptıklarından, iş onlara gelmeden önce geçmesi gereken süreçlerde sorunlar çıktığından, bu işlerin en az kendileri kadar sorumlusu olan kimi insanların organlarının keyfinin her zaman yerinde olmadığından, onlara yeteri kadar süre verilmesi durumunda on, onbeş dereden daha su taşıyarak bin rakamına ulaşmalarının an meselesi olduğundan, aynı zamanda bu sunuculuk işinde iyi para olduğundan, 32 nin sayısal da en çok çıkan rakam olduğundan falan bahsediyorlar. Anladım diyorum. Çünkü 32ye hep oynarım, istatistik diye bir şey var. Haftaya mı sallıyoruz müşteriyi? diye soruyorum. Sallamak kaba tabir Fatih bey, neden salı olması gerektiğini anlatalım diyorlar. Duvardaki ufak tabelayı gösteriyor biri, işler yetişir! Fatih bey, zamanlama ile ilgili bilgi içermiyor yönergeler, diyor. Haklı sayılır. Vazgeçiyorum artık. Koşarak çıkıyorum ofisten, trafik bana yerimde oturmamın akıllıca olacağını öğütlüyor. Alternatiflerime bakıyorum. Araçtan vazgeçiyorum. Toplu taşıma zaman zaman maceralı ama daha hızlı olabilen seyahatler önerebiliyor. Bir minibüse el ediyorum, duruyor. Daha mutlu yerlerden geçiyor mu? diye soruyorum. Sadece gerçeklere uğruyoruz abi, diyor. Binmiyorum. Bu kadar gol yeyip kümede kalmış takım yok, zorlamayayım diye düşünüyorum. Müşteriye telefon açıp gelemeyeceğimi, arkadaşa mesaj atıp planlamayla bir arkadaşlık ilişkisini yürütemeyeceğimi iletiyorum. Saat 16:30, işe dönmekle, bir cafede aylaklık yapmak arasında gidip geliyorum. Cafe hiç aklımda yoktu, ama hep bir kendime kaçsam diye düşünüyordum. Cafede miyim acaba diye bir bakmaya karar veriyorum. Birinci sırada olması gereken biraz gecikerek de olsa gelip yerini buluyor. Bir iç çekiyorum, sıçmışım planına da planlamasına da diyorum.

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Hayat kısa, çocuklar suçsuz, topaçlar yörüngesizken

Böyle şeyler oluyor
Üzeri örtülmemiş
Acısı çekilmemiş
Son ödeme tarihi gecikmiş de nakit çekilememiş
Etraflıca düşünülmemiş
Tabiatı ile bilinememiş

Sırasını bekleyemeyen çocuklar gibi
Elleri yüzleri pis
Sorulmamış soruları olan
Olağan ve
Biraz da olağandışı
En çok da doğumlu

Doğum sancısız olmaz
O doğuma en yakın andaki sakinliğin
Ölmeden hemen önceki iyi olma haline
Bu kadar benzediğini
Anlatsalar

Kelimeler
En iyi halleriyle ve
Teleportasyon bulunmuş olsa
Hep tecrübe etmek istediklerimizle
Maruz kaldıklarımız
En iyi oyunlarını çıkarsalar
Bilinen oyun sahalarından evrilmiş
Daha şekilsiz odalarda
İsteyerek dokunanın yandığı
Yananı allahın görmediği
Görenin de allah olmadığı
Hakem bile olmadığı
Dokundukça yanan
Yandıkça kuralsızlaşan yerlerde

Aklımın içinde 
Bir yerler
Karmakarışık
O kadar gürültülü ki burası
Tüm çocuklar uyanır şimdi

Ve yanlarında kim yok diye ağlarlar
Bu kadar masum kokarken tenleri
En yakıcı günahların mahsülü 
Olduklarını bilseler
En yakın U dönüşünden
Dönerler mi dersin?

