Gün yüzü görmemiş dört çocuk, dört tane de hayvan: İkisi
kedi, biri köpek bir de sırtlan… Çocuklar hep insan. Yaratılanla yaratanı
ayıracak güç yok onlarda, zaten gün yüzü görmemiş şeyler, güneşe bir kez olsun
bulaşmamışlar, nereden bilecekler yaratanı falan. Güç eser miktarda,
dengesizlikler var çünkü hâlihazırda. Fikirleri olması olası… Işık yok, hava
yok, su yok, rakı hiç yok. Alışmak var. Karanlığa bile… Ufaktan atışmalar var
arada. En çok insan insana, en şiddetli sırtlan insana.
Bir kâğıt parçası buluyor çocuklardan biri, sırtını dayaması
gereken duvarı eşelerken. O da ne, bir ipucu mu yoksa? Ne alâkası var lan!
Kaçış oyunu mu bu! Kimse okuma bilmiyor aralarında. Kediler zaten kendi
havalarında. Sırtlan bir çocukla yakın, diğerleri ise birbirlerine mesafeli.
Hikâye bu ya kâğıdı bulan çocuk okuyor: "İçinde kuş adı geçen şarkılarla,
içinden merhamet geçen insanları bir çınarın gölgesinde toplamak istiyorum.
Çınar en az 100 yıllık olsun, biraz yanında da bir ıhlamur… Onun da yirmi yılı
var. Tam zamanı şimdiler, buram buram ıhlamur koksun çınarın gölgesi, saat
öğlenden sonra olsun ve çınarın 80 küsür yıllık yalnızlığını konuşsunlar. “Bunlar
en iyi hissettiğim anlar, beni en çok Yıldız Tilbe anlar.” desin çınar. Dünya
devletleri kayıtlı ama şartsız barış ilan etmiş olsun. İçindeki trafiğin
ışıklarında hep yeşil yansın, garip gurebanın. Son kale düşene kadar beklensin.
Daha da kale male yapılmasın. Futbol ortadan kalksın böylece, transfer marketi
denen şey halk pazarının yeni adı olsun."
“Ne diyorsun oğlum” diyor çocuklardan biri.
“Okuyoruz işte” diye cevaplıyor sesi gittikçe azalarak.
“O okuma bilmiyor ki” diyor sırtlanı yanından ayırmayan
çocuk.
“Konudan uzaklaşmayın, sonuçta bu kâğıt parçası bulundu”
diyor, okuma bilmeden okuyan çocuk ve ekliyor: “Hem de beyaz A4, çok uzun süre
önce yazılmış olamaz”.
“Her şey yapılabilir beyaz bir kâğıtla” diyor en sessizleri “Uçak
örneğin, uçurtma mesela…”
“Edebiyat yapma lan!” diyor sırtlanlı, “Konu önemli”
“Edebiyat önemsiz konu değil” diyor çocuk, “Beş dakika
önceye kadar burası dışında bir hayatla ilgili konuşmamıştık bile. Umut, zor da
olsa bir ihtimal, bir imkân ya da seçenek çoğu zaman… Var olan anlaşmaları
bozuyor, çiziyor…” diyor hiç konuşmamış olan “Mutluluk sürekli şeylerle mümkün.”
diyerek devam ederken,
“Heh! bu da psikolog çıktı başımıza” diyor sırtlanlı.
Dalgacı ama cesur bir lider havasında an itibariyle grupta. Hayvanlar sessiz,
neden ses çıkarsınlar ki zaten? “Yok mu oğlum okumayı bilen?” diye soruyor
sırtlanlı çocuk. “Belki de kurtulacağız buradan?”.
“Ben” diyor sessiz olan. “Çat pat okuyabiliyorum. Öğretmeni
sevmesem de öğrettiğini sevmiştim, bazı paketler hiç bölünemiyor, onu
anladığımda bıraktım öğrenme işlerini, biraz kaldı tabii…”
“Uzatma, oku şunu!” diyor sırtlanlı, uzatıyor A4'ü. Dönüp kâğıdı
bulan çocuğa: “Senin ne biçim bir hayal dünyan var lan? Gözümden kaçtı sanma!”
diyor.
