Bu Blogda Ara

30 Haziran 2016 Perşembe

Daha Ne Olsun?

Anlatmaya çalışıyorum. Tane tane, Bilal'e anlatır gibi. Dinliyor ama sabırsız, susacağım anı bekliyor. O yüzden dikkatle bakıyor yüzüme, mimiklerimi kolaçan ediyor. Biraz aşağıya, diyaframıma göz atıyor. İçimde kalan nefesle daha ne kadar konuşabilirim diye tahminler yürütüyor. Bu arada cevaplarını istifliyor, sıraya dizip tekrar gözden geçiriyor. Her eklediğim argüman ile sıralaması ya da vurgusu değişiyor kafasındaki cevap kurgusunun. Bir gözü bir anlığına yüzümden kopup arka masaya kaçıyor. Sesleri gittikçe artan çiftin sigaraya uzanırken ellerinin eskisine göre ne kadar mesafeli kaldıklarını gözlemliyor. Biraz yukarı, kızın gözlerine bakıyor. Bunun kız için edilmesi gereken bir kavga, verilmesi gereken bir mücadele olduğunu anlıyor. Anlamak ya da şaşırmak gibi beklentiler yok kızın gözlerinde, sadece görev, kararını çoktan vermiş çünkü, onun için de kolay değilmiş gibi davranması gerektiği için biraz sert bakıyor. Bu sertliğin içinde normalde durduk yere salatalık görmüş kedi gibi sıçramasını gerektirecek cümlelere aynı serin kanlılıkla yaklaşabilmesi absürdlüğünü fark edemeyeceğini düşünüyor çocuğun. Allahtan da öyle oluyor. Çocuğun derdi kendine yetiyor ve olması gerektiği gibi öfkeli. Kızın bir gözü bir an masadan, yaklaşan ellerden, haybeye yanan sigaradan, o andan, çocuktan, o ilişkiden ve kuvvetle muhtemel bu dünyadan uzaklaşıp masanın üzerinde duran telefonuna gidiyor. Ya saate bakıyor ya da uzun süredir beklediği mesajın gelip gelmediğini kontrol ediyor. İçi burkuluyor, biraz kıza biraz da çocuğa üzülüyor. Benden ayrılan gözü biraz sol yapıyor, yine ben. Namussuz, bunların her birisini, planlamadan, zorlanmadan yapıyor. Kısa süreliğine uzaklaştırdığı tüm dikkati tekrar üzerime dönünce gözleri biraz hayal kırıklığı biraz ertlenemişlikle genişliyor. Dudakları geriliyor. Derin bir nefes alıyor ama burnundan. Nezaketini bozmak istemiyor. Kırılabileceğimi biliyor. Eli sakalına gidiyor, sakallarının içinde birşeyler arar gibi, ya da oraya birşey saklarmış gibi kurcalıyor sakallarını. Beden dilini farkediyor sonra, masaya biraz daha yaklaşıyor, dirseklerini masanın üzerine çenesini avuçlarının içine yerleştiriyor. Biraz da kamburu çıkıyor bu haliyle. Ben sizi dinledim diyor bu oturuşuyla, ellerim artık koyacak yerim kalmadığı için kafamın ağırlığı ile sabitlenmiş, sırtım ise sabırsızlıkla avına atlamak için hazırlanan bir yırtıcı gibi, doğru anı beklemekten biraz sıkılmış diyor. Anlatmaya çalıştığım şeyleri tane tane hallerinden moleküllerine parçalamalıyım diye düşünüyorum. Çünkü anlamasını istiyorum, cevap vermesini değil. Aklımda ne zamandır tasarladığım parçacık hızlandırıcısını çalıştırıyorum. Anlattığım taneler, katı meyve sıkacağına girmiş meyve parçaları gibi sonsuz bıçaklarla ve düzensizce un ufak oluyorlar. Artık ne anlaşılmayacak ne de sindirilemeyecek birşey kalmadı diye düşünüyorum. Beden dili tepki veriyor. Doğruluyor masadan, elleri sandalyenin kolçaklarına, bacakları serbestçe masanın altına salınıyor. Biraz gönyeden çıkarak açılı şekilde yaslanıyor sandalyesine. Artık cevap da vermeyecek. Bu vazgeçtiği an. Sadece bir anlığına gerçekten göz göze geliyoruz. Gözünün elifi gözümün elifine artık çok geç oldu kapatıyoruz diyor. En azından asansörün kapısında karşılaşmışız süsü vererek birkaç saniyesinin olup olmadığını soruyorum gözlerimle. Hiç yağlanmamış dev kapı menteşeleri gibi gıcırdıyor saliseler, sol gözü seğiriyor ve aniden pılını pırtısını toplayıp gidiyor. Sol gözü arkamdaki bahçe bölümüne bakan garsona kaçıyor. Masalar yerine ellerine bakıyor garson çocuk. Haftasonunda olması ve fakat bunun onun haftasonu olmaması gerçeğiyle, sevgilisiyle geçirdiği son haftasonu gününün nemli anısıyla ve hasta babasından devir kalan borcun kaç haftasonu mesaisiyle kapatılabileceği matematiğiyle parmaklarını sayıyor çocuk içinden. Masalarla ve gerçeklikle ilgisiz, mekanikçe ayakta duruyor. Sol gözü biraz yukarıya kayıyor, çocuk üzerine vazife olmayan konuların hesapsız şahidi gözleri ve kulaklarıyla arkamızdaki masaya bakıyor. Bazılarına hediye edilen hayatların ve anlaşılamayacak şeyler olmayan ilişkilerin derdi nedir diye düşünüyor. Kendisinin olmasını istediği hayatlarda çözülemeyecek hiçbir sorunun olmadığı ilişkilerle huzursuzluğu yine de bir şekilde arayıp bulan bu şımarık çocuklara sinirleniyor. Şimdi tam burada bir mahkeme kurulsa ve şahitlik etse her ikisini de yetinmeyi bilecekleri süreye kadar mahkum etmek istiyor. Bu sırada çok arkalardan bir masadan el kaldırıyorlar. Birbirine kenetlediği ellerinin düğümünü çözüp masaya doğru ilerliyor. Şimdi boşluğa bakan sol göz biraz sağ yapıyor, yine ben. Duruşu değişmiyor. Artık anlıyorum, kendimle sürdürdüğüm bu monolog gidip içine sızacak bir yer bulamayacak. Onu şaşırtmalıyım diye düşünüyorum. Vereceği tepki ya da cevabın artık benim için önemli olmadığı bir yerde, beklentisizliğin sağladığı o acıtıcı dürüstlükle, saldırgan ya da kabullenici olmayan bir ruh hali ile. Basitçe.

- Yani diyorum ki, bence ayrılmalıyız.

Gözleri ışık hızı ile hizaya giriyor. Alnı geriliyor. Dudakları büzülüyor. Eminim kafasını kaşımak da istiyor. Oturuşu doğruluyor, sırtı dikleşiyor. Bir süredir boşa aldığı zihin vitesi doğru devri bulmak isteyen kamyonlar gibi tekliyor. Neden ayrılmamalıyızla ilgili yüzyıllarca süren açıklama ansiklopedilerinin içinden en talihsiz sayfayı seçmiş gibi şaşkın. Bir süredir kendisinin yapmak istediği ama nezaketini bozmak istemediği için kavgaya girmeyen orta sıra çocukları gibi davrandığı bu gerçek, kendince buna bir şans daha verdiği, buradan bakınca da elinden geleni yaptığı ve artık zaman tüketmekten başka bir işe yaramaz hale geldiği bir anda gelip onu buluyor. Kabul edip buna sevinmekle, itiraz edip kendi sırasını geri almak arasında kalıyor. Dayanamıyor ve kafasını kaşımaya başlıyor. Şimdi gerçekten düşünüyor. Ve gerçekten uzun zamandır ilk defa merak ediyor. 

- İyi, ama neden?
- Şimdi aklından bir sayı tutsan...
- 17, ne alakası var şimdi

Arka masada hangi duygu durumunda bulunduğunu anladığını sandığı kızı anladığımı hissediyorum. Neden olmasını düşünmekten nasıl olamıyoru düşünmeye vakit ayırmadığım zihnim bana çok kızıyor. Bunca zamandır gözümün önündeydi.

- İşte tam bu yüzden
- Yani??
- Çünkü hem tekil hem de asal, kendinden ne beklediğini ya da ne yaratmaya çalıştığını bilmiyorum ama sanırım bunu dışarıdan seyretmek çok ilginç olacak...
- Bu mu yani? 
- Evet bu, daha ne olsun?

27 Haziran 2016 Pazartesi

Bir Ali Olamayış

Kendinden bekleneni tam olarak veren bir pazartesi, akşamüstü, deniz kenarı, istanbul, yaz güneşi nöbetinin son saatinde. Yeniyetme birkaç martı üç nesil öncesi atalarını tanıyan iki kargayla salakça bir sorti dalaşında. Gençlik her zaman avantaj olamıyor maalesef. Deniz hafif kıpırtılı, ürperiyor. Rüzgar çok sağolsun nereden çalmışsa bu serinliği ve nereye kaçırıyorsa bulunduğum yerden geçiyor. Güneş, deniz, rüzgar, kargalar ve hatta yeniyetme martılar aynı Pazartesi gibi, hiç şaşırtmıyorlar. Çünkü doğa tahmin edilebilirdir. Bunun bir parçası olarak sürekli bir şaşırtmaca peşinde koşan tuhaflar bizleriz. Değerlerimiz değişiyor, fikirlerimiz değişiyor, tepkilerimiz değişiyor. İtiraf etmek lazım bundan hem korkunç üzüntüler hem de doğal olmayan sevinçler çıkartmak işimize geliyor. Kararlılık nasıl olursa olsun altın değerinde doğada. İzlenemeyen, tahmin edilemeyen, sürekli rutini dışına çıkan bir hâl alsa bize hükümdar olduğumuzu hissettiren doğanın öğeleri, hayat sürdürülebilir bir yaşam alanı olamazdı. Dolayısıyla düzenli tekrar eden gökyüzü haraketleri, içini dışını didik didik ettiğimiz hayvanların ilişki rutinleri, havanın durumu, hasatın dinamiği tahmin edilebilir olduğu için bize burada çok bir numara yokmuş gibi geliyor. Oysa her biri sürekli diğerleriyle iletişimde olarak bu koca devranı çocuk oyuncağıymış gibi döndürüyorlar. Açıklamaları kompleks olsa da komplekssiz, yalın ve de bilmeceli olmaya çalışmadan muazzam yeterliler.  Her biri diğerinden farklı ama diğerine hükmekmeden, büyüklenmeden, tanrıcılık oynamadan var olabiliyorlar.
Konuyu yanlış anlayan ve durduk yerde kendine yeni anlamlar arayanlar bizleriz. Bununla ilgili en kolay örnekleme ise ilişkilerimiz. Kim olduğumuzu ve ne istediğimizi tam olarak bilemeden, ama hep çok bilirmiş gibi arayışlar, etiketlemeler ve zorlamalar içindeyiz. Hepimiz el birliği ile hepimize sürekli haksızlık ve eziyet ediyoruz. Sizce de bu işte bir yanlış yok mu? İkili ilişkileri sadece üremek olarak tanımlayan ve bir daha da bununla uğraşmayan yahut tamamen tek eşlilik olarak görüp o ikili ilişkiyi başka bir boyuta taşıyandan, konuyu sadece ebeveynlik olarak algılayınana kadar düzinelerce farklı ama kendi içinde tutarlı ilişki çeşitleri mevcut doğada. Biz hepsini istiyoruz, başka başka zamanlarda istiyoruz, sadece o ihtiyacı karşılamak ya da o duyguyu tanımak için istiyoruz. Hepimiz, ısrarla aslında bir bok olmayan ve olmayacak olan bir konuda anlamlar arıyoruz. Bir de kendimizi onunla eşleyerek bir tamamlanma hissinin peşindeyiz. Hepimiz ruh hastasıyız. 