İlahi adalet

Bazen yazmak çok zor oluyor. Yani yazacak bir itki hissediyorsun ama tam olarak ne yazacağını bilemiyorsun. Kötü de bir his. Kusacak gibi olup kusamamak, gelir gibi yapıp kaçan hapşırık gibi. Akılda nereden kaldığı belirsiz kelime bulutları, bağlanmıyorlar, çözülmüyorlarda. Derdini kendine anlatır gibi buluyorsun kendini sonunda, sürekli bir kendinle konuşma hali. Delirmeye çeyrek kalalık. Bana sıkça oluyor. Kimisi çeyrek geçelik gibi hissedilince oturup nedendir bilinmez üçüncü şahıslar üzerinden anlatmalıymışsın gibi bir hikaye kurgulamaya koyuluyorsun. Oralar fazla gerçekçi, olduğu gibi, akıp gittiği gibi değil kelimelerin, cümlelerin. Bu işleri kendince yerine oturtma sürecinde kaybolup giden cümlelerim için bir saygı duruşu istiyorum. Bir dakikacık sadece. Gitmeyin, geliyorum.

İnsan kendi varoluşuna anlamlar bulmak için çok aciz. Acemi diyelim ya da. Sürüklenip gittiğini düşündüğünden, sürüklenip giden ama aynı anda çok güzel -tamam ya da- olan şeylere çok takıyor kafayı. Mevsimler mesela. İnsani donlar biçilmiş, süreler belirlenmiş, isimlendirilmiş ve anlaşılabilir hale getirilmiş olmasına rağmen. Kafasına göre, her yıl, her döngü, diğeriyle barış içinde, gönül koymadan geçip gidiyor. Neyse. Konuyu belirlemişim. Kurgu tamam. Tam oturup yazacağım, mevsim nerdeyse yaz. Neredeyse diyorum çünkü az önceki tanımlamanın üzerine mevsimsel kıyafetler dikmekten uzak durmalıyım. Kış olsa da yazardım. Orası ayrı. Gelip oturuyor masaya bir arkadaşım. Yazasım var arkadaş, hiç mi belli olmuyor halimden. İnsan içine karışmış ama kulaklıkla ve hiç dış dünya ile ilgilenmeyerek, kalabalıklar içinde yalnızlık tribine girmişim. Yok. Gelip buluyor arkadaşım. Lan bari bir göz kontağı kursaydık, ben iki saniye içinde gözlerimi kaçırsaydım. Ben o değilim ki yapsaydım beden dilimle, belki o zaman. O zamanlarda bile olmadığı oluyor. Ben nasıl tanınmam duygusu herhalde. Ya da aslında bu iyi çocuktur, kesin görmemiştir duygusu. İyi çocuk da değilim. Ama kıyafet üzerimde iyi duruyor. Olan oluyor artık. Soyunacak halim yok insanların içinde. Masaya oturuyor. Oturduğu gibi de sanki benimle buluşmak asıl amacıymış gibi anlatıyor. Bak güzel arkadaşım, hayatlarımızın bir döneminde kaçınamayarak gittiğim bir tatilde, sırf sen de o aralar hayati bir kriz atlatıyordun diye biraz savunmasız olduğun için ve pekala ne olursa olsun herkese anlatabileceğin hikayeni, yabancı olmam rahatlığıyla bana anlattın diye şimdi görüşmediğimiz dönemin bir özetini vermek zorunda değilsin. Çok zorundaysan yazılı tercih ederim. O kız var ya, o işte, geri dönmüş. Anlamış onun değerini. Serin hikaye aslında. İyi baksaydın, belki o kadar dönmemiştir. Döndüyse de giden kişiyle aynı olmayabilir. Sen aynı görünen ama başka biriyle, bir yerlerde kaldığını sandığın bir ilişkiye devam ediyor olabilirsin. O süreç seni de değiştirmiştir. Sen de aslında aynın gibi görünen bir başkası olmuşsundur. Aynı bile görünmüyorsundur da, değişen yerlerin görünmüyor olabilir. Sonuçta, yepyeni bir ilişkilenme aslında bu. Referans aldığın yerlere çok dayanıklı yapılar kurma da, aman, inşaat tehlikeli iş, diyemedim. Çok sevindim. Çok yıpratmıştı seni o süreç, en azından mutlu bitmiş dedim. Aslında, ben bugün, her gün geçtiğim yollardan, kimlerin cesetlerinin, mutlu ya da aşırı kanlı anılarının üzerine basarak geçiyorum ve fakat bunlardan azade bambaşka duygularla ama aynı yolculuklarla ömrümü tüketiyorum diye düşünüyordum. Ölüp gideceğiz lan duygusuyla değil, allahtan öleceğiz de bu otobüs bekleme durumunda başka işler de olabilir mi duygusuyla. Hatta olmalı duygusuyla. Bu konuyu açamadım. Açıp da yazacaklarımı söyleyiverip semaya salamadım. Allahtan da yapamadım, yoksa nereye yazıyorsun. Konuşmak da yazmak gibi, başka bir mecraya yazmak sadece. İşler de kötü gidiyormuş. Vah vah! Adam tahsildar ruhumu geri çağırıyor. Elinde tahsilat makbuzu koçanı, insan insan, olay olay yaşama hakkımı kazandığım ruhu dürtüyor. Ah be arkadaşım. Adamı ne zor atlatmışım. Şimdi olmaz deyip önünü kesmeliyim. Zaten bu çoklu olurluk halinin