Bu Blogda Ara

22 Aralık 2016 Perşembe

Nereye atıyoruz bu sözcükleri?

Çoğu sahiplenilmiş
Kimsesiz
Ve kurulamamış yüzlerce cümlenin
Naif kırıntıları

Yeterince vakitleri olsa
Sıra onlara geçse
Şu tam üzerlerinden geçen kuyruklu yıldız
Onları seçse

Çünkü Ben 
Onlar anlamları olmadan dayanamazken
Nasıl oluyor da yapabiliyor
Suskunlar

Sanki hiç olmamışlar
Bir yeşilin tam ortasına
Doğmamışlar
Meraklı ölümlüler

Hesapsızca atılan
Ya da bir tanıdığa verilen 
Oyuncakları gibi çocukların
Gülümsemeleri donmuş

Oysa her sözcük
Aynı her oyuncağın olduğu gibi
Bir amaç ve biraz da duyguyla
Bir ruha aittir
En fazla üzerine alınırsın


Hikaye Dükkanı -2-

Çarşı dünyanın üç büyük merkezinden biriydi. Bebekliğim değilse de çocukluğum, sevgimi ve tüm hayallerimi sahip olmak istediğim nesnelere yönlendirebildiğim zamanlar, ergenlik yıllarım, hayatın, istediğin bir şey olabilmekle bir şeyler yaparak bir hayata sahip olabilmek çıkmazının, kentsel dönüşümden yalnızlaşmış sokağını tanımak için debelendiğim zamanlar. Konu problemse sorun değil boşuna fen-matematikçi olmadık önermelerim ve herkes yaz tatilinde biz niye esnafçılık oynuyoruz feryatlarım hep bu çarşıda geçti. Babam çarşının göbeğinde, kendi babasından kalan bu dükkanda kuyumculuk yapar, konunun sadece bir meslek olmadığı, zanaat, hatta yekten sanat ve göz nuru olduğuna sıkı öğretilerini hiç sorgulamadan inanır ve hiç sorgulamadan yaşayan insanlar ne kadar mutlu olursa o kadar mutlu olarak hayatını sürdürürdü. Dü, çünkü öldü. Battı çıktı, kızdı küstü, sevindi avundu, uzadı kısaldı ama sümüklü böceğin güzergahta bıraktığı ıslaklığı kurutmadan, yolundan sapmadan öldüğü gün dahil dükkana geldi gitti. Hayattayken bana bıraktığı nasihatlerden ve ettirdiği yeminlerden dolayı, hastalığında bile bu dükkanda başka bir iş yapılmasına izin vermedi. Ölümünden kimi ritüeller kadar bir süre sonra annemle konuşarak dükkandaki alet edevatı ve diğer şeyleri birine satarak dükkanı hikaye dükkanına çevirdim. Arkadaki küçük atölyeyi saymazsak zaten iki küçük masayı ancak sığdırabildiğim dükkana daha geniş bir masa ve iki sandalyeden başka bir şey koymadım. Daha önce söyledim, hayatta tek vazifesi hikaye anlatmak olan birisinin başka bir uzmanlık alanıyla meşgul olması mümkün değildi. Hayatta her şey insanın gerçeği olabilmek için gerekli zamanı, türlü biçim testlerle, binbir suratlı karşılaşmalarla deneyerek kolluyordu. Benim zamanım için babamın ölmesi gerekiyormuş. Şimdi tüm birlikte geçirdiğimiz zamanın aksine vasiyetine sadık kalmamıştım. Allah affetsin, mümkünse. Çünkü babam bunu önemser. Affederse de bunu babama bir şekilde bildirsin, çünkü artık direkt kontak kurabilecek yakınlıktılar varsayımlara göre. Ben sonra öğrensem de olur.