Doğru düzgün bir veda bile edemedik birbirimize. Tanışalı az olmuş ama anlaşalı ve birbirimizi anlayalı çok olmuştu. Kafamız karışıktı ve yapay bir şekilde ne olacağını bilemediğimiz bir geleceğin endişelerini taşıyorduk. Hem onu şekillendirmek hem de geçmişimizi anlamak, dolayısıyla kocaman bir kendimiz gerçeği yaratmak istiyorduk. Hiç değilse birşey demek olan, elle tutulur, anlatsan anlaşılır bir reçetemiz olsun istiyorduk. Kararsızlık ata sporuydu bizde ve bütün bu çelişkilerle yaşamaya lanetlenmiş yalnız bir türdük bu evrende. O yüzdendi bizim gibi hatta daha ileri bir yaşam formu arayışımız. Belki, bir şans daha elde etmek için. Günün birinde anlayacaktık evreni, bütün düzeni ve çalışma sistemini. Aferin bize, iyi bok yiyecektik. Büyük sır verilmişti oysa, hayatın anlamı, sır fanilikti. Bizim anlamayı reddeceğimiz kadar basit ama gerçek olan. Hepimiz hazırlanıyorduk, gelecek olana, dönüşeceğimiz şeye. Birşey söyleyeyim, toprağa dönüşeceğiz. Tam gözümüzün önünde toprağa karışmışken bizden öncekiler ve bunu bazen ellerinin hemen yanında bulunan bir anı ötelemek, dudaklarının ucunda duran bir dolu nefesi çekmek yerine saklamak ya da  planları ile arayışları arasına sıkışıp kalarak yapmışken bu gerçeği göremeyişimiz olsa olsa aptalca bir kibirden. Kaybolmuş ruhlarız, aklımızın almayacağı tesadüflerle karışdık ve düştük bu dünyaya. Yine anlayamayacağımız dengelerden dolayı gideceğiz vakti geldiğinde.

Size bir hikaye anlatayım. Kısacık. Kimsenin umrunda olmadan ve el üstünde tutulmadan, onlarca kardeşini sadece şansları yaver gitmedi diye kaybetmiş garip bir çocuktu kel kartal Ali. Ne gökyüzüne kızdı, ne ailesine, ne de endişe etti canından. Çok şey beklemedi gençliğinden, planlar kurmadı emekliliği ile ilgili. Bir kadınla ve ömrü yettiğince, bazen açlıktan bazen keyiften, biraz oraya biraz buraya uçtu. Uçuşu sevdi Ali.

Doğru düzgün vedalaşamadık bile seninle. Herşey çok karışıktı. Sen oradaydın, ben oradaydım. Öncesi ya da sonrası yoktu. Var sandık. Yaşayamadık.

25 Haziran 2016 Cumartesi

Top 5

Hep aşık olduğum şeylerde beş numara; guacamolenin içindeki avokado ve soğan oranının kusursuz olması. Başıma gelme sıklığı ayda bir, eğer çok aşermiyorsam. Çok aşeriyorsam haftada iki. Haftada ikiyse soğanı doğramadan bir parça limon kabuğu kesip ağzıma atıyorum. Gözü yaşlı anlara son. Ayda bir ise yaşartmayı hak ediyor diye düşünüyorum soğan için, limona da kıyamıyorum, bütün yaşasın bütün ölsün. Bir de niye guacamole seviyorum var. Henüz dna üzerinden miliyetçilik oynunu oynamadığım için emin değilim fakat damak tadım meksikalı. Kocaman hasır şapkalı bir amcanın hiç aklında yokken yoldan çıkarak bir turistle sevişmesi sonucu başlayan ve bir yerlerde bana dokunan bir hikaye. Dna şakası bunu söyleyemiyor henüz. Sorsanız meksikalı büyük büyük babam da anlatmazdı. Aldatmanın hiç anlatılır olduğu bir dönem olmadı yeryüzünde. Sex and the city i saymazsak. 

Hep aşık olduğum şeylerde dört numara; kendi kendime düşünürken lafın lafı açması. Başıma gelme sıklığı haftada bir, iki. Bu kendimi iyi ve güçlü hissettiğimde ve yeterince uyarana maruz kaldığım haftalar için geçerli. Daha ıssızda ve kendime kaçtığım haftalarda günde bir, iki. Hayatın çoğunluğunu kendime çok az vakit kalacak şekilde yaşadığımdan, katlanması zorlaşan bu kendinle sohbet durumu için yeterince idmanlı olsam da bazı akşamlar kendimi alkole teslim edip, aklımı eski bir kilitli günlüğün arasına katlayarak, anahtarı yutuyorum. Bazı şeyleri geçiştirdiğinizde akıp giderler, zamanla eskirler, nabızları zayıflar. Bazıları ise temizlenmesi geçiştirilmiş lavabo gideri gibi birikir. Gittikçe daha çok kaçmaya çalıştıklarınıza bulanırsınız. Geçen akşam yine nasıl olduysa güney amerikadayım, antilop avına çıkmışız. Neden? Çünkü keklik avlamak sıkıcı. Antilop avlamak için pusuya yatmaya, yanında avcı köpek götürmeye iz sürmeye falan gerek yok. Hedef çok belirgin. Sürü halinde geziyorlar, insan görünce sinirleniyorlar, homurdanıyorlar, saldırganlaşıyorlar. Sonra üzerinize üzerinize koşuturuyorlar, eğer yeterince Simba değilseniz ve kötü amcanız Scar tarafından yok edilmek üzere orada kazaen bulunmuyorsanız üzülecek çok birşey yok. Yüksekçe bir kayaya çıkıp, sıkıyorsunuz tüfeği, konu kapanıyor. Daha antilopları görmemişiz, önümüzdeki tepeciğin arkasındaki gölet alanın çevresindeler. Yanımadaki ben konuştu. "Hayat çok boktan seçmeli" dedi. Duymazdan geldim, avıma konsantreydim. "Sorular göreceli, şıklar yetersiz ve cevap anahtarı kayıp" diye devam etti. Sesi duyulacaktı, sinirle arkamı döndüm. "Şşşt lan dur, şeytan doldurur." dedi. "Canım kendim" dedim ona sabırla, "İş yerinde bir maile cevaben mal mal ne yazacağımızı düşünürken gelen bir gezi epostasından peydahlanan ikiz kardeşin yüzünden ava geldik, sen şimdi bizi alıp Tibete götürmeye çalışıyorsun, bu iş böyle olmaz, bir siktirin gidin, masamda olmadığımı anlamaları an meselesi" dedim devamında. Böyle işte, hiç yüz vermeye gelmiyorlar.


Hep aşık olduğum şeylerde üç numara; imkan olmadığımdan hiç bir kaydını tutamadığım bir şarkının gelip beni tekrar bulması. Başıma gelme sıklığı ayda bir. O da şanslıysam. Müjdeli haber almak gibi birşey çünkü. Müjde! üçüz babasıyım! Büyüklerinin adını Spotify koyacağım. Hem aile üyeliği var, ayda 14,99 TL. Gerçekten 2016 Haziranında sudan ucuz, aylık olarak. Ortanca kız bebeklikten itibaren çello çalacak. Neden, çünkü keman demode oldu. Bu gençliğin, gürbüzlüğün elbet bir de yaşlılığı olacak. Hem altımı bezler hem Rachmaninoff çalar. Doğru düzgün işi olan bir adamla evlenir. Her ailede bir tüccar bir sanatçı şarttır çünkü. Damat kızımı çok sever, klasik müzik deyince aklına Müzeyyen Senar gelse de aşkından dinler kızımı saatlerce. Arada kötü olurum. Sondalar damattan. İyi çocuk gerçekten.. Küçük oğlan hayta olsun. Zar zor okulu bitirsin, ah ne olacak bu çocuk derken dj olsun. Her tarzın harmanlandığı elektronik müzik arşivcisi, amatör yapımcı olsun. Yine de düğünlerde üç beş kuruşa oyun havası çalsın. Ayakları biraz yere bassın. Ay sonunu zor getirsin. Bana zaten hiç uğramasın, ancak kötüleştiğimde. O da ayaküstü bir uğrasın, "Baba akşama setim var, çıkmam lazım, iyi gördüm, aslannn" desin. "Seti varmış, kıçımın kenarı gören de Tiesto sanacak" diyeyim, o da "Ohoo moruk, Tiesto öleli yüzyıl oldu" diye cevaplasın.

Hep aşık olduğum şeylerde iki numara; çok beğenerek okuduğum bir kitabı, izlediğim bir filmi ya da dinlediğim bir şarkıyı hunharca tekrar tekrar okumam, izlemem, dinlemem. Başıma gelme sıklığı günde bir ikiden çok. Biliyorum hastalıklı bir durum fakat engel olunabilecek frenim yanımda değil. Ekseriyetle evde unutuyorum. Eve girince de o kadar sıkılmış oluyor ki, o kendini dışarı atıyor. Denk gelemiyoruz bir türlü. İşime gelmiyor değil. Unutma durumum da gerçek. Tamir edilecek eşyaları, mutfak alış verişini, atılacak mailleri, elim her gittiğinde sayısı 24 olmuş diş fırçasının sayısını, gözlüğü, cüzdanı, anahtarlarımı sürekli unutuyorum fakat izlemek için kısaca kafaya not alınmış ama zaten defalarca izlenmiş bir filmi, İlhami Algör'ün herhangi bir kitabını 200üncü defa tekrar okumayı, dinlene dinlene tükendiğinden çok sevilmiş şarkıların defalarca tekrar ettiği müzik listelerini tekrar tekrar dinlemeyi unutmuyorum. Onları bu kadar hatırlıyorum diye diğerlerine hiç yer kalmıyor da olabilir. Bunu düşünmedim. Son model kablosuz hoparlörümle eşleştirilmiş son model akıllı izleme kutum bir adaya düşsem alacağım iki şey. Neden kablosuz, çünkü dijital bir iddiamız olsun istiyoruz. Ama yine de okuma işini dijitalleştirmeyi sevmiyorum. Aynı adaya küçük bir barınak yapacak kadar kitap götürüyorum. Hem o kadar kitabın içine çaktırmadan ne sevdalar, ne hoş sohbetler, ne dostlar, ne kalabalıklar sığdırmak da mümkün. Şimdi ada korksun. Soğan ekmeyi zaten biliyoruz, bir de avokado ağacı oldu mu, tamamdır. Avokado ağaçta mı yetişiyordu?

Hep aşık olduğum şeylerde bir numara; kanımı önce şakaklarımda sonra beynimde, yer yer midemde, dönüşerek boyun damarlarımda ve nihayet erojen bölgelerimde toplayabilecek gerçek bir aşk. Başıma gelme sıklığı ölçülemedi. Neden, çünkü duygular ölçülemiyor. Deprem ölçülebiliyor mesela, ölçeği var birimi var. O da soyut. Görebiliyor muyuz, hayır. Hissedebiliyoruz, sarsıntısından. Aşk sarsmıyor mu yani şimdi? Doğru yere çıkan çok alternatifli navigasyon haritası hayat, dolayısıyla bu sonuca varmak için çok farklı yollar kullanılabiliyor. Bunlardan bazıları, tek gecelik aşkın depreme dönme ihtimali, bir arkadaşlığın dönüşerek depremleşmesi ihtimali, ilkokul aşkının hakkını vermek üzere hayatına geri dönmesi, çok naif bir başlangıçla hayatına giren bir kişinin üzerine koya koya ele avuca gelmesi. Son alternatif çok tercih ettiğim olsa da herkesin çok acelesi olduğundan tam olgunlaşamadan toplamıyor hasat. Sonuç hüsran. O zaman ben de diğer alternatiflere yöneliyorum. Gerekenleri listeleyip harfiyen uyguluyorum. Sonuç; bir sabah uyanıyorum, oda yabancı, duvarlar beyaz, eşyalar da beyaz. İçim açılıyor. Buraya nasıl geldik değil hislerim, çok farkındayım olan bitenin, güzel bir akşam, tatlı bir tanışma, alkolün insanları ele geçirmesi ve buradayım işte. İçeriden su sesleri geliyor. Ben kanepedeyim, kalkıyorum, mutfağa geçiyorum, biraz su içme derdindeyim. Banyonun kapısı açılıyor, karşılaşıyoruz. İlk defa görüyor beni sanki "Hoşgeldim" diyorum. Şaşırıyor. "Yatacak yerin yoktu, kıyamadım" diyor. "Olur öyle" diyorum. "Dün yoktun bugün çoksun" diyor elimdeki su bardağına bakıp. Susma hakkımı kullanıyorum. Çok birşey hatırlamıyor geceden. Havlusuna sıkı sıkı sarılıp yanımdan geçerken uzanıp mutfak tezgahındaki telefonuna uzanıyor. "Aaaa, beni eklemişsin hem facebook hem instagramdan" diye ünlüyor. "Ağlarsa anam ağlar gerisi sosyal ağlar" diyorum. Gülen olmuyor.