sıkıntısını çekiyorum. Tahsildar ruhum çok hayata karışmış bir tip. Esnaf pezevenk. Geri gelesi dediğimi duysa öldürür allahıma. Gidesi yok, ben belirli klişe yalanlar kullanarak ve ikna edici olarak arada ekiyorum kendisini. Şimdi, ışık hızıyla gelir, hep dutluk olur buralar, haberin yok. Ben şu anki hale gelmek için ne uğraşmışım, ne cümleler kaybetmişim, kendimi, kendi izimi kaybetmişim. Saygı duruşları, istiklal marşımız ve açılış konuşmalarını atlatmışım. Duralım. Yapmayalım bana bunu, diye düşünüyorum. Ve sonunda ona karşı dürüst olmayı tercih ediyorum. Ne olacaksa da olsun, sanat için gerekirse soyunuruz! Ya Fikret, işler kötü tamam, aşklar çetrefilli, mevzular karışık. Ama bu senin yaptığını da Çorumlu yapmaz diyorum. Anlayacak gibi oluyor. Susuyor diye öyle yorumluyorum. Ne yaptık abi? diyor. Arkadaşımıza selam vermek mi suç oldu, diyor. Yok oğlum, suç değil, zaten Çorumlular da seri katil değil, o deyim oradan gelmiyor, daha çok halden anlamıyorlar diye söylenegelir, diyorum. Yine bakıyor. Hangi halimden anlamadığını bulmak için tepeden tırnağa bakıyor bana. Bulamıyor. Ok varsa eğer yaydan çıksa kimse oka hesap sormaz, oralardayız. Tamam lan, diyorum. Duruşmasını yapacağız konunun. Bir şahit seç kendine diyorum. Yan masada ben geldiğimden beri yalnız oturan kızı seçiyor. Ben yoldan geçen tıfıl bir keli durduruyorum. O konudan habersiz. Ama ben evrensel doğruyum, kaçılabilecek yerde değil haklılığım. Hem zaten tıfıl ve özellikle kel insana güvenebilirsin. Muhakeme gücüyle ayakta duruyordur. İki sandalye daha çekiyoruz. Şahitler biraz gergin, Fikret kendinden emin, ben biraz aceleciyim. Neyse. Taraflar derdini anlatıyor. Ben az önce aklımdan geçenlerle ilgili bilgiler veriyorum. Hepsini anlatıp yazamaz hale gelmemeye özen göstererek. Fikret mola istiyor. İki eliyle büyük bir T yaparak. Kafa kafaya verip fısıldaşıyorlar. Biz kelle birbirimize bakıyoruz. Molaya ihtiyacımız yok. Kelin aslında saç azlığından saçını kazıyan bir tip olduğunu fark ediyorum. Keyfim kaçıyor. Bir molada ben istiyorum. Eğiliyorum, üstat, önce üstlerden dökülmeye başladı diye mi girdin bu işe, diyorum. Çocukluğunda saçının ne gür olduğundan, orta okulda saç uzattığından, annesinin onu lepiska saçlı oğlum diye sevdiğinden bahsediyor. Ana gibi yar olmaz, eyvallah, ama aile gibi insana yakışan kişiler de nadir olur. Onların yokluğunun, yani hiç olmaması değil çünkü o zaman bilemezsin ne demek olduklarının, artık olmamalarının onu acayip üzmesi sonucunda saç kıran girmesinden bahsediyor. Bu da serin hikaye. Fakat mola doluyor ve fakat artık nazarımda kel olmayan, sadece tıfıl şahidim sadede gelemiyor. Oğlum, böyle ayağını sürte sürte bir yerlere gidiyorsan inmişlerdir yolda diyorum. Hikaye tutar çünkü bazı insanları, uzun süre duramazlar. Evet, diyor. Özetle, uğradığı kimi haksızlıklardan sonra dökülen saçlarını başka bir şeye eviriyor. Ondan kel. Hikaye başta samimiyetsiz gelse de, daha yakın buluyorum şahitimi kendime. Motivasyonlarımız benzer. Mola bitiyor. Son sözlerini söylüyor şahitler. Amerikanvari bir sahne, herkes sonuna kadar dinleniyor da kararı verecek merci yok. Dördümüz de orada olduğunu bildiğimiz ama bulamadığımız eşyamızı aramak hissi gibi, hep aynı bakışla ve sessizce ama sürekli aynı yere bakarak bekliyoruz. Sonuç değişmiyor çünkü bir sonucu olmuyor. Diyorum ki, bence güzel bir duruşmaydı, şimdi herkesin kabul edeceği bir hakim gelip kararını açıklasın. Kabul görüyor önerim. Tam o sırada gökten bir koyun iniyor, beni kesin kendinizi kurtarın, hem sizi kessek faydasız benden kokoreç, uykuluk, pirzola ve şiş olur diyor. Teklif cazip. Bakışıyoruz. Tam o sırada Fikret, abi benim arkadaşlarla buluşmam lazım, kaçtım ben ufaktan diyor. Şahitleri uğurluyoruz. Kelimelerim, cümlelerim kafamdaki post-it lerde ama darmadağınık. Koyunu bir esnaf sahipleniyor. Konu kapanıyor. Aynı sessizlik anı peydahlanıyor. Kalabalıklarda yalnızlık, hareket eden fotoğraflar, nereye koyduğumu hatırlamadığım kurgum. Ulan diyorum, kırk yılda bir yazmaya oturuyoruz,iki satır yazdırmıyorsunuz.

