Bu Blogda Ara

30 Temmuz 2009 Perşembe

Neden Helico ?

Şimdi bu günlüğü öyle ya da böyle (bkz. everyway that i can) dikizleyen her primat, kimi noktalarda imgesel soru işaretçiğine dönüşen "helico" kelimesini, o kelimenin kendisinden çok neyi temsil ettiğini, az litre alkol tükettiyse bunun bir insan evladını temsil ettiğini ve fekat ne beşbenzemez koşullarda uydurulduğunu az çok (bkz. evdeki ses bambam!) meraksamıştır.

Kendi meşrebince yanıtlayıp, onu kendi bulmuşlaştıranlar (bkz. buluşlaştırmak) olabileceği gibi, pek saygın olmayan günlük yazarının gün gelip açıklamasını beklemiş olanlar olabilir, hatta "dur şurda olcaktı, elimle koymuştum".

Şimdi gerçeklik zamanı ;

Helico (bkz. heliko) aslen "Helicobacter pylori (Helikobakter pilori- Hp) mide ve duodenum'um çeşitli alanlarında yerleşen, gram (-), mikroaerofilik bir bakteridir. Yerleştiği yerlerde kronik enflamasyona neden olur. Bu kronik enflamasyon sonucunda duedenum ülseri, mide ülseri ve mide kanseri gelişebilir." gibi ölümcül birşey olsa da, bu günlükte Friedrich Nietzsche ile bizi hakikatin ölümcüllüğü konusunda hemfikir eden zat-ı şahanelerini tanımlamak için kullanılmıştır.

Mide asidi gibi, cemi cümle asitlere gaybana geceler yaşatan kimyasalda yaşayabilen dünya üzerindeki (bkz. heal the world) yegane organizma olan helicobacter den esinlenilerek, ve gerek bakteriselliği gerekse inatçılığı karşısında hayatının ilk günlerinde kısaca helico olarak takma adlandırılmayı hak eden, evrenin henüz uyuduğu ve farkında olmadığı kurtarıcısı, the one, the ultimate (bkz. Sarp olunmaz, Sarp doğulur) Çırpan, bu vesile ile sanırım ömrü boyunca Helico olarak ünlenecek...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Rock'N Joke