Rüya

Bir arkadaşımın rüyası, Nagihan Konukcu'nun. Şahsına münhasır her insan gibi olabildiğince karmaşıktır Nagihanın kafası. Ve her sanatçı ruh gibi ardına kadar açıktır tüm algıları, dolasıyla gün içinde birikip hatta bazen taşıp cereyan yapar içinde. Bu yüzden bazı sorularının cevaplarını rüyalarında alır. Bazen de yeni sorular sorar. Böyle bir rüyada, bundan yıllar önce uyanmadan hemen önce bir cümle duyuyor rüyasında. Ses tanımadık, yüz ise hiç yok çünkü sırtı dönük sesin geldiği yöne. Bu cümleyi duyuyor ve uyanıyor. Hayra yorası olsa da hayra yorulacak taraf bulamıyor, kaldırıyor koyuyor orta vadeli bilinmezler dehlizine. Neden sonra bana anlatıyor bunu, önünde kocaman şeylerin olabileceği bir şiir bence bu, hayatın sırrını bile veriyor olabilir. Oturup düşünüyoruz, birlikte düşünmek çok devrimci bir eylemdir çünkü...

Şimdi yıllar sonra ben bir akşam oturup o sesin alında bir açıklama olduğunu anlıyorum. Oturup yazıyorum. Ha! Duyduğu cümle mi nedir?

"Ne olur bir şiirin ölümünden başka?"


Belki bir gün hiçbir şeyin olması gerekmez. Ölenler kurtulmuş, kalanlar hesaplaşmış, çocuklar her zamanki gibi olurlar. Çünkü şiir çok güzel bir ihtimaldir. Resim yapmak gibidir. Tariflerin en şıkı, kâtiplerin en terbiyesizi ve duyguların en arsızıdır. Kabına sığamayan, sırasını bekleyemeyen, ölümlerden ölümdür. Yalnızca yaşamasını bilirsen, yaşamasına izin verirsen, seni ele geçirmesiyle dalga geçebilirsen. İşte o zaman belki yaşamanın da ölmek kadar gerekli olduğunu, misafirliğin kıymetini ve gerçek hediyenin ne demek olduğunu anlatır sana. Oturup karşılıklı ayaküstü karşılaşmanızın tuhaflığına gülüp, geçici ve seçici şeylerle alay edersiniz. Zamanın lafı geçmez konuşmada, zaman yoktur ya da çantasını çoktan toplamıştır. Kızıl ve ötesi, gezegenler ve dizilişleri, kuantum ve fiziği silikleşir. Matematik sallantıda ve kimya basittir. Ya vardır ya yoktur. Herkesi sosyalci yapmaya niyetli bir gönül girişimidir şiir. Utangaç, bir gözü yerde ama yürekleri hep ayakta olan herkesin sabah ezanı, ibadeti ve sorgu masasıdır. Cevizdir, masiftir, antikadır. Yolsuz yönsüzdür. Antartikada olsan gelir bulur seni, ışığı kuvvetli, algısı açık, ruhu yaşlıdır. Her yaşlı gibi ruhu çocuktur. Asıl konuyu çözmüştür. Bilinmeyenleri kendi haline bırakan, dersiz topsuz fakat gamlı baykuştur. Yengeç burcu olduğu rivayet olunur. Doğru bir işaretle, yanlış yerde, yanlış ayakta bulunur. Önemsemez. Önemsenmesi bundandır. Endişeden azadedir. Gelirsen onunsundur, gelmezsen, yine de bir gün döner gelirsin. 

O yüzden bir gün gelip tarttığında kendini, ölçtüğünde ruhun ne kadar çekiyor. Artık dönme zamanı değilse pusulanda, bugün olduğu gibi. Durursun sonsuzlukta, ederi belirlenememiş her ruh gibi, raflar geniş adeta duble yol. Sonra sorar durursun, ne olur diye, olsa olsa ölümü olur senin şiirinin, başka ne olacak ki?

23 Haziran 2016 Perşembe

Gereği Düşünüldü

Gereği düşünüldü. 

Hiç olmazsa biraz da taşınılsaydı. Çünkü bazı kararlar tek taraflı ve geri dönülemez oluyor. Kararın diğer tarafındaysan neden tek taraflı olduğuna, hangi tarafta olursan ol neden geri dönülemez olduğuna takılıyorsun. Takılmak derken düşünmek, zaman zaman saplanmak, nadiren batmaktan bahsediyorum. Gereği düşünülmüştü, bir gereği varsa eğer, yapılması için güçler üstü bir mekanizma da vardı. Sahnenin ortasından giriyor, düşünüyor, gerekliyi seçiyor ve uygulanmasını salık veriyordu. Bunları yaparken tarafları dinliyordu, sakin, efendi ve tekmil-i kıyafetti. Görüntüsü babacandı. "Ama, ama ben o gün o kadar da iyi düşünemiyordum" diyemiyordunuz. Bunu duyma şansı olmuyordu. Pek babacan da sayılmazdı buradan bakınca. Siz gibi ben gibi insanlardan oluşuyordu bu mekanizma ve pek güçler üstü olmalarını gerektirecek şartlarda yaşamıyorlardı. Böyle bir şey bir insanın geçimini sağlaması için bir iş olabilir miydi? Hayret verici olsa da olabiliyordu ve bunun ismine Adalet Sistemi deniyordu. Merhaba lan Adalet? Bugün nasılsınız?

"Dava geçerli, dilekçeler mevcut ve taraflar hazır olduğuna göre, duruşmayı açıyorum."  Açalım, sorun yok. Biraz gerginim sadece ve yapı gereği de biraz kararsızımdır. "Davacı; Mesut'tan olma Hayriye'den doğma, 1980 doğumlu, Yılmaz Kalanoğlu" Bu benim, selam okuyucu, daha tanışmadık. "Davalı; İnsan doğasından olma Gerçeklerden doğma,  doğumsuz, Yalnızlık" Bu da benim yalnızlığım, tanışırsınız daha, gerçi pek insan sevmez, yabanıl, hassas, ürkek ve kalıcıdır. "Yılmaz Kalanoğlu ve Yalnızlığının boşanması dilekçesi mahkememize ulaştı. Taraflardan davacı Yılmaz Kalanoğlu şiddetli geçimsizlikten dolayı yalnızlığından boşanmak istediğini, basit bir protokolle ortak mülkleri olan bazı duyguların, özlemlerin ve yine ortak yapımları olan bir çok samimi, iyi ve kötü anılarının yasanın öngördüğü şekli ile iki haftada bir haftasonu olacak şekilde kendisiyle yaşayabileceğini belirterek, davalıdan başka bir talebi olmadığını bildirdi." Bugün boşanıyoruz. Umarım. Uzun ve fırtınalı bir ilişkimiz oldu. Boşanmak istediğimi söylediğimden beri konuşmuyor benimle. Zaten davayı da tek taraflı açmak zorunda kaldım. Davayı açınca, bugün mecburen davete icabet etti. Karşımda oturuyor.


"Davalının eklemek istediği bir şey var mı?"

"Var hakime hanım, Yılmaz Kalanoğlu etraflıca düşünmeden ve bir takım yanılsamaların etkisinde kalarak bu davayı açmıştır. Boşanma kararı ortak değildir. Kendisinin iddia ettiği gibi bir şiddetli geçimsizlik de söz konusu değildir. Davanın reddini talep ediyorum."

"Anlaşmalı bir boşanma talebi değil evet, davacının söylemek istediği bir şey?"

"Hakime hanım, yalnızlığımla olan ilişkimizde anlaşamadığımız konular evel ezel olmuştur, yine de bir yolunu bulup birliğin bozulmaması adına devam etmişizdir. Burada karşılıklı incinmemek adına başvurumda detaylı bilgiler vermekten imtina ettim. Fakat boşanma fikrimin varlığından haberdar olmasına rağmen hiç bir şekilde uzlaşmaz bir tavır takınmış ve beni bu davayı tek taraflı açmak zorunda bırakmıştır."

"Şunu belirtmek isterim hakime hanım, Yılmaz Kalanoğlu herkesin zaman zaman olduğu gibi bir hastalığa yakalanmış ve mantıklı düşünebilme yeteneğini kaybetmiştir. Bu boşanma fikrini lakırdamaya başladığı günden başlayarak aklının başına gelmesini beklediğimden sabır gösterip beklemeye çalıştım."

"Bakın çocuklar, boşanma davaları bu yüzden zordur. Yasamız tarafların gönül rızaları ile başlattıkları birliklerin bozulması konusunda hassas ve korumacıdır. Gerçekten birlikte kalınamayacak sebepler ispatlanmadan tarafların anlaşma halinde olmadığı durumlarda birliğin devamını ön görür. Neymiş o hastalık?"

"Umut hakime hanım, umut, yalnız olmayan bir hayat kurabileceğine dair bir umut, buna her insan hiç değilse bir iki kere yakalanır."

"Hakime hanım, yalnızlığımın hastalık olarak tanımladığı şey çılgıncadır. Hem ihtimalin kendisi çılgıncadır hem de çılgınca diye tanımlanması çılgıncadır. Sonuçları itibari ile kısıtlanması gerektiğinden bunu bir tehdit olarak algılamış olmasını anlayışla karşılıyorum fakat beni baskı altına alması, korkunç sonuçlar önermesi ve kendi varlığından birazcık dahi olsa taviz vermemesi olayları bu seviyeye getirmiştir."

"Hakime hanım yanlışlık var. Olayları buraya getiren Yılmaz Kalanoğlunun düşsel bir kurgu ile beni hayatından çıkartmak istemesidir. Ne derler bilirsiniz; insan yalnız doğar, yalnız ölür"

"Haksız sayılmazsınız sayın yalnızlık"

"Peki haklı sayılır mı hakime hanım?"

"Olay biraz gerçekçi olsa bir şeyler söyleyesim var sayın Kalanoğlu fakat yalnızlıktan ayrılmak nedir yahu?"

"Bir tek orası mı gerçekdışı hakime hanım?"

"Peki başka neresi sayın Kalanoğlu?"

"Yalnızlığımın künyesi, gerçeklerden doğma ve doğumsuz olması. Hakime hanım, kendisi tanrı yapımı bile değildir ki tanrı da yalnızdır. Bulduğu her şeye yapışan, onu ve ona ait her şeyi kuşatarak beslenen, tüm varlıkları oyuncağı gibi gören ve bir test varsa onun da bu yalnızlıktan kurtulmak olduğu bir evrende şu an da karşımda oturup size içinizin en derin yerlerinden örnekler vererek ikna etmeye çalışması yeterince gerçekdışıdır."

"E, bu da mantıklı"

"Hakime hanım Yılmaz Kalanoğlu yönlendirme yapıyor. Takdir edersiniz kendisi Kalanoğludur. Kalan oğlu, kaderini inkâr ediyor, itiraz ediyor. Bahsettikleri hurafedir. Kaldı ki, boşanma da, boş an madır belki, boş bir anında onu yakalamıştır. Ben yine de onu affetmek isterim. Yalnızlık affedicidir.

"Boş an güzelmiş"

"Aynı şeyi yapıyor hakime hanım. Kaderi nüfus memuru vermez, kimse de kimseyi yalnızlıkla evlendirmez. Sadece bazı birliktelikler beşik kertmedir."

"Tespitler tespitler..."