20 Mayıs 2016 Cuma

Ağıt

Bu, seninle birlikte kendim için yaktığım ağıtlara bir isim uydurdum bugün. "Aranışa Ağıt" koydum adını. Aranıza hoşgeldim gibi. Bir çocuk tarafından söylenir gibi ama çocuk tarafından hissedilemez. Belki de edilir, bilemiyorum. Çünkü herkes arandığını bildiği kaybolmuşluklara düşmek ister. Kaybolmak işte o zaman kaybolmak olur. Olman gerektiğini düşündüğün yerde olmamak, yoksa başka bir yere gitmek olur. O da yeterince korkutucu olur kabul ediyorum. Ama burada başka bir şeyden bahsediyorum. Kaybolduğun hissine sebep olan şey, oradan çıkmak için de motivasyon olur demek istiyorum. Yani yeterince kaybolmak için, kaybetmen gereken bir şeyler lazım diyorum. Neyse. Bu ismi koydum ağıtıma. Ve biraz da tadını çıkarmaya başladım bu durumun. Sonuçta hem kayboldum hem kaybettim. Kötü bir sihirbaz numarası gibi. Geçen sabah kapıcı vurdu kapıya, açtım. Senin arabanın durduğu yeri sordu. Abla bir süre daha gelmeyecekse altı numaranın misafirleri gelecekmiş, oraya park edebilirler miymiş diye sordu. Boş otopark yeri sahibinin sesidir dedim. Bazen bazı şeylerin yokluğuyla da yer kapladığından bahsettim. Ayrıca orasının çam ağacının altı olduğundan, kimse gelmeyecekse orasının daha çok yaz bahçesi olarak değerlendirilmesinin doğru olacağından, önümüzün yaz olduğundan, bu yazın yüzyılın en sıcak yazı olacağından ve yeterince sıcak yazlarda herşeyin olabileceğinden bahsettim. Kısa bir bekleyişin ardından, anladım dedi. Bir şeye ihtiyacım var mı diye sordu. Bir sarılsak demedim. Yazı, park alanını, geri gelmeyecekleri ve yerini nelerin hemen alacağını konuşmadan, birazdan büyük bir gümbürtü kopacakmış ve tiz bir boru sesi duyulacakmış da oracıkta ölecekmişiz gibi tüm günahlarımıza ve birbirimiz üzerinden artık göremeyeceklerimize veda ediyormuşuzcasına sarılalım, en az 3-4 dakika sürsün bu sessiz veda demedim. Votka, tuzlu fıstık, sigara ve buza dönüşme sevdasında bir litre su istedim. Sessizliği biraz daha uzun sürdü. Parayı aldı gitti. Onunla bu garip ayrılık anı seni uykuya emanet ederek kendimi aramalara çıktığım son gün gibiydi. Bir çok şeyi söylemeden, son kez sarılmadan, şöyle bir kokunu içime çekmeden, artık neler yerli yerinde değil ve en son ne zaman hiç konuşmadan ve hiç birşey demek istemeyerek bakıştık diye düşünmeden. Bayaa çekmeceden usulca iç çamaşırlarımı alıp, kapıyı olabildiğince sessizce çekerek ve muzipçe arabanın sileceğinin altına bir not bırakmadan. Kendini kaybettiğini en çok o halini artık bulamadığı için çekip giden birşeyler olduğunda fark ediyorsun. Neyse. Kapıcı döndü. Abla yakında gelecek herhalde dedi. Abla dönecek demedim, dönmeyecek de. Sustum biraz. Karasızdım. Altı numaraya söyle, kendi varlıklarını başkalarının yoklukları üzerinden tanımlayan kimselerden uzak durmalarının onlar için hayırlı olacağını, aynı zamanda altı numaranın çok güvenli bir tercih olduğunu, hem alt hem üst katın kombiyi yakması durumunda sıcacık bir kış geçirme ihtimalinin yine başkalarının varlığı üstünden kışlık gerdeğe girmek olduğunu, dolayısıyla hiç risk alınmazsa bu hayatta bazı şeylerin hiç farklı olmayacağını ve babaları memur olmasa da bu memur