İlk zamanlar çarşı esnafının meraklı bakışları, taziye ziyareti kılıklı merak gidermek için yapılan ziyaretler, Şener Bey mezarında ters dönüyordur, bu çocuk kafayı üşüttü, allah ıslah etsin bakışları, bir kaç davudi sesli baba dostunun usturuplu nasihatleri, ne iş yapıyorsun yani şimdi gibi anlamaya çalışan sorular ve yüksek bir yerden atlayarak intihar etmeye çalışan biriymişim gibi acıma dolu bakışlarla geçti. Dükkanın tabelasını değiştirmiş ama rengini ve yazı karakterini ellememiştim. Çok merak edip de başkasının ayıbından utanma seviyesini geçmiş kişiler de girip sorar olmuştu. Onlarla yaptığımız ayaküstü sohbetlerde konuyu çok anlamamış ama bakışlarında yaptığı işe inanan birinin tatmini ve biraz tebessüm ile ayrılmışlardı. İş çok basit ama kolay değildi. Çoğu zaman gümbürtüye giden, karmaşanın içinde kaybolan, yaşayan kişinin bile kıymetini bilemediği daha doğrusu o duyguya hakkını veremeden yaşamak denen telaşın peşine düştüğü, hüzünlü, neşeli, komik, trajik, dramatik onlarca öyküsü vardı. Bunların en hafifinden kişiler tarafından anlaşılmaya ve sonra da belki iyi bir anlatıcıya ihtiyacı vardı. Ancak yaşlanınca içinde rahat dönebildiği anıları nasihat şeklinde anlatmaya ve oradan da yine kendi için bir yaşam enerjisi, bilgelik bulmaya çalışan insanların hepsi aslında hiç anlatamadığı ama o duyguya, o ana isabet eden hikayelere tanık oldukça iç çekerek, onlarla tekrar yüzleşerek, içlerinde bir yerlere yerleştirmeye çalışarak vadelerini dolduruyorlardı. Hayatım boyunca kurduğum insan ilişkilerinde istemeyerek de olsa bir çeşit kanal olduğumu hissettiğim bu görünmez tezgahı artık herkesle paylaşmak ve hissettiğim bu hırsızlık duygusundan kurtulmak istiyordum. Çünkü herkesin hem anlatacak hem de duygusunu en doğru şekilde ifade edeceği bir hikayeye ihtiyacı vardı. Aylar sonra kapının üzerindeki şamandıra isteksizce şıngırdamış ve içeri giren gençten bir müşteri direkt olarak sormuştu "Köy yaşantısındaki yalınlığın içinde o hayatın gerekleri yüzünden ters düşmüş iki arkadaşın hikayesi var mı?" Ne için ihtiyacı olduğunu sormamış, dedemin yok yere 4 yıl hapiste kalmasını sağlayan kan kardeşi ile olan hayvan dalaşını anlatmış, ondan para istememiş hatta teşekkür etmiştim. Hikayedeki isimler ve aynı detaylarla bir dergide okumuştum daha sonra hikayeyi. Referans olarak yazının altında dükkanın adından bahsetmişti. Sonrasında dükkan turistik bir nokta gibi insanlarla dolmuş taşmış, hem hikayelerini anlatmak hem de yazacakları öykü, roman, şiir için ya da çekecekleri dizi ya da film için iyi bir hikaye arayan senarist ekiplerin akınına uğramıştı. Belirli bir seans süresi olmadığı için artık randevu ile çalışıyor ve her günü dolu dolu geçiriyordum. Çarşıdaki esnaf garip bakışlarla dükkanın önünden geçiyor, bazen 5 dakika bazen ise saatlerce süren sohbetlere sessiz film gibi dikkatle bakıyorlardı. Bu işten ise en çok çarşının çay ocağı mutluydu. 

Yine de bütün bu inanılmaz hikayeler ve tatmin edici iş hayatımdan zaman zaman kaçıp, kim olduğumu hatırlamak istediğim uzaklara, ıssızlara kaçmak isteğim kaybolmuyordu. Bugün olduğu gibi. Dilsizler köyünde gözümü açtığım an o kadar gerçekti ki, bu sefer babamın kabirde ettiği tenkitlerin artık bir şekilde beni  hayattan alıp başka bir diyara götürdüğünü düşünmüştüm. Kendime geldiğimde dükkandaydım. Kapının şıngırtısı ve kapıdan giren müşterinin donuk bakışları çarşının gerçeğini perdeliyor, az önce bulunduğum yerin gerçekliği akılcı bir cümle kurmama engel oluyordu. Kapıdan giren müşteriyi tanımıyordum, genelde tanırdım çünkü böyle bir şeyin alıcısı milyonlar olmuyordu. Meraklılardan biri zannedip klasik giriş cümlemi kurmuştum; "Nasıl bir şey bakmıştınız, çok neşeli hikayelerim var." Cevap hiç beklemediğim yerden gelmişti; "Şener Demir'den beyden bir mektubunuz var, almak ister misiniz?"