"Hakime hanım gördüğünüz gibi şiddetli geçimsizliği destekleyecek argümanı yoktur Yılmaz Kalanoğlunun. Kendisinin bana ihtiyacı sandığından çok ve sürekli olacaktır. Her ilişkide dalgalanmalar olur. Yeterince süre verilirse düzelecektir. Davanın reddini talep ediyorum tekrar."

"Hakime hanım, biliyorum ikna olmak üzeresiniz, biliyorum siz bilmeseniz de ana rahminde sizinle birlikteydi. Ve kendinizi beğenilmemiş, istenmemiş, küskün ve yabancı hissettiğinizde yanınızdaydı. Burada ne kadar büyük ve yüce bir şeyden bahsettiğimizi biliyorum. Bu Tanrıyı bile oyuncağı yapmış, asilce bekleyen, bütünlük isteyen, kocaman kollarıyla her yerinizi kuşatan, asıl kendi yalnızlığı için size ihtiyaç duyan, evrenin en yaşlı, ölümsüzlükle lanetlenmiş, beşbenzemez yüzlü şeyi, bu, kimsenin vazgeçemediği, güçlü, tutkulu şeyi, artık gitmeli. Ona benim belirlediğim yerde kalmalı çünkü ben başka bir ihtimal buldum."

"Tamam, yeter, herkes sussun artık!"


Ve gereği düşünüldü. Kocasını toprağa, çocuğunu gurbete, umutlarını eder fiyatın çok altına yalnızlığa satmış hakime hanım buyurdu; "Yılmaz Kalanoğlunun başvurusu ile görülen boşanma davasında davanın reddine, kamu vicdanında önemli yer tutan birlikteliklerin devamlılığı adına davacı ile davalının birlikteliği yürütmeyi tekrar denemesine...." Kendime mi, yalnızlığıma mı yoksa hakime hanıma mı üzülsem bilemedim. Ayağa kalktık. Sessizce çıktık kapıdan. Adliyenin kapısından çıkarken omzuma dokundu yalnızlığım, dönüp baktım; "Bu da geçecek bak görürsün, ben orada olacağım." dedi.

19 Haziran 2016 Pazar

Yalnız Tatil

Kolayca klikleyerek sattığım gençliğimden kalan son parayla kendime tatil satın aldım. Yıl 2016, yaş kemal, mevsim yazdı. Şartlar olgundu. Gün içinde maruz kaldığım iş hayatı, sosyal çevre, aile ilişkileri gibi kolayca bermuda şeytan üçgeni olarak tanımlanacak sürüklenme ve sarhoşluk halinden uzaklaşacak, bir nevî kendime kaçacak, kendimi kaçıracak ve kafa dinleyecektim. Çok planlanan hiç yapılamayan bir şey yalnız tatil. Modern zaman efsanesi. Çok planlı birisi olmasam da hayalleri olan bir zatım. Dinlenecekler, okunacaklar ve yazılacaklar birikmiş. Orta vadede hayallenen kitap projesi için de aşırı gerekli bir hareket gibi görüp kararımı verdim. Klik. Al bana multi yıldızlı, ödüllü projeli, yediğim önümde yemediğimi siktiret sonra tazesi gelir nasılsa bir tatil paketi. Bir taraftan deniz manzaralı teras havuzumda gün batımını izlerken diğer taraftan camdan yapılmış jakuzimi köpürtüp aynı anda iki huri tarafından, benim için hazırlanmış yarısı sütlü yarısı bitter çikolatayla kaplanmış çilekler ile besleniyor olabilirim, bu sırada başka bir huri rahatsız olmayayım diye lambaderin arkasında hazırolda bekleyebilir, bir diğeri boşta kalan elime maniküre başlayıp kırmızı kemik çerçeveli gözlüklerinin üzerinden bana bakışlar atabilir, birden aklıma gelip helikopterimi sorabilirim, 'hazır' der kaptan pilot kıyafetli başka bir huri, hepsinin isminin huri olması durumu tesadüf olmaz, canım her an herhangi bir şey isteyebileceğinden 'hu hu, huri' diye seslendiğimde hepsi aynı anda dönüp bakabilir. "Nasıl tatil lan bu!" dedim kendime, "Tatil değil Larry the Leisure Suit oyunu bu!" İnsan böyle bir tatilde hiç de yalnız, kendine kaçmış, izole olmuş ve de dinlenmiş olmaz, olamaz. Süratle vazgeçtim bu tatil paketi fikrinden. Alternatif ise aslında normalde esas oğlan olan, şu inziva mekanlarından birine kaçmak. İptidai şartlar, dolayısıyla temel ihtiyaçlar için bile bir çabalama, doğaya dönüş vs. Tamam ulan, kaçacaksak adam akıllı kaçalım diye klikledim pürneşe. Hemen akşamına bir mağazadan şu belden kemerle sabitlenen, dikine spor çantası kıvamında Avustralyalı gezgin sırt çantalarından aldım. Kütük Çankırı ama olsun, babam Avustralyalı gezginmiş, anlaşıldığı kadarı ile Çankırı'dan da geçmiş olabilir. Eve döndüm. Çanta, çanta değil artezyen kuyusu çıktı, ne koysan alıyor. Kitaplar seçildi, müzik listeleri elden geçirildi, allah muhafaza şarj biter diye şarj dinamolu el radyosu, canım müzik yapmak çekebilir diye cajon, çocukluğuma dönebilirim diye portatif bir salıncak, kaşif ruhum uyanabilir diye pusula, rambo bıçağı, o abartı kaçmasın diye bir İsviçre çakısı, sapada canım çok fena kahve çekebilir diye portatif espresso makinesi, dalgalı bir sahile denk gelirim diye sörf tahtası, çok sıkılırım diye bir iki yetişkin boyama kitabı, kolayından bir sudoku kitapçığı, 12li pastel boya seti, sanatı abartmak istersem diye bir şövale, orta boy iki tuval, fırça takımı, öyle çok yazarsam da dayanamaz kendi kitabımı basmak istersem diye tek renkli 35x50 ofset makinesi, 1 palet 80 gr. birinci hamur kağıt ve güneş kremi, kulaklık gibi şeyler aldım. Bir şey unuttum mu diye bir düşündüm. Yok, gayet hazırdım. 

Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp, sabahın ikinci ışıkları ile yollarda harap olup, sabahın üçüncü ışıkları ile kavga dövüş sırt çantasını bagaja verip, sabahın dördüncü ışıklarında kırmızıda geçtiği için mobese tarafında yakalanmış uçağın pistte çekmesi gerekn cezayı bekleyip, nihayet uyuyakalıp, sabahtan itibaren bu kadar ışık geçince öğlen oluyor diye düşünüp öyle saymaya karar verdim. Uyandığımda ise bunun varmış olduğumuzdan dolayı olmasını isterdim. Öyle değildi. Fakat saat öğleydi, öğlenin üçüncü ışıklarında aniden kırmızı yanmış ve hostes tarafından uyandırılmıştım. Bir şey isteyip istemediğimi sordu. İnanamaz gözlerle baktım. Anlamadığımı sanmış olacak soruyu yineledi. Hostes hanım kızımıza uyuyan insanların genellikle uyandırılmamak istediklerini, bunu ise sadece uyumaya devam ederek yaptıklarını, bir insan uyurken bile acaba acıkmış mıdır diye düşünmenin ise sadece annelere özgü bir endişe olduğunu, onun anne olamamasının ya da ilkokul üçüncü sınıfta çok istediği kardeşin yapılmamış olmasının benim suçum olamayacağını anlattım. Yanakları kızardı. Kızarıklık elmacık kemikleri üzerinde garip bir hat oluşturan fondoteni geçerek bir bütünlük sağladı. Daha sağlıklı göründü gözüme. Utanmış bir ifade ile özür dileyerek onun nazarında çok ünlü olan bir dizi oyuncusuna acayip benzediğimi, o olmamın mümkün olup olmadığını sordu. Öğlenin dördüncü ışıkları yeşil yandı. Elimi uzatıp yüzünü kavradım. Yanaklarını hafifçe sıkıştırarak, dudaklarını büzüştürdüm. Kendisinin bu hali ile acayip ördeklere benzediğini, acaba ördek olmasının mümkün olup olmadığını sordum. Koşarak uzaklaştı. Tam uyumaya devam edecektim kaptan pilot konuştu, hava durumu, finansal durumu, ilişki durumu, memleketin durumu ile ilgili bilgiler verdi. Lafı o kadar uzattı ki, apar topar ineceğimizi müjdeleyip mikrofonu kapattı ve nihayet akşamüstünün ilk ışıkları ile varmış bulunduk. Bir tabur insanı vücut çalımlayarak, tesadüfen aynı hostes hanım kızımızın bavulunun üzerine basarak sıçrayıp bantta ters yönde koşarak, sırt çantasına amerikan futbolu faulü yapıp banttan düşürerek, kavuşulmuş sırt çantasını sırta sabitlerken koşup free shop kasasındaki kalabalığı strike ile devirerek ve son anda uzanarak butona bastım. Bu çok survivor anda artık tüm hengamenin geride kaldığını düşünerek, bir zafer işareti ile ve saati akşamın ilk karanlıklarına devirerek sevindim. Daha havalimanından çıkmadan omzuma güvenliğin dokunması ile irkildim. Havalimanı içindeki güvenlik birimine giderek ifade verdim. Hakkımda şikayetler varmış. "Memur bey, o kadar kamyonu solladık, burada kaybettiğim bu vakitte hepsi tekrar öne geçiyor. Siz hiç tek şeritli Samsun yoluna gitmediniz mi, bu haksızlık değil mi?" dedim. Anlayış gösterdi. Dönüşte bir vakfıkebir ekmeğine anlaştık. El sıkıştık ayrıldık. İte kaka transfer otobüsüne binerek ulaştım akşamın dördüncü ışıkları ile otelimsi,pansiyonumsu,apartımsı mekana. 