zihniyetinin onları ancak korkak yapacağını söyledim. Elindeki siyah poşeti aldım. Daha uzun bakası tuttu kapıcının. Söylediklerimin derisinin altında yaptığı etkiyi görmek istemedim. Kapıyı kapattım. Bu işe gitmeyi bıraktığım günün haftasıydı. Telefonun şarjı bitmişti, faturaların son ödeme tarihi geçmişti ve evdeki son çakmak kaybolmuştu. Biz sigarayı ya da içkiyi bırakabilsek de onlar bizi bırakamıyordu. Altı numaraya hak vermiştim. Sonunda almayı başardığımız misafir çarşaf takımıyla biraz uğraşarak bir idam masası, aldığımız son absürd bibloyu oklavayla bütünleyerek bir mızrak, benim metal araba kolleksiyonundan bir katlı otopark ve boş yere aldığımız balkabağından şişme bebek yapmıştım. İhtiyaçların şekli değişse de anlamı değişmiyordu. Önce başkaları için birşeyler yapıyordun, böylece sana daha fazlasını yapman için ihtiyaç oluyordu. İşlerde yolunda giderse varlığın kanıksanıyor ve senin için birşeyler yapılıyordu. Sonra, bir gün kendin için birşeyler yapıyordun. Buna hakkın oluyordu. Böylece kendinle tanışıyordun. Yeterince cesaretliysen kendini dinliyordun. Sonra bu iç kulak kesilme durumu yanlış anlaşılıyordu ve önceki üç adım senin yanlış yolda olduğunu öğütlüyordu. Durumuna -ya da uyanıklığına diyelim- göre tercihini yapıyordun. Neyse işte, sıralama ayık insanın işi. Her şey düzen içinde olsun isteyen, çatının düşen kiremitleriyle otopark duvarına plakanı yazan insanın işi. Her şeyi plakalamak isteyenin. Buraya kadarı idam masasının görev alanında. Bugün kötü bişey oldu. Katlı otoparkın alt katında yangın çıktı. Bum. Porscheler yandı. Neyse ki kaskoları var. Dün gece söndürmeyi beceremediğim sigara yüzünden olduğunu düşünüyorum. Ne zaman kendim için bir şeyler yapmaktan vazgeçmiştim? Her ne yapıyorsam, o yaptıklarımı nasıl kendim içinleştirmiştim? Birden dörde doğru mu gitmiştim yoksa geriye doğru mu saymıştım? Altı numara daha ilk seviyedeydi, şimdi jetonum düşmüştü. Aptal ben, kendimle bu kadar meşgulken anlamamıştım. Koşarak mutfak balkonuna gitmiştim.Mutfak robotu, ütünün buhar kazanı ve biraz youtube yardımıyla mızrağı bir otomatik silaha çevirmiştim. Tam otopark alanına bakıyordu ve senin park yerinin alanına bir şeyin girmesi ile ateşlenecekti. Bereket getirecek figür ışık hızıyla birisine saplanacaktı. Allahtan her şey yerli yerindeydi. Düzeneği bozdum. Kılıcı kınına, figürü rafa ve oklavayı çekmecesine geri koydum. Mutfak robotunu öylece bıraktım. Nazarımda masum insanları korudum. Kendimi daha iyi hissettim. Bir votka koydum. Bir sigara yaktım, ocaktan. Yine biraz kaşlarımı yaktım. Kaş, el kılı gibi kokmuyor. Keratinini sevdiğim kaş. Komodinin üst çekmecesini açtım sonra, kalan parayı saydım. En az dört porsche alınırdı. Otopark da yırtmıştı. Hurda porscheları çıkarttım otoparktan, kimi kandırıyoruz. Ayakkabılığın en alt rafını boşalttım, oto hurdalığı ilan ettim orasını. Ojeyle hurda oto yazdım. Porscheları düzgünce dizdim. Artık ağıtıma geri dönme vaktiydi. Aklım çelindi. Salonda kanepenin üstünde duran balkabağına baktım. Geri bakmadı, kabak işte. Canım çekmedi. Tatlı olsaydın yerdik, şimdi bi boka yaramıyorsun demedim.  Gidip üstünü örttüm.