Yıllardan yollardan 2009, yazlardan temmuz ve sıcaklardan sahara bir İstanbul zamanlamasına denk geldi bu sene Raku'n Joke. Daha önce kimi seferler gidilmiş ve fena halde şakalanmış ve tekrar gidilmemek üzere yaz başında kışlıklarla hurçlanmış olsa da, gerek temmuzun kana festival katması, gerek Linkin Park'ın bizatihi varlığı ve önem sırası şampiyonu bedava VIP biletlerimiz(4) sebebi ile gidilesi oldu Raku'n Joke 2009. Beleş bilet sayısından gaza gelip, önceki seferler gerek yaş engeli gerekse PowerTürk repertuarı itibari ile festival teklifine yakınsayamayan erkek kardeşim Mehmet(15) ve yeğenim CanTunç(18), beleş kontenjanından davet edilmeyi müteakip 1.6 milisaniye içerisinde etkinlik planına dahil oldular. Ekip olarak 4 erkeği ihtiva eden bu küçük kabus, cumartesi günü gündüz sahnesinde Emre Aydın'ı kaçırmamak için yola çıktı. Toplasan 1 Voltran etmez 4 kalitesiz aslan robotu olarak Festival alanına varamadan hiç biletlerimize yakışmayan hareketlerde bulunduk. VIP olmayan insana VIP bileti verirsen sanırım sonuç tecrübelendiği gibi olur; daha otopark girişinde biletinde yazan VIP den antibiotiksel etkilenen kaptan şoför Löwent yolumuzun önündeki ilk görevliye camı yarım açıp, yüzü görevliye 70 derece açılı şekilde "VIP" buyurdu. Devrisi komedi, biletleri bagajdaki çantada unuttuğumuzu farkettikten sonra biletleri almak için otopark sırasının paralelindeki VIP park yolunda duraklayarak bagaya yöneldim. Kimi jandarmaların şahitliğinde açılan bagajdaki manzara tüm çevrenin bakışlarına maruz kaldı.Çünkü bilet barındıran çanta dışında bagajda görüntülenen nesneler : "karpuz (diyarbakır)" "voleybol topu" "havlu" "kanvas pantolon" ve "kösele bir çift ayakkabı" oldu. Bu kombinasyonun festival yoksunu hangi koşullarda bir araya gelmişliğini anlatmak ister gibi baktımsa da, yine de festivalde bu gibi bir ekipmanla ne yapmayı hedeflediğimizi pek çıkaramayan jandarmanın şaşıran bakışları arasında MIP otoparka parketmek üzere yolumuza devam ettik. Sonrası öncesini aratmaz kimi VIP muamelelere maruz kalarak ulaştık festival alanına. İstanbul Park da ilk yılı festivalin, denilebilir ki çok yakışmış buraya, hatta üstüne tam oturmuş. Düzen, temizlik, sponsor locaları, restoran dizilişleri, alternatif sahne kalitesi ve yaratılan sıcaklık, saharaq sıcağından da alarak gazı katıştırmış tüm güzellikleri. Bu seneki ekstra tatava VIP Lounge denen ve ana sahnenin yakışıklı bir cephesinde bulunan, en raku'n sex ben giyinirim ünlü ve ünsüzleri barındıran bir nev-i barınak. Önüne gelene birayı şaşal şaşal tıkayan abilere ve kafayı 3-4 haneli rakamlarda tutmaya dikkat olmaları konusunda anlaşmaya vararak salı(k) veriyoruz genç güruhu. Emre Aydın sahnesinde beraberiz yalnız, oldukça başarılı 50 dakikalık performansı Emre Aydın'ın. Ana sahne önü assolist kıvamında kalabalık, saat 16:40, güneş kimi akşamüstü açılarla delme niyetinde yüzümüzün ona dönük kısmını. Memnunuz vardığımız ve seyrettiğimiz için Emre Aydın'ı. Fakat henüz festival alanına insan taşıyan kimi "mekik" ler ile başlayınca mesaimiz ve her sene nasılsa yenilenebilen rakçı gençlikle omuz teması, başlıyor içimizdeki kıllanmalar. Ya bu "rakçıyız abi" ler çok ifade özüründeler festivalsiz hayatlarında yahut bu rocksal akımları başlatan insanlar gerçekten sıkı sarhoşlar. Herhangi bir ayrık zaman diliminde küstahça eleştirebileceği bir resme gönüllü ve akıllama dalıyor insanlar, sanki yarın aynı kişi olmayacaklarmış gibi. Daha çok Rap/R&B tarzı giyinmiş ve kendilerine göre herkesler tarafından gıpta ile bakılan dövmeleri ya da olmaz yerlerine delik açılarak takıştırılmış çeşit çeşit aksesuarlarla donanmış 1000lerce kişiyi kısa süre sonra farkedemeyerek devam ediyoruz güne. Buna alışabilmiş deilim, kıyafetlere ve onlar içindeyken takınılan tavıra bakarsak az sonra sunucu çıkıp "Fuck'n Coke başlamıştır, herkesin tuttuğu kendine" deyip çekilecek ve herkes eline denk gelen diğer herkesle sevişmeye başlayacakmış gibi hissediyorum. Tabiidir ki böyle bir rüya gerçeğe dönüşmüyor ve VIP lounge daki yerimize dönüyoruz sağ salim Löwent ile birlikte.
Bu ve ertesi günü kimi grupları sıraya dizerek planlamaya çalışıyoruz Löwent ile birlikte. Seyretmek istediğimiz isimle çoğunlukta bu sene ve fakat bu hiçbir şekilde VIP insanlar gezmesin hemen sçsın şuracığa mantığında loca yanına konuşlandırılan seyyar tuvaletlerden gelen keskin kokuyu engelleyemiyor. "
Rock'n Bok" oldu diyor löwent, haksız sayılmaz. Bu kadar uzun koklayınca, mide bulantısını hemen müteakip kakası hasıl oluyor insanın, bunu deneyimliyoruz.
Bu kadar VIP güruhunun başka yer yokmuş gibi köşe kapmaca oynadığı bu önemliler locasını boşayıp boşayıp dışarı atılıyoruz Löwent le, kimi işaretli isimleri gözetliyoruz alternatif sahnede, insanlara alışamıyoruz gün bitmeden.
Umarak yarına onları kabullenebilmeyi gidiyoruz başka bir adam akıllı Duman sahnesinden sonra.
Devrisi gün için beklenti Manga,Linkin Park şeklinde seyrediyor ve şansın yardımı ve sıcağın kösteklemesi ile güzel bir gün kapanışı ile nihayete erdiriyoruz bu sene beleşi gelen Raku'n Joke a.
Her sene son konser çıkışı, eşek gibi yürünürken otoparka ediliyor yine aynı yemin bir daha gelmemek üzere bu festival gibi görünen fakat hissedilemeyen şeye.
Düşünüyorum bir dahaki sefere renkli türkçe rüyalardan uyanıp Saki'n Rock dinleyen herhangi bir alt jenerasyon olacak mı ? Cevap hayır, sevindirici....