Kapıdan girdiğim andan itibaren hayat yavaşladı, her yer börtü böcek sesi, karanlık zifiri ve duşun suyu buz gibiydi. Güneş enerjiliymiş. Akşamüstü duş aldın aldın, almadın soğuk alıyorsun. Duşunuzu nasıl alırsınız? Olsun. Hem soğuk duş iyi, metabolizmayı hızlandırır, vücudu canlandırır ve adamın gündüz yanmış götünü dondururdu. Bu detay böyle bir günden sonra bu kadar gözüme batıyor diye kendimi telkin edip odama seğirttim. Uyku kötücül yöntemler kullanarak da olsa borcunu gelip alan bir müessese idi. Kendimi onunla test edemezdim. Yarın sabah senelerdir hayalini kurduğum tatil başlamış olacaktı. Tüm ihtiyaçlarım yanımdaydı. Paniğe mahal yoktu. Sırt çantasının en üstüne koyduğum pamuklu pijama takımımı giyip, bir duble viski içip belki de en son çocukluğumda köyde gördüğüm karanlık ve doğal sesler korosu ile aşırı tatlı ve huzurlu bir uykuya dalacaktım. Bu uyku, harmoni şeklinde tüm vücuduma yayılacak, salgılamam gereken tüm hormonlar azıtarak bünyemi ele geçirecek ve ben yarın sabah bugünkü beni tanıyamayan biri olarak uyanacaktım. Pijamalarımı giydim. Odada ustaca saklanmış olan mini barı aramaya başladım. Çok iyi saklanmıştı. Hiç yokmuş gibiydi. Üzerinde telefon olması gereken komodine uzandım. Götündeki plastik basma düğmesinin içinden kıçı kırık üç adet tohum çıkan sözde doğa dostu bir kalem ve beş yaprak A5 vardı. Biraz gülümsedim, yanımda küçük çapta bir matbaa vardı. Mücellithanem yoktu ama pekâla rambo bıçağı ve origami yeteneklerimle onu da başarabilirdim. Sonra telefonu aramaya koyuldum. O da çok iyi saklanmıştı. Terliklerimi giyerek resepsiyona indim. Aradığım objelerin iyi saklandıkları değil hiç olmadıklarını öğrendim. Dahası, otelimside alkol da bulunmuyordu. Yanıma portatif salıncak almıştım ama bir şişe alkol almamıştım. Resepsiyondaki çocuğa alkol tüketilen coğrafyalar toplandığında insan başına alkol tüketiminde dereceye giren bir ülkede olduğumuzu, mutfağımızın bir parçası olarak dünyada yemeğin yanısıra alkollü içecekler üretiminde de hatırı sayılır bir yerimiz olduğunu, kısa süreler kontrolümüzde olan kimi balkan ülkelerinde bile halen aynı tariflerle ve değişik meyvelerle alkollü içecek üretildiğini, bunun da sanıldığı kadar komplike bir işlem olmadığını, isteyen herkesin artık kendi alkollü içeceğini ürettiğini ama zaten ülkedeki alkollü içecek pazarının genişlemek uğruna her ücraya ürünlerini ulaştırmaya çalıştığını anlatıp bu şartlar altında hâlâ nasıl alkol olmadığını sordum. Cevap başka bir alandan geldi; 'Alkol vücudumuza çok zarar veriyor, biz tüm ekip olarak bir çok şey gibi alkolden de arınmanın gerekliliğine inananıyoruz.' Bir insanın tüm ölüm şekillerini düşünüp, uygulayacağından korktuğu için vazgeçtiği anlar vardır. "Oldu o zaman" dedim. Arkamı dönmeden önce de bu arınmanın ve doğala dönüşün tam olması gerektiğini, bu açıdan bakınca odada kullanıma sunulan doğa dostu kalemin tırt olduğunu, satın alırken fiyatından uyanmaları gerektiğini, kalemin üreticisini tanıdığımı, bir Türk olduğunu, bir Türk'ün kendi cebine girecekse patanın kimin cebinden ve nasıl çıktığıyla hiç ilgilenmediğini, bu kalemin gövdesini oluşturan kağıt kısmın sıkıştırılmış kağıt değil tabakalar halinde yapıştırıcı ile yapıştırılmış olduğunu, dolayısıyla bir toprağa gömülürse iyi ihtimalle üç ila beş metre civarındaki börtü böceği yapıştırıcı sayesinde zehirleyeceğini, ucu ve kıçı olan plastik kısımların ise mısır püskülünden olmayıp düpedüz petrol ürünü olduğunu yani kısmet olur da üçüncü dünya savaşı çıkar ve buraya bir atom bombası düşerse bile yüzyıllarca deforme olmadan yaşayacağını anlattım. Bön baktı. Yüreğim soğudu biraz. Çıktım yattım.

Tatilimin habercisi ve esas oğlanı olan ilk sabah uyandığımda gerçekten geçen geceden çok hayal kırıklığına uğramış hissetmiyordum. Yatakta bir tur dönüp telefonuma uzandım. Sabahın ikinci ışıklarıydı. Kalkıp odanın camından ve küçük balkonundan temiz havayı koklamak ve gece kaçırdığım harika manzaraya bakmak istiyordum. Telefonu komodinin üstüne bırakırken bir kaşıntı hissettim sağ kolumun üzerinde. Kaşınma hissi öyle güçlüydü ki sesli kaşınmaya geçtim. Sonra sol kolum, sol ayak bileğim olarak yangın bölgeleri arttı. Yataktan kalkamadan bir elimde diğer kolumu, bir ayağımla diğer ayak bileğimi kaşıyor ve açıkta kalan sağ kolumu yatağın kenarına sürtüyordum. Bir anlığına sol koluma baktığımda, farklı farklı iki ayrı yerde iki adet kırmızı tepecik gördüm. Birbirinden ayrılamayan çenebaz iki sivri sineğin birlikte koluma yan yana konarak muhabbet halinde beni emdiklerini hayal ettim. Birlikte kafa çekmeye çıkmış iki kafadar. Sorsalar nutuk atardım bizde alkol yok diye ama soran olmamıştı. Hemen sırt çantasının dış ceplerinden birinde bulunan ve alerjilerde kaşıntı için kullanılan kreme bulanarak yangını söndürdüm. Dünyanın en tuhaf kahvaltısını mecburen reçelli ekmek ve kahve ile geçiştirerek odaya çıkıp deniz şortumu giydim. Küçük bir çantaya kitap, tablet ve kulaklık gibi hayati eşyaları yerleştirdim. İlk günün günahı olmaz. Bun buralıydım. Deniz kenarında bir şezlonga yerleşip etrafı kestim. Bazı insanların çevreyi iyice gözleyip koklayarak bir süre sonra oralı birisine bile farkındalık yaratacak şeyler söyleyip kendisini mekanın içine çekmek gibi huyları vardır. Çevrede gerçekten kessem İstanbulun ısınma sorununu iki yıllığına çözecek miktarda ağaç vardı. Ama garson yoktu. Zaten herkes sivil kıyafetliydi otelimside, insanlar ancak bazı hareketlerden şüphelenerek insan belirliyor yine de emim olamadığı için başka birinin harekete geçmesini bekliyordu. Nasılsa gelir diye düşünerek uzandım şezlonga. Kulakta kulaklık. LP çaldı. Lost On You... Ulan ne iyi ettim de geldim duygusuna çeyrek vardım. Sonunda hayalimde kurgulayıp durduğum, hayatın durduğu, yeşilin betonu dövdüğü tatilegelmiştim. 

Biraz müzik, alkollü olmasa da soğuk bir içecek ve okumaya geçiş diye tasarlıyordum. Kulaklıktaki gürültünün üstünde bir ses duydum. Kafamı çevirip yan şezlonga baktığımda gördüm;

- İrfan Abi??
- Kaan selam, sizin yükleme tamam ama gümrük beyannameniz ulaşmadı.
- İrfan abi, gümrük beyannamesiz mal gümrüklü depoya teslim alınmaz. Bir yanlışın olmasın?
- Bilmiyorum Kaan, mal çıkmaz bu şekilde!
- İrfan abi..
- Çöz bir şekilde Kaan
- İrfan abi..
- Efendim?
- Bir siktir git lütfen, ben tatildeyim sen burada olamazsın!

Kafamı önüme çevirip gözlerimi kapattım. Müziğe bıraktım zihnimi. Akıp gitmem lazım benim diye düşündüm içimden, işte bunlar hep yanımda taşıdıklarımdı, hemen gitmeliydiler, derhal. Kısa bir süre sonra yandan tekrar ses geldi. Korkarak açtım gözlerimi...

- Kaan!

Eski bir kız arkadaşımdı. Gelip oturmuş gözlerini dikmiş bana bakıyordu yan şezlongdan. Üzerinde beyaz bir gecelik vardı. Saçları dağınık gözleri öfke doluydu.

- Neden terk ettin beni Kaan?
- Canım, bazı şeyler biter, söner, azalır, tükenir, olmaz yani..
- Hayır! Tanıyorum seni o kadar. Küçücük şeyler takılır kafana bir türlü ilerleyemezsin onlar yüzünden.
- Peki o zaman, ismin yüzünden.
- İsmim mi yüzünden?
- Evet.
- Şaka mı bu?
- Al işte, inanmıyorsun.
- Hayır, inanacağım, açıklarsan.
- Aslında en başında aklıma takılmıştı. Yani o kadar da önemli değil demiştim ama bırakmadı peşimi, ismin Şerbet canım senin, Şerbet, demirhindi gibi, yani eskaza benim soyadım Soğuk olsa sen üzerinde Soğuk Şerbet yazan bir pasaportla mı gezeceksin diye düşündüm. Olmadı, üzgünüm.
- Adisin Kaan.
- Sen de fiilen yoksun ya da hayaletsin Şerbetcim, iznini rica edicem. Kendime kaçtım ben, alkolüm yok, sıcak suyum yok ama portatif espresso makinem var.

Sanırım delirmek üzereydim. Nasıl kaçmaktı bu. Her şeyi unutmaya çalıştım. Başından beri planladığım, yapmayan herkesin hayalini kurduğu, yapanın aman uzak dur dediği tatili yapacaktım. Gençliğimi satıp gelmiştim. Kimseye izin vermeyecektim. Bir arkadaşımdan öğrendiğim nefes egzersizini yapmaya koyuldum. İyi gelmişti. Sakinleşmiştim. Daha ilk gündü. Hem otelin arka bahçesinde çok güzel bir köşe vardı, akşamüstü salıncağımı oraya kurar gün batımını da izlerdim. Ha şöyleydi! Aferimdi. Kalp ritmim normale dönmüştü. İç sesimi, kendimi duymaya odaklanmıştım. Ama bir sorun vardı. Gözümü kapattığımda gözümün önünde beyaz pembe arası bir boşluk üzerinde hani ilkbaharın yağışlı döneminde toprak nemli kalır da o çamur deryasında 700 veren sivrisinekler doğurur, ilaçlasan çare etmez, onların yavruları gibi küçücük siyah noktalar uçuşuyordu. Bir tanesini seçip talip ediyor, düzensiz hareketlerini izliyor sonra sahneden kayboluşuna tanık oluyordum. Daha bu sabah 10 yerimden şişlenmiştim. Kayıtsız kalamıyordum bu sinek yavruları güruhuna. Gittikçe artıyorlardı. Her yöne uçuşuyorlardı. İbne sineklerdi. Homofobik bir kimse değildim. Ama bunların ibnelikleri de su götürmezdi. Sıkıyordum gözlerimi, biraz kaybolur gibi oluyorlardı, rahat bıraktığımda ise yine her şey eski haline dönüyordu. Sinirlenmeye başlıyordum ki, derinden bir ses duyuldu ;

- Oğlum.

Ohaydı. Annem olamazdı. Ses tekrar etti;

- Oğluum.
- Oğluuumm!!

Gözlerimi korkarak açtığımda başımda 50li yaşlarında bir kadın duruyordu. Oğlu olmadığım aşikârdı. 

- Oğlum, çocuklar uyardı uyuyakalmışsın şezlongda, uyandırmayayım dedim ama 5 saat oldu, başına güneş geçecek. Al tuzlu ayran getirdim.

Beş saat pozisyon değiştirmeden güneş altında uyuyan adam nasıl uyandırılmaz? Hostes hanım kızımız için ettiğim dua dönüp beni güneşle sınamıştı. Kadın ayranı baş ucuma bırakıp uzaklaştı. Yerimden doğrulduğumda ramazan pidesi gibi üstümün kızarık ve çıtır altımın ise yumuşak ve ıslak olduğunu fark ettim. Başım dönüyordu. Ayranı bir dikişte bitirip yerimden doğrulup odama yöneldim. Alkolün olmadığı yerde vücut sıvımı damıtarak sarhoş olmuş gibiydim. Yalpalayarak odaya çıktım. Güneş henüz batmamıştı. Koşarak soğuk duşun altına girdim. Saat daha akşamüstü olduğundan su soğuk değildi. Bunu fark edene kadar bir posta da suyun altında haşlanarak ve çığlıklar atarak duştan çıktım. Yatağa babannemin çalı çırpıyla karıp köy evinin duvarına attığı ve kuruyunca duvardan yavaşça kayarak yere düşen tezekler gibi düştüm. Ne kadar uyuduğumu hatırlamıyorum.

Kalan günlerde portatif salıncak ve İsviçre çakısı ile kestiğim çarşaf parçalarını kullanarak bir idam masası, kahvaltı masasından yürüttüğüm meyveler ve matbaa makinesinin merdanelerini kullanarak meyveli rakı, 80 gr kağıtlardan yaptığım külahlar ve soğuk suyla yaptığım espresso tabletlerini kullanarak espressolu dondurma ve başka bir dünya şey yapmaya çalışarak geçirdim. Bir daha güneşe hiç çıkamadım. 

Ömrüm vefa etti döndüm ve hint okyanusu kırmızı yengeci olarak işe döndüğüm ilk gün bir arkadaşım aradı. 

- Kaan, oğlum tek başıma tatile çıkıyorum. Akyakaya kampa gidiyorum. 4 gün. Ne diyorsun dedi.
- Yanına yoğurt al dedim. Vallahi şak diye kesiyor yanık acısını...