17 Mayıs 2016 Salı

Sen istersen yanalım o zaman

Güzel duygulara seyahat diye bişey icat olsun. Uzay seyahati planlıyor insanlar, kusura bakmayın. Bizim o taraklarda bezimiz yok diyelim bir grup insan olarak. Merakımızı daha sonuca yakın yerlere yönlerdirdik diyelim ya da. İnsan en mutlu olduğu yerde olduğunda zaten uzaya gitmiş oluyor. Kendi içindeki yolculukta "o" ana gitmiş insanlar daha kendileri dışında, daha hoşgörülü, daha ön koşulsuz, daha dinlemeye yatkın ve daha tamam oluyorlar. Olmadı mı? Olmadı, anladım. Oradan iki sayısal tip bakıyor. Peki. Gitmiş sayılıyor diyelim. Orası öyle bir yer ki, sayısalcıların dediği gibi, yer çekiminden azade, başka bilgilerle dolu, duyabilirsen sesi olan, alabilirsen kokusu olan, bakabilirsen elle tutulur kütlesi olan bir yer. Çok teknolojik olmasına gerek yok aletimizin. Teknolojik olmasına bile gerek olmayabilir. Herkes kendi cümlesini alsın gelsin. Giydirsin bir yabancıya o cümleyi ve inanana kadar tekrar etsin yabancı;