16 Temmuz 2009 Perşembe

Selim

Mahalleden bir kız sevmiş, çocuk yaşlarda Selim. Aksi tarafını çok azınız bilir. Bir inat etti mi döndürmek imkansızdır. O yüzden gitmedi okula henüz tek haneli yaşlarda iken, çalışmak istedi. Kendi parasını kazanmak, özgürlük sandığı şeylere ne kadar esir olabileceğinin farkında bile olmadan. Sevmiş işte çocuk , ve çocukken daha katlanılabilir sevmelere. Hoş görülür herkes tarafından, başı okşanır mahallenin bakkalı tarafından. Babasının da ısrarı ile bir yukarı sokaktaki matbaada çırak olarak başladı kendinin de sonralardan çok gülerek anlattığı bu çocuk işçi hayatına. Mücellit çırağı işte, işi düşü kağıt düzmek. Alabilirse haftada bir yevmiyesini, biriktirme derdinde. Sınıfının en hızlı elması kızaran çocuğu olarak hatırlar hocası onu sorsanız. Çok çabuk sökmüştü okumayı, okumayı sevmişti elmadan ve yarışmadan bağımsız. Babasına gazete okurdu, ne de güzel okurdu hergele içerken babası sabah kahvesini. Beşinci sınıftaydı okuldan ayrılmak istediğinde, bunu hatırlıyordu. Unutmasına yardımcı olmuyordu zaten rüyaları. Kenar mahalle ilkokulu, diyelim ki Gaziosmanpaşa ilköğretim okulu. Okulun 5-B sınıfı ,sınıf hocaları Elmas Hanım. Her zaman en çalışkanlar arasında olmuştu. İşte yine başladı aynı kabus, her aklına geldiğinde deliye dönüyordu. Yukarı sokaktaki bakkalın yanındaki apartmanın giriş katında oturuyordu Deniz. Aynı sınıftaydılar, birlikte okula yürüyebilmek için ne kadar zaman beklemişti bakkalın önünde. Kaç kere bilebildiği bütün gerçekliklerden yalanlar uydurmuştu bakkala. Başını okşamıştı bakkal onun hoşuna gitmese de. Bakkalın önündeki sahanlığın bakkala yakın olan ucundan görünen, demir parmaklıklarla kapatılmış giriş katı penceresi. Beyaz renkte perdeler , belki de aralanırsa biraz pembe renkte duvar kağıtlı , pembe kokan bir oda. Odanın içi huzur, Deniz cama çıkmasa da… Sonra arkadaşlarının hoşuna gitmese de yukarı mahallenin çocuklarıyla futbol maçları. Sonu hep kavgayla biten, sonu hep aynı bakkalın sahanlığında biten kahramanlık gösterileri.Çok yetenekli sayılmazdı futbol konusunda, iyi dövüşemezdi de. Bir dönem kadar birlikte yürüyebilmişlerdi okula Denizle. Hatta neredeyse el ele tutuşmuşlardı, okulun arka sokağında köpek kovaladığında onları. Ödü kopardı köpeklerden, deli gibi koşmuşlardı o yokuştan aşağıya, hiç kahramanca davranamamıştı o gün Deniz’e karşı. Ama yine de neden yanakları al al olmuştu Deniz’in elleri birbirine değdiğinde. Aklına geldikçe aklına eziyet işte. Şimdi mücellit çırağı, mücellit in de çırağımı olurmuş. Aklında geçiremediği okuma sevdası aynı Deniz gibi. Allahtan çevre mahallelerin tek matbaacısı yanında çalıştığı, bol bol kitap ciltliyorlar. O da ciltleyecek bir gün şimdilik derme düzme yaptığı her ne kadar işi kapmış olsa da ustasından. Gizlice kitaplar yürütüyor matbaadan , çok gizlice olduğunu sanıyor çocuk aklıyla. Odasındaki divanın altında saklıyor kitaplarını kimseler