16 Haziran 2016 Perşembe

Berduş


Saat 03:30. Yeterince aydınlatılmamış sokaklarda tanıdık bir gölge, yürüyor hep aynı sokağı, yol ayrımındaki kaldırımın üzerinden az ilerideki parkın kapısına kadar, sonra karşı kaldırımdan tekrar sokağın başına. Temposu değişken, bazen bir yere  gecikmiş gibi, bazen uyku tutmamış da yürüyüşe çıkmış gibi. Gün doğunca parkın köşesine çekilip sızan, güne karışmayan, günü kendi rutinlerine almış insanlara bırakan, akşam oldu mu canlanan, hep aynı heyecanla, bu sefer o parkın girişinde bulacakmış gibi aradığını gezinen, zararsız, çoklarına göre mahallenin delisi, kimilerine göre filozof, kimilerine göre berduş. Bir kayıpla baş etmek zor. Allahtan insanın unutabilmek gibi bir yeteneği var. Bir de böyle unutamayanlar, unutulamayanlar. Bir uzvunu kaybetmek gibi, varlığında hissettiğin bütünlük duygusu artık olmadığında, hayat da devam edemiyor. Her anını, her saniyeni o olmasını istediğin ve orada olan şeyin artık olmadığı gerçeğiyle yüzleşerek geçiriyorsun. O yüzden, bağırıyor arada, bazen öfkeli, bazen feryat figân, bazen gözyaşlarıyla yalvararak. Zaman o an durmuş onun için, ne öncesiyle ilgileniyor, ne sonrasıyla, sadece o anda. Uykunun gelip beni bulmadığı bazı geceler, en son nelerimi kaybettim diye bir muhasebeye giriştiğimde balkonda, oturup onu izlerken buluyorum kendimi. Bu unutamamakla lanetlenmiş berduş şanssız mı yoksa kaybettiği parçasının peşinden kaybolmayı göze alacak kadar cesur mu? Arada konuşur kendi kendine, sanki bir dialog gibi ama her ikisi de kendisi sanki, biri 'o anın' hemen ertesinde, diğeri gündüzleri sızmışken parka oturan aksi gibi. Anlattıkları bir bütünlük içermiyor.

"Sanki iki kapıya beş el gele atmış gibi hissediyorum kendimi, hani kendi elinle atarsın da yine de sonucuna bir ayrı üzülürsün, bir süre kendini suçlarsın, oyundur der geçemezsin. Neresinde geçmişti sohbetin de 'sen tavla oynamayı biliyor musun?' demişti? Vallahi hatırlamıyorum" diyor. 
"Kendi hatan olmayan bir şeyi kabul edememeyi yahut sadece şanssız olmayı tarifleme konusunda Guinessliksin dostum!"
"Evet bak hatırlattın, Guiness demişti sonra, 'ben bundan içicem, sen sevmiyorsun bira ama bunu deneyebilirsin" demişti."
"Ohooo, ne desek serbest çağırışıyorsun, susarım bak"
"Aman saçımı çekme de"
"??"
"Çok acıyor, hele favorilere yakın bir yerden tutup çekersen"
"Anladım dostum."
"Anlayamazsın dedi bana, anlamanı da beklemiyorum. Ben sadece üzgünüm dedi,  bazen çok net düşünemiyorum"
"Çıkışlar serbest, biliyorsun"
"Nah serbest, kapıyı kırarak mı girdik?"
"Misafirlikler sürelidir, gitmeyen misafirse olsa olsa ailedir"
"Belki aile seviyorumdur"
"Aile candır"
"Yine de sakat çocuk korkutur beni, geçelim"
"Çocuk sakat mevzu zaten, geçelim"
"Oniki gün altı saat ve kimi dakikalar geçti dostum, zaman görecedir derler, inanmazdım"
"Gör de inanmadır o"
"Yok lan direkt Einstein"
"Anladım"
"Birlikte geçirdiğimiz zaman dünya saatiyle kısa ama eminim başka zaman birimlerine göre yıllar gibiydi"
"Hangi başka zaman birimleri?"
"Birine güvenebilmek için geçen zaman mesela"
"Ha! Şu başka boyutlarda kurulan ilişkilenmeler gibi"
"Ben, dostum. İnanmaya çok yaklaşmıştım. İnanmayı mı bu kadar istemiştim yoksa ortada inanılacak bir şeyler mi oluyordu bilemedim"
"Bilirsin aslında, sormak istemezsin sadece"
"Bildim evet"
"Yanlış bilmek diye bişey var"
"Varmış"
"Mal gibi oturuyoruz, hadi kalkalım da bir rakı sofrasına oturalım"
"Bazı anlar var dostum. Şarkının efsane olmasından değil belki ama efsaneleşecek bir anda dinlenmesinden hani, sonra başka zaman o tadı hiç vermiyor."
"Anladım. Rakı onlardan biri olamaz, hadi sen yaz yağmuru olmadan oturalım bir yere"
"Büyü derler, var mıdır?"
"Büyük diyoruz. Bir büyüğe danışmak lazım diyoruz. Bir büyükten sonra her şey mümkün diyoruz."
"Bakarız, ama büyü varsa eğer o an oradaydı"
"Belki şu zehirli sarmaşık zehirlenmesinden yaşamışsınızdır"
"Neymiş o"
"Güney Amerikada bulunan bir bitki, yapı itibariyle sarmaşık, hani ilkbaharın o ilk habercisi sıcaklarında yakınından geçiyorsun da, salgıladığı nasıl bir kokuysa, oksitosin, melatonin ve serotonin üretimin insanüstü oluyor. Sen de kimle bulunduysan orada, artık büyü neymiş görüyorsun."
"Güzel kafaymış"
"Bilemiyorum"
"Modadaydık biz"
"Tamam gıda zehirlenmesidir o zaman"
"Ayraç koyalım mı?"
"Rakı koyalım!"
"Senin nasıl gidiyor?"
"İki büyükten sonra akışkan, yer yer bulutlu, sağanak geçişli"
"Ne zaman yaz gelecek bize amk?"
"Melankolik olmayı bırakınca belki"
"Belki..."

Sonra, dönüp yolun karşısına geçiyor. Aynı kaldırımdan, aynı kararlılıkla, aynı parkın girişine doğru yürümeye başlıyor. Yerimden doğruluyorum. Saat 04:30. Elimden geleni yapıyorum unutmak için, gel uyku artık, bul beni. Berduşluğun alemi yok.

12 Haziran 2016 Pazar

Eşik

Tavuğun hiç günahı yoktu. Pişmeden önce herkese yetecek kadar durup pişince azalıp neredeyse yok olan bizdik. Tavuk gayet olmuştu, artık olamayan şeylere rağmen. Söyleyemedim. Elimdeki çatalla bir iki dürtükleyip önümdeki tabağı, en son ne zaman bir şeyler yediğimi hatırlamaya çalıştım. Dünyaları yiyebilecek kadar acıkıp yanına geldiğimde doymuş hissettiğim günler geçmişte kalmıştı. Tam bu odada ve bu masada miskin pazar günlerinin akşamlarında yenilen yemekler, boşaltılmamış küllüklerin keskin kokuları, hiç ayrılmayacakmış gibi birleştirilen bütçelerin dertleri, neşeleri, konu açılmışken girişilen tatil planları, ertelenen sevişmeler ve oynaşmalar geldi gözümün önüne, midem bulanır gibi oldu. Hiç yüzüme bakmadan sordu;

- Olmamış mı?
- Yoo, olmuş..
- Yemiyorsun da...
- Pek iştahım yok bu ara

Kapı çaldı. Muhsin Bey çöpü almaya gelmiştir diye düşündüm. Çatallar oynamayı bıraktı. Bir süre birbirimize baktık. Kapıyı açmaya kalkmak, kalkmışken ayakkabılıktaki bozuk para tabağından üç lira almak, aceleci adımlarla çöp torbasına evyedeki çer çöpü tıkmak sonra kapıyı açmak, Muhsin Bey'e yarın sabah ne alınacağını söylemeden bir şişe süt ve bir beyaz ekmek siparişi vermek, sonra Muhsin Bey'e sarılıp dakikalarca ağlamak istiyordum. "Beş numaranın kedisi kaybolmuş diyorlar" diye sorup dolayısıyla tüm apartman dedikodularını dinlemek, önümüzdeki kış çatı akıtırsa diye yöneticiyle erkenden konuşmamız gerektiğini hatırlatmak, geçen hafta kaybettiği babası için dileyemediğim baş sağlığı için özür dilemek ve sarılıp dakikalarca ağlamak istiyordum. Oğlu matematikte takılırsa artık başkasına danışması gerektiğini, asansörün kapı anahtarından artık yaptıracaksa bir tane eksik yaptırması gerektiğini, çok entel dantel görünsem de onu ne kadar çok sevdiğimi söylemek ve sarılıp dakikalarca ağlamak istiyordum. Yerimden kalkmadım. Bir iki kere daha çalıp sustu. Tabakları kaldırmaya davranırken sordu;

- Kapıya bakmadın..
- Bunu yapma lütfen bana..

Önüne bakarak mutfağa geçti. Ben de kapının önündeki valizimi alıp yatak odasına. Yapmayı planladıklarımız çok paramız kıt kanaatti. Ikeanın görse grur duyacağı bu yatak odası, dolabındaki her vidasında, duvarındaki her fırçada bir parça benle karşıladı beni. Yüzümü kaçırarak dolabı açtım. Kıyafetlerim, kat yerinden iz yapmış nevresimler, hep o tatili hatırlatsın diye toplanıp torbalanmış lavantalar, artık kullanılmayan ıvır zıvırın hapsedildiği kutular, ilk maaşımı kutlamak için alınmış küçük kasa bu dolabın içi dışında hiç bir anlam ifade etmiyordu. Nereye taşınırlarsa taşınsınlar uymayacaklardı. Mutfağa doğru seslendim;

- Bunları almasam olur mu?
- Bunları anlasan iyi olur!

Faydası yoktu. Her birinden özür dileyerek doldurdum valizi. Kapıya doğru yürüdüm. Kapının önünde duruyordu. Göz göze gelmemeye özen gösteriyorduk.

- Ben gideyim artık, geç oldu.
- Anahtarlarını bırakırsan sevinirim, kilidi önümüzdeki aya kadar değiştiremeyeceğim.
- Şey, tabii...
- Kapı paspasını da almanı rica edeceğim.

Tabii ya, kapı paspası, nasıl da unutmuştum. Bir kapı paspasıyla evlenme teklifi alacağım hiç aklıma gelmemişti. Ama işte yine de o gün, hayatımdaki tüm güzel anıları yazdığım dağarcığım, kendimi eşsiz hissettiğim anlarım, tasarlayıp durduğum gelecek planlarım sıfırlanmış, büyük bir buluş yapmış gibi yerimden zıplayarak ağlamaya başlamıştım.

- Alırım, tabii...

Kapının önünden çekilmiş, kapıyı arkasından çekerek açmış, kapının arkasında kaybolmuştu. Dönüp son bir defa eve bakmıştım. Sonra da ayakkabılarımı giymek için eğildiğimde paspasa... 'Çok uzaklara gitme' yazıyordu. Çok uzaklara gitmiştik.

Otoparkın önünde öylece durmuş bekliyordum. Sanki bir şeyin gelip beni alıp götürmesini bekler gibi. Gözlerimden süzülen yaşlar, tüm arabayı kaplamış eşyalar. Birlikte seyahat ettiğim geçmişim. Onlardan ne kadar uzaklaşmış olduğunu bilmediğim kendim. Şimdi, tam olarak hangi an, benim ait hissettiğim şey hangisi, çok zordu. En iyisi kalkıp eve gitmekti. Evim olacak yere. Güzel bir adaydı. Ev de diyebilirdim belki bir gün. Hiç bir yere ait olmama hissinin iyi bir şey olduğunu söylerler. Bok. Ben bir iyiliğini görmemiştim. Belki bir gün, belki, hep sonradan...