- şey ben bi deneyeyim dedim
- sen istersen yanalım o zaman
- bu çok garip, bir arkadaşımdan duydum
- sen istersen yanalım o zaman
- başlamadan sizinle bir tanışsaydık
- sen istersen yanalım o zaman
- böyle biraz garip oluyor
- sen istersen yanalım o zaman
- nasıl yapsam ki
- sen istersen yanalım o zaman
- tamam
- sen istersen yanalım o zaman
- gözlerimi kapatıyorum
- sen istersen yanalım o zaman
- şey, ben aslında yanmak istemem
- sen istersen yanalım o zaman
- yanarsam ama, bi gün, yanmak istersem, geride bıraktıklarımı, yanımda olanları ve beni bekleyenleri hesaba katmadan, içime düşüp, aşka düşüp yanmak olsun isterim. Hiç birşeyi anlatmak zorunda kalmadığım bir yerde, benimle yanan, benlerle, bendekilerle yanan, ben istedim diye yanan, sorgulamayan, ben yandım diye zaten herkes yanmış olacak diye düşünen
- sen istersen yanalım o zaman
- incirler olana kadar, erikler çiçek açana, sevenler kavuşana kadar yanacak, hem benim hem benden dolayı kendi de yanıyor olan biri ile, birileri ile, hem ağlayarak hem sevinerek bu yanma haline, yanarken bir olan, birleşen, başka bir bütüne dönüşen
- sen istersen yanalım o zaman
- canımız yanmayana kadar, canımız kalmayana kadar.
- sen istersen yanalım o zaman
- cümlelerim birinci çoğul oldu, biz oldum, biz olduk.
- sen istersen
- ben?
- sen
- biz

Anladık seni be dostum, şova gerek yok. Demosunu yaptık sayısalcılar. Hayat olabilecek bir gezegen bulduk. Biz ufaktan kaçarız çünkü "biz" çok güzel bir ihtimal...


Çok lazım değil ama lazımsa; İlyas Yalçıntaş - İçimdeki Duman açın yutubdan, bir boştan dinleyin, boşlukları doldurmayın. Sonra bir daha dinlerken yine okuyun, sonra da aşağıdaki satırı okuyun.


Hadi gelin, su çok güzel.