Bu şimdi övgü mü yergi mi? Her ikisinden biri olduğuna karar
verip duruş değiştirse sonuçları en basitiyle aptal gibi hissetmek olabilir.
Bunları düşünüyor çocuk, söylemiyor. Ne yapacağını da bilemiyor. Önüne bakıyor.
Bu öne bakmak ortak canlı refleksi. Her şey önüne bakabiliyor, kuşlar
arkalarına da...
Kâğıt elinde bekliyor sessiz olan, onay bekler gibi
sırtlanlıdan. Hiç konuşmayan bir derin nefes alıyor. Konuşacak gibi oluyor.
Herkes o an dönüp ona bakıyor. Bakışlar doğrusal şekilde çocuğun retinasının
hemen önünde kesişiyor. Voltronluk bir durum, fakat bir tür birleşme olmuyor.
Kesişme çekişmeye, çekişme çatışmaya, ortam ısınmaya, ısıdan ergimeye başlıyor.
Retina önünden kalkan dolmuşlar az ileri alıyor araçları, yağmur olup yağıyor
bu gergin bakış kesişmesi. An o kadar uzun ki, dolmuş sahiplerinden birinin
oğlu askere gidip geliyor. Biraz depresif biraz anti sosyal, itirazı var
duruma. Bir gün tutamıyor kendini: “Sayıyla mı verdiler lan sizi?” diye
bağırıyor. “Bir şey diyecekse desin şu çocuk, sınırda askerlik yaptım böyle gergin
nöbet geçirmedim.” diye ekliyor. Damarları şişiyor boynunda. Ses nasıl oluyorsa
hiç konuşmayana gidiyor. Hikâyenin saadeti için, standart sapmalara zeval
gelmemesi için, her zaman her kimsenin bir konu hakkında ille de beyan etmek
isteyeceği bir fikir olmayabileceği gerçeği için, görülecek güzel günler için,
edilen şu duaların kabulü için, açılan bu ellerin günahlarının affı için,
ailesinde vefat edenler varsa cem-i cümlesine ettiğimiz bu duaların hâsıl
olması için… Çocuk susmaya devam ediyor. Aldığı nefesi geri bırakıyor. Bakışlar
yerlerine dönüyor. Konu kapanıyor.
Gözler sessiz olana dönüyor. Çocuk kâğıda bir bakıyor,
elinde bir ters çeviriyor. Hiç anlar gibi bakmıyor. Sonra konuşuyor: “Burada
daha çok bir resim var, yukarıdan aşağıya, iki dağ, tepeleri kar, aralarından
yarım görünen bir güneş… Perspektif falan sıfır çünkü güneş bu kadar büyükse
burasının Merkür'de olması muhtemel. İki dağın eteklerinin birleştiği yerden
yamuk yumuk gelen bir nehir… Kalanı ova, tek tük ağaçlar, en bize yakın yerde
bir müstakil ev. İki katlı. Etrafı çitli. Bahçesinde bir at var, üç tane de
insan.”
“İnsanlar masa etrafında oturmuş rakı mı içiyorlar?” diye
soruyor sırtlanlı.
“Rakı ne lan!” diye soruyorlar hep bir ağızdan.
“Ne bileyim oğlum babam içer, annem bakar sonra o mahur
beste çalar ve sırtlanımla ben ağlaşırız.”diyor.
Sessizlik oluyor.
“Burada bir satır da yazı var” diyor sessiz olan. “Benden
kalanları bu resme koyup postalayın, burada olmadıysa da belki başka toprakta
yeşerir tohumum” yazıyor diyor. “Biraz da kırmızı pastel boyayla karalamalar
var…” dese de kimsenin kılı kıpırdamıyor. Neyin tohumu olduklarını düşünüyorlar
bir süre. Sonra gök gürlemesi şiddetinde bir ses geliyor. Ardından da tanıdık
bir ses:
"Çocuklar, haydi çıkın o dolaptan, endişeleniyorum
artık, o peluşları da ağzınıza sokmayın, pislik yuvası onlar"
…