8 Haziran 2016 Çarşamba

Çok Reklamsız Hayatlar

Sıradan bir akşam. Oturmuşuz Baho'nun dükkanın önündeki taşlığa, toplanır tayfa birazdan birer birer. Mevzular muhtelif, deriler gittikçe daha siyah, rakı hep olması gerekenden az. O da Baho hesaba yazarsa. Bu aralar pek işim gücüm olmadığı için erken gelmişim, bir de Genco var. Baran da erkenden düşer, biz de yandaki asmanın altına geçeriz. Sonrası Allah kerim. "Genco, Baho'ya çaktırmadan bir 35'lik kapta gel" diyorum. İkiletmiyor. Başlıyoruz beyaz leblebiye, ucuz protein. "Ata'dan bu kaldı bize miras galiba" diyor Genco. "Mevzu ülküler için mücadele etmek olsa iyi, riyasız, yalansız" diyorum. "Sapla saman bu kadar karışmışken, zor o işler artık" diye ekliyor Genco. "Siktiret Genco" diyorum. "Anasını siktiler bütün dünyanın, bir bu asmanın altı kaldı, bir de delikanlı Baho" Aklı puştluğa pek çalışmayan bir avuç çocuk olarak büyüdük bu mahallede. Şartlar sertleştikçe yumuşadık, vurdukça eşitlendik. 

Şimdi bu coğrafyanın herhangi bir yerinde tam şu esnada yalandan olduğunu bilse de yolun ortasında sara krizine giren birine içi yanarak yardım eden insanlar var. Neyimiz eksik kondu, neremiz kısaydı, hangi hoca nasıl hatmetti rahmetli dedenin mevlidinde de içimize bu vicdan üflendi? Akademik hayat, para, ticaret, bankacılık, kozmetik, lüks tüketim hepsi uydurulmuş kavramlar. Hiç bunların peşinde olmadık. Şimdi biz konuşunca çok reklam metni oluyor da, biz reklam sevmiyoruz. Bizim hayatların gariban ama samimi hali çok satıyor belli ki. 

"Hayırdır Seko, daldın gidiyosun?" diye sordu Genco. "Yok birşey be oğlum, biraz keyifsizim o kadar" diye mırıldandım. "Sekoo!" diye gözlerini devirdi. "Şu Bahar olayı vardı ya, karakoldan kağıt geldi bugün yarın gidip ifade vericem. Davacı olmuş darp diye orospu çocuğu.." diye özet geçiyorum. Genconun derdi Gencodan büyük, sevdiğinden ayrılmak bir şey koparılmak başka. Üstüne varmayayım diyorum. "Hem çocuk yaşta kıza askıntı olsun, hop yavaş birader diyenin üstüne yürüsün, sonra bir de şikayetçi olsun, tam orospu çocuğu" diye hiddetleniyor Genco. "Olay büyüdü ya, karısına bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Suçsuz yere darp edilenler şikayetçi olur oğlum, yoksa karısı kesin kıllanırdı." diye normalleştirmeye çalışıyorum. "Peki Bahar?" diyor Genco. "Şimdi meydanı boş bulup iyice eziyet olmasın kıza" diye ekliyor. "O da işinden olmasın diye çektim çıktım oğlum, kızın babası hasta mecbur çalışacak bir yerde, hoş alışmış o ibnenin tacizlerine. Olaydan sonra yanına gittim o gün, Bahar dedim, ben gidiyorum dedim, bu dayak o ibneye ömür boyu yeter ama bakarsın aklı gider, bir hareket yapar, haber vereceksin dedim." diye açıklıyorum. Bahar, yeryüzünün görüp göreceği en delikanlı adamın, Fuat'ın kardeşi. Koca Fuat, kuş gibi yüreği olan, kocaman cüsseli bir çocuk. Babasının hastalığından sonra, ortaokul ikinci sınıfta okulu bırakıp, pazarda hamal, markette reyon elemanı, eczanede yardımcı kimi ofislerde getir götür işleri gibi elinden geleni yapmış bir dev. Bizim grubun değişmezlerinden. Ne bizi, mahallenin cep herkülü. Üst komşu taşınacak Fuat, yan binanın kalorifer kazanı boşaltılacak Fuat, Remzi abilere kamyonla kumaş gelmiş Fuat, gençlik parkında mahallenin çocuklarını korkutmuşlar Fuat... Fuat garip, ciğerlerinde sorun var. Babasından saklar. "Adam kanser oğlum, gücü yetmiyor, yetse o da yapar benim yaptığımı, daha fazlasını yapar." derdi Fuat ve onu tanıyan herkesi öylesine yabancı, bencil ve eşşek hissettirirdi ki.. Böylesi dizide olur, o da yazarı adam gibi yazarsa. Bize hediyeydi. Bir takıntısı vardı. Çocuk yaşta evlendirdiler kızı. Bizim dev, devler nasıl ağlarsa öyle ağladı. Oturup 4 büyük içtik o gece. Baho hesap tutmadı. Herkes acısını unuttu, binip Fuatın gözyaşlarından birinin üstüne, gezegen gezegen dolaştık da avunacak bir yer bulamadık. Susmadı koca Fuat. Susturulamadı. Sonra da çok konuşmadı. Öyle de boktan bir sebepten tıkanıp kaldı aşağı mahalledeki tüpçüde çalışırken. Haberi akşamına geldi bize. Bahar onun emaneti, dünyalık kardeşimiz. "Bahar akıllı kız, korur kendini, önemli bir şey olursa da haber verir." diye rahatlatıyor Genco ikimizi de. 

İkinci tura başlarken Baran görünüyor sokağın başından. Gelip Baho'nun dükkana giriyor. Elinde bir büyük boy beyaz leblebi ve bir 35likle yanımıza geliyor. "İkinci tur benden" diye oturuyor duvarın üstüne. "Hayırdır, maaş günü galiba" diyor Genco. "Yok lan, gavat Sıtkı benim serçe parmağın tazminatının bir kısmını verdi" diyor dalga geçer gibi Baran. "Bıraksak toprak olacaktı, şimdi rakıya döndü, mübarek bir parmakmış" diye dalga geçiyor geçen ay geçirdiği kazayla.. Sol eli cebinde bunu yaparken. Daha tam barışamadı durumla, böyle dalga geçerek kendini hazırlıyor. Ellemiyoruz. "Doldur o zaman senin mübarekten içelim" diyorum. "Piç Ali nerede?" diye soruyor doldururken. "Bilmem, yine bir ibnelikler peşindedir" diyorum. "Seko, Canan kaçmış diyorlar" diye yasaklı bölgeye giriyor Baran. Pezevenk işte. Herkesin parmağı yerli yerinde diye saldırıyor önüne gelene. "Duydum" diyorum. Genco bir bakış atıyor Baran'a, anladığını sanmıyorum. "Kızını anasının evinde bırakıp gitmiş diyorlar" diye eli büyütüyor Baran. Canan, mahalleden, en çok da ailesinden kaçarak gidip evlenmiş sonra da 3 sene sonra kucağında bir kız çocuğuyla geri dönmüş bir kız. İlk kaçışından önce de, geri döndüğünde de, hatta ne zaman olursa olsun çamaşır asmaya balkona çıktığında da, çok öncesinde saklambaç oynadığımızda da, babası annesini dövüyor diye kaçıp bize saklanıp ağladığında da yüreğimi titretmiş bir kadın. Bunu herkes biliyor. Ben kabul etmiyorum. Döve söve kabul etmişim benim olmayacağını, yüreğimi soğutmaya çalışmışım. Ama bu dönüşünden sonra, onca yılın, yolun ve mesafenin üzerine bakkalda karşılaşıp bir gülümsedi mi, gamzeleri ufaktan belirginleşip, artık o kadar gergin olmayan şakaklarına çizgiler düştü mü , elinde kocaman bir silgiyle, 'ben geldim, artık geldim' der gibi hissediyordum. "İnşallah iyi olur" diyorum umursamaz bir ses tonuyla. "Nasıl iyi olmasın oğlum, zengin bir herif araklamış diyorlar" diye peydahlanıyor piç Ali. "Gerçi normal, hep hayal peşindeydi o kız" diye bitiriyor cümlesini.. "Sikeyim onların hayalini, pazarlaya pazarlaya bitiremediler şu hayatları. Kaç kişinin ömrünü çaldı pezevenkler." deyiveriyorum. 

Rakılar tazeleniyor. Güneş kırağı sokaktan doğru batıyor. Sessizlik oluyor. Gelip bizi buluyor güne karışamamışlar. Mahallenin çocukları ufak ufak evlerine dönüyor. Daha iyi günlerin peşinde kimi ödevler yapılıyor. Bazı aşıklar kenar süsü yapıyor harita metod defterlerine. Bazı hikayeler hiçbir yere bağlanmıyor. Havada kalan herşey gibi silinip gidiyor. Sabah pusuna karışıp göçüp gitmeyi bekliyor bazı hayatlar. Halit amcayı bir öksürük krizi tutuyor. Selin'in doğum sancısı başlıyor. Canan'ın kızı içine ağlıyor. Çünkü doğum, ölüm kadar yakın ve normal reklamsız hayatlarda, yalnızlıksa ikisinin arasındaki tek gerçek. 

Sonra reklamlar başlıyor; "Rüya gibi bir hayat mümkün!"


 

6 Haziran 2016 Pazartesi

Nakliye, nakten..

Yapmacık bir gülümseme. Söylediklerime inandığını sanmıyorum. " Dün gece geldiler yine, kapı baca her yeri aradılar. Bulamayınca da bastılar küfürü. En son nereye koymuştum sana dair cümlelerimi diye çok üstüme geldiler. İşi de biraz abarttılar, en son somut şeyleri toplamışlardı. Dün ise sana dair ne varsa istediler. "

Boş bakıyor. Bir süredir de sessiz. Düşünüyor gibi ama değil. "Bunu ne kadar sürdürebilirim bilmiyorum. Geceleri hiç yokmuşsun gibi yapıp gündüzleri sana kaçarak nereye kadar gidebilirim? Fiilen taşımak istiyorlar seni hayatımdan o evden eve nakliyat tipli adamlar"

Gözü seğirdi. Misafir gelecek diye yorumlayasım var. Acaba çok mu yoruldu görüşmediğimiz süre içinde? Gözü, önünde cereyan eden feveranıma tepki veriyor olabilir. Bu da iyiye işarettir. "İnsan her şeye alışıyor işte. Bu soru işareti ya da korkularla hiç baş edemeyeceğimi sanmıştım başlarda. Hala çok kötü uyanıyorum sabahları ama en azından ölecekmiş gibi hissetmiyorum. Ne zaman vazgeçerler dersin seni aramaktan?"

Bir iki zayıf öksürdü. Sigarayı çok içiyor da ondan. Bıraktıramadım bir türlü, ama sevdiği şeyleri bırakamıyor olmasına da sevindim hep içimden. "Ben idare ederim sorun değil de, seninle görüşmelerimiz de böyle kaçak göçek olmak zorunda kalıyor. Hayırdır, daldın?"

Saçı biraz dağınık, yanakları da çökmüş aslında biraz. Kendine bakamıyor ki eşek, yemek yapıp getireyim dedim, kabul etmedi.

Boğazını temizledi. Gözü aydınlandı, konuşacak herhalde; "Sen ne kadar inkar etsen de böyle Ozan. Seni ne kadar hayal kırıklığına uğrattığımı biliyorum. Ama, yapamadım. Daha ne kadar böyle buluşup görüşmemiz gerekecek bilemiyorum. Kahroluyorum. Lütfen izin ver olmasına, lütfen..."

"Ya neden böyle diyorsun, sen gitmek istemedin ki, böyle olmak zorunda kaldı. Herkes bazı şeyleri istemeden yaptığını fark eder sonradan. Bak gör geçecek bu. Ben o adamları idare ederim. Kusura bakmasınlar işimizde biraz iyiyiz."

"Ozan..."

"Canımm"

"Ben gideyim artık"


"Tamam sevgilim git, bakkalın arkasından dolan, görünme fazla. Ben yine ararım seni. Sen de biraz dikkat et beslenmene ama, aklıma düşüyorsun, gelip bulacaklar diye ödüm patlıyor."