16 Mayıs 2016 Pazartesi

Feylesof

Çok şey oldu bu. Haklı. Her şeyi duymanın zararları başlıklı yazının en vurucu cümlesi olsun bu da. Sonra kağıdı kalemi toplayıp gitsinler ağır hareketlerle. Tüm haklılıkları küçük bir sırt çantasına toplayıp, gün batımına doğru. Sadece batıya doğru demek de doğru olur ama yeterince haklı olmaz diye. "Bana yeterince zaman verin, herkesin ve her şeyin nasıl da haklı olduğunu kanıtlayayım size" diyen bir feylesof olsun baş karakter. Küçük kulakları, uzun parmakları ve en az bir kırklık konteyner fikri olsun. Bunların bir kısmı ithal, bir kısmı yerli olsun. Çok yesin, çok duysun, az uyusun. Başına gelenlerle, başa gelebilecekler diye iki adet kitabı ve tutmayı başaramadığı bir günlüğü olsun. Bu çok duyma halini bir lanet olarak anlatsın. Başlarda anlam veremediği bir süper güç gibi algıladığı ama zamanla eziyete dönüşen bir lanet. "Duymak, çok acayip, fazlaca iade-i itibar görmemiş bir yeti" diye başlasın. "Görmek, konuşmak ve dokunmak fazlaca baskın ve bu yetmezmiş gibi etkin yetiler. Duymak daha edilgen, maruz kalmak gibi, kendince gelişiyor, geliyor, seni buluyor ve nereden buluyorsa o gücü, gidip içinde bir yerlere iz düşüyor." diye devam etsin. Çocukken zayıf, korkak ve az sevilmiş olsun. Ölecekmiş gibi hissederken yazdığı şarkı çok tutunca klibini gidip dubaide çekenlerden hoşlanmıyor olsun. Zaten istediği kadar televizyon seyredebiliyor olsun. Bildiğini sandığı şeyleri ondan öğrenmiş olsun. Ukala olsun, bilmiş. Ne biçim çocuk olsun, her şeye bir cevabı olan. İtirazı değil ama. Akıllı olsun, beni sinir etmesin. Seve seve olmasa da idrar zoruyla okulu bitirmiş olsun. " İnsanın merakı ile önyargıları arasında engel olunamaz yerlere gitmek için gereken süre çok kısa" desin. Evet, bunu desin. "Göz kırpmak ya da kaçınmakdan biraz uzun, kulaklarını ellerinle kapatmaktan biraz kısa" Okulda bir kızı istemiş olsun çok, belki sevmiş. Okulun en haydut çocuğu askıntı olduğu için hiç söyleyememiş olsun. Babasının cenazesini öğrenememiş olsun. Ama öldüğünü biliyor olsun. Duymuş olsun. "Hayat herkesi aynı test etmiyor" demesin. Onu herkes der. "Sana gelmeye teşne kötüleri filtreleyen şeye baba denir, onun da ölüm haberini alırsın" desin. Bir şekilde duymakla, davete icabet etmek aynı şey, müezzin duygu ölçmüyor, o sayıyla ve zengin dayıyla daha ilgili zaten. "Haklı doğulmuyor, haklı olunmuyor, haklı ölünmüyor" diye atarlansın. Evet, yapsın bunu, sık sık. Artık o kadar da korkmuyor olsun. Küçümseyici bakmayın, bebeye tecavüz eden öğretmen var. Feylesofun böylesine can kurban. Her Salı Karatay diyetine başlıyor olsun. Her çarşambaya kadar harfiyen uyuyor olsun diyetine. Kalan vaktinde insanları duyuyor olsun, hayvanları, bitkileri, henüz keşfedilmemiş kuyruklu yıldızları. Gece yarısı yatsın, kuşluk vakti uyuyor olsun. Orada da artık ne duyuyorsa. "Konu haklılık değil" desin."Duyarsın fikrin değişir, yaşarsın fikrin değişir, yaparsın fikrin değişir." Üçlemelere inanıyor olsun, ama yine de hep tek eşli, hatta eşsiz. Onu eşsiz yapan şeyleri düşünüyor olsun. Biraz kendini kaybetmiş, kendi gelsin diye çok beklemiş, biraz atlatılmış. Tüm cesaretiyle ve biriktiremediği parayla tek yönlü bir bilet alsın üniversite aşkının yaşadığı yere. Geri dönülmeyecek yerlere borç takmak, ödeme ahiret vade demek zaten. Varsın gitsin şehre. Kızı bulmaya çalışsın, bulup evini uzasktan gözetlemek, en uygunsuz zamanda da vurup kapıyı girmek istesin, girip kızın karşısına dikilmek, Baran'ın Keje'ye baktığı gibi bakmak istesin. Kötü bir otelin nemli odasında öksürük krizi tutsun sonra, bırakmasın. Ölsün çok duyan feylesof. Karşılaşırsa korktuklarından ve konuşamazsa diye eline bir not yazmış olsun;

Baba,
Keje,
Herşeyi duymak ne kötü bilir misiniz
Herkese hak vermek
Ama konu haklı olmak değil
Haklılık sözdür, riyası çoktur.
Size diyemedim
Konu anlamaya çalışmak
Bense,
Hiç anlayamadım

Ps. Keje sarı kız demek, ama sen bayaa esmersin Keje, babanın kürtçesine sıçayım.