Ayaküstü arzu hal

Hızlı tempo, bir vapura yetişme telaşında koşturuyorken “Dur!” diye bağırdı arkamdan. Durdum. Otoriteyle hiçbir sorunum olmadığından, durma komutuna uymakta sıkıntı çekmemiştim. Arkamı dönüp, ünlemin sahibesine baktım: "Benim küçücük kalbim dayanamaz böyle koşuşturmalara" deyiverdi.
"Bu küçük şeylerin sevimli olması fikri, insani bir zaaf falan mı?" diye sordum ki sormaz olaydım. Küçük ellerini beline kavuşturarak, olduğundan büyükcene suratıma dik dik bakmaya başladı.
"Küçük zaten küçük, küçüklük bildirsin diye var... Dahası zaman zaman miktar bildiresi bile oluyor, ‘küçücük' de ne demek arkadaş?” demiş bulundum. İkinci cümlem sonrasında durumun hiç de küçülüp cebime girebilecek bir tarafı kalmadı.
"Ben söyledim ya hemen dip köşe incelensin!” diye haykırdı, bu sefer ayaklarından teki de, bedeninden bağımsız sallanmaya başlamıştı.
"Dip köşe ‘temizlensin' bir kere o, aynı zamanda hemen değil ‘hemencecik' demen gerekmiyor mu?” diye kinayeyle sordum.
Belki de otoriteye karşı çok da barışçıl değildim ve ne yapmaya çalıştığımı anlayan varsa, lütfen beni de bilgilendirsin.
"Vapura yetişmeye çalışıyorum, mümkünse tek kişi olarak değil” demeyi başarabildim.
"Anlıyorum ama sen beni anlamıyorsun" dedi. Bazı basit şeyleri, yer yer de birilerini anlamakta zorlanıyordum, kabulümdü. Nitekim vapur’un kalkmasına kalan saniyeler damarlarımda zonkluyordu: "Canım benim, anlaşılacak tek şey tarife seferi, ki o da saatli” demiş bulundum.
"Bazı şeyler saatli, bazıları çetrefilli, bazıları gecikmeli ve ama hepsi planlı, soğuk kanlı, serikatil, serikatip ve arzuhalci" dedi. Yanılıyor muyum, yoksa iskele ile vapur arasına itinayla sıkıştırılmakta mıydım? Bu hâlini biliyordum, vakit kaybettirerek, beni zorlamaya çalışıyordu. Bu uyduruktan teyyare muharebeyi kazanmasına izin vermeyecektim:

"Ben, katip ve bu minicik çantalar vapura iskeleden atlamak suretiyle yetişiyoruz. Olmazsa karşıda beklerim” diyerek dönüp gittim. Dönüp gitmekle bir yerlere varılabilse, dünyanın öbür ucuna birden fazla kere gidip gelmiş olabilirdim. Amatör ruhunu kaybetmemiş bir gezgindim, varmaktan çok yolculukla ilgileniyordum. Ve çok kolay çeliniyordu aklım, ayaklarım ise aklımla birlikte. En fazla karşıya geçer, biraz da karşıda bekler, başkalarının hikayelerine ortak olurdum. Elimdeki çantalarla not ederken olup biteni, küçücük elleriyle beni takip eden bu görünmez kadın gelirdi bir sonraki vapurla. Nasıl olsa bulurdu beni meydanda. Sonra aklımı çelip, sahil yolundan yürüyerek Moda'ya giderdik. İki bardak açık çay kadar bir sürede tuttuğum notları karıştırırdım. Tırnaklarımı yer denize bakardım. Bir baloncu geçerdi parktan, küçücük elli kadın yan masanın altını eşeleyen köpekçiği severdi. Arada kaldırır başını bana bakardı. "Bu köpekçiğe de anlatmak ister misin?" derdi. "Yine başlamayalım rica ederim." derdim. Sonra kalkardık. Çay üç lira olurdu. Onu da not ederdim. Gidilecek ev nerede kalırdı? Karşıya neden geçmiş olurduk? Bunları düşünmüyor olurduk. Para üstüyle küçücük elli görünmeyen kadına bir balon alırdık. Neden bazı balonların uçan balon sürprizi olmadığına dertlenirdik. Çünkü eğer öyle olsa, küçücük elli görünmeyen kadın uçar giderdi. Belki biz de peşinden...

3 Haziran 2016 Cuma

Ne hikmetse

Gün yüzü görmemiş dört çocuk, dört tane de hayvan: İkisi kedi, biri köpek bir de sırtlan… Çocuklar hep insan. Yaratılanla yaratanı ayıracak güç yok onlarda, zaten gün yüzü görmemiş şeyler, güneşe bir kez olsun bulaşmamışlar, nereden bilecekler yaratanı falan. Güç eser miktarda, dengesizlikler var çünkü hâlihazırda. Fikirleri olması olası… Işık yok, hava yok, su yok, rakı hiç yok. Alışmak var. Karanlığa bile… Ufaktan atışmalar var arada. En çok insan insana, en şiddetli sırtlan insana.
Bir kâğıt parçası buluyor çocuklardan biri, sırtını dayaması gereken duvarı eşelerken. O da ne, bir ipucu mu yoksa? Ne alâkası var lan! Kaçış oyunu mu bu! Kimse okuma bilmiyor aralarında. Kediler zaten kendi havalarında. Sırtlan bir çocukla yakın, diğerleri ise birbirlerine mesafeli. Hikâye bu ya kâğıdı bulan çocuk okuyor: "İçinde kuş adı geçen şarkılarla, içinden merhamet geçen insanları bir çınarın gölgesinde toplamak istiyorum. Çınar en az 100 yıllık olsun, biraz yanında da bir ıhlamur… Onun da yirmi yılı var. Tam zamanı şimdiler, buram buram ıhlamur koksun çınarın gölgesi, saat öğlenden sonra olsun ve çınarın 80 küsür yıllık yalnızlığını konuşsunlar. “Bunlar en iyi hissettiğim anlar, beni en çok Yıldız Tilbe anlar.” desin çınar. Dünya devletleri kayıtlı ama şartsız barış ilan etmiş olsun. İçindeki trafiğin ışıklarında hep yeşil yansın, garip gurebanın. Son kale düşene kadar beklensin. Daha da kale male yapılmasın. Futbol ortadan kalksın böylece, transfer marketi denen şey halk pazarının yeni adı olsun."
“Ne diyorsun oğlum” diyor çocuklardan biri.
“Okuyoruz işte” diye cevaplıyor sesi gittikçe azalarak.
“O okuma bilmiyor ki” diyor sırtlanı yanından ayırmayan çocuk.
“Konudan uzaklaşmayın, sonuçta bu kâğıt parçası bulundu” diyor, okuma bilmeden okuyan çocuk ve ekliyor: “Hem de beyaz A4, çok uzun süre önce yazılmış olamaz”.
“Her şey yapılabilir beyaz bir kâğıtla” diyor en sessizleri “Uçak örneğin, uçurtma mesela…”
“Edebiyat yapma lan!” diyor sırtlanlı, “Konu önemli”
“Edebiyat önemsiz konu değil” diyor çocuk, “Beş dakika önceye kadar burası dışında bir hayatla ilgili konuşmamıştık bile. Umut, zor da olsa bir ihtimal, bir imkân ya da seçenek çoğu zaman… Var olan anlaşmaları bozuyor, çiziyor…” diyor hiç konuşmamış olan “Mutluluk sürekli şeylerle mümkün.” diyerek devam ederken,
“Heh! bu da psikolog çıktı başımıza” diyor sırtlanlı. Dalgacı ama cesur bir lider havasında an itibariyle grupta. Hayvanlar sessiz, neden ses çıkarsınlar ki zaten? “Yok mu oğlum okumayı bilen?” diye soruyor sırtlanlı çocuk. “Belki de kurtulacağız buradan?”.
“Ben” diyor sessiz olan. “Çat pat okuyabiliyorum. Öğretmeni sevmesem de öğrettiğini sevmiştim, bazı paketler hiç bölünemiyor, onu anladığımda bıraktım öğrenme işlerini, biraz kaldı tabii…”
“Uzatma, oku şunu!” diyor sırtlanlı, uzatıyor A4'ü. Dönüp kâğıdı bulan çocuğa: “Senin ne biçim bir hayal dünyan var lan? Gözümden kaçtı sanma!” diyor.
Bu şimdi övgü mü yergi mi? Her ikisinden biri olduğuna karar verip duruş değiştirse sonuçları en basitiyle aptal gibi hissetmek olabilir. Bunları düşünüyor çocuk, söylemiyor. Ne yapacağını da bilemiyor. Önüne bakıyor. Bu öne bakmak ortak canlı refleksi. Her şey önüne bakabiliyor, kuşlar arkalarına da...
Kâğıt elinde bekliyor sessiz olan, onay bekler gibi sırtlanlıdan. Hiç konuşmayan bir derin nefes alıyor. Konuşacak gibi oluyor. Herkes o an dönüp ona bakıyor. Bakışlar doğrusal şekilde çocuğun retinasının hemen önünde kesişiyor. Voltronluk bir durum, fakat bir tür birleşme olmuyor. Kesişme çekişmeye, çekişme çatışmaya, ortam ısınmaya, ısıdan ergimeye başlıyor. Retina önünden kalkan dolmuşlar az ileri alıyor araçları, yağmur olup yağıyor bu gergin bakış kesişmesi. An o kadar uzun ki, dolmuş sahiplerinden birinin oğlu askere gidip geliyor. Biraz depresif biraz anti sosyal, itirazı var duruma. Bir gün tutamıyor kendini: “Sayıyla mı verdiler lan sizi?” diye bağırıyor. “Bir şey diyecekse desin şu çocuk, sınırda askerlik yaptım böyle gergin nöbet geçirmedim.” diye ekliyor. Damarları şişiyor boynunda. Ses nasıl oluyorsa hiç konuşmayana gidiyor. Hikâyenin saadeti için, standart sapmalara zeval gelmemesi için, her zaman her kimsenin bir konu hakkında ille de beyan etmek isteyeceği bir fikir olmayabileceği gerçeği için, görülecek güzel günler için, edilen şu duaların kabulü için, açılan bu ellerin günahlarının affı için, ailesinde vefat edenler varsa cem-i cümlesine ettiğimiz bu duaların hâsıl olması için… Çocuk susmaya devam ediyor. Aldığı nefesi geri bırakıyor. Bakışlar yerlerine dönüyor. Konu kapanıyor.
Gözler sessiz olana dönüyor. Çocuk kâğıda bir bakıyor, elinde bir ters çeviriyor. Hiç anlar gibi bakmıyor. Sonra konuşuyor: “Burada daha çok bir resim var, yukarıdan aşağıya, iki dağ, tepeleri kar, aralarından yarım görünen bir güneş… Perspektif falan sıfır çünkü güneş bu kadar büyükse burasının Merkür'de olması muhtemel. İki dağın eteklerinin birleştiği yerden yamuk yumuk gelen bir nehir… Kalanı ova, tek tük ağaçlar, en bize yakın yerde bir müstakil ev. İki katlı. Etrafı çitli. Bahçesinde bir at var, üç tane de insan.”
“İnsanlar masa etrafında oturmuş rakı mı içiyorlar?” diye soruyor sırtlanlı.
“Rakı ne lan!” diye soruyorlar hep bir ağızdan.
“Ne bileyim oğlum babam içer, annem bakar sonra o mahur beste çalar ve sırtlanımla ben ağlaşırız.”diyor.
Sessizlik oluyor.
“Burada bir satır da yazı var” diyor sessiz olan. “Benden kalanları bu resme koyup postalayın, burada olmadıysa da belki başka toprakta yeşerir tohumum” yazıyor diyor. “Biraz da kırmızı pastel boyayla karalamalar var…” dese de kimsenin kılı kıpırdamıyor. Neyin tohumu olduklarını düşünüyorlar bir süre. Sonra gök gürlemesi şiddetinde bir ses geliyor. Ardından da tanıdık bir ses:
"Çocuklar, haydi çıkın o dolaptan, endişeleniyorum artık, o peluşları da ağzınıza sokmayın, pislik yuvası onlar"