görmesin diye. Okuduğunu kimseler bilmesin istiyor, hem o değil miydi okumak istemeyen. Kime ne anlatabilir okuduğu hem de ciltlemek için akşamı zor ettiği kitapları yürüttüğü anlaşılırsa. Güzel güzel ayırıyor sayfaları Selim, elleri küçük gelse de tomar tomar kağıtlara, özenle sıralıyor sayfaları. Deniz’e yanıyor içi içerideki koku yaktıkça ciğerini, başka şeyler yaşamış olmayı tercih ederdi belki Deniz, belki ben diye düşünüyor. Yatırıyor koca sayfaları upuzun tezgahın üstüne, biri sağa sonraki sola. Beşinci sınıfın ikinci dönemi, kış o sene karabasan gibi çökmüş. Çok üşüyor Deniz’i bırakıp eve dönerken. Ama aslında en çok o gün üşüyor, hani sabahın köründe her zamanki gibi bakkalın önünde onu beklediği o günü. Bakkal ondan habersiz o gün, dışarı çıkmak sevmek ister o soğukta. O seviyor ya o yüzden normal geliyor her şey ona. Havada biraz kömür dumanı biraz pus. Yağmur yağıyor ince ince, sevgi ıslatan yağmur. Tam olarak göremese de Deniz’in odasını, parmaklıkları görebiliyor. Bir şeylerin yanlış gittiğini tahmin edebilecek kadar çok bekliyor bakkalın önünde. Çok üşüyor, soğuk ciğerlerinde, soğuk, soğuk işte ayak parmakları uyuşuyor. Bakkal çıkıveriyor bir an kapıya, göz göze geliyorlar. Kat kat giyinmiş bakkal, kazak üstüne kazak, herhalde o sevmiyor diye düşünüyor. Yanına geliyor bakkal, kafasını okşuyor her zamanki gibi. Sonra hiç olmadık bir zamanda rüyasında bile göremeyeceği şeyi söylüyor. Selim sen git hadi okuluna abicim Denizler gittiler artık buralardan, sana haber vermiştir diye düşünmüştüm. Önü yönü kayboluyor Selim’in, kafasındaki ele lanet ediyor. Çocukken sevmek hoş görülür, herkes seninle sevdalanır sanki diye düşünüyor. Garip hissediyor kendini, boğazı düğümleniyor. Bakkal o gün onu oradan kovana kadar orada bekliyor. Gitmiyor o gün okula, zaten okula gitmek için evden çıktığı son gün oluyor o gün Selim’in. Gitmek istemiyor bir daha okula, okula gidilesi bir durum kalmıyor onun için. Ve kimsenin hoşgörüsüne artık inanmayarak çocuk yaşta başlıyor çalışmaya Selim. Mücellit çıraklığı yapıyor yukarı mahallede, elleri çok küçük geliyor bu işe. Her gün bir kitap yürütüyor çalıştığı yerden Selim, okumayı hiç bırakmıyor. Alabilirse yevmiyesini haftada bir biriktiriyor, yeterince birikince gidebilmek için buralardan. Belki de Deniz’i bulabilmek için, belki sadece kaçabilmek için bütün yaşadığı yerlere sinmiş çocuk sevgisi kokusundan, suratlarından, kendisinden.


Fatih ÇIRPAN
30/09/07

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Bir an için beni terk ettiğini düşünüyorum...

Nereye baksam nostaljik bir havasını daha keşfediyorum buranın ... Çok sık geldiğim bir yer oysaki ... her zaman ki masada ve hatta aynı sandalyede oturmuşum . Dişlerimi sıkmışım bekliyorum. Çok karamsar bir gün değil aslında ve dişlerimi sıkışımın da bununla bir alakası olduğunu sanmıyorum . Burada ayılmış gibiyim sanki bu güne ait bir kare bile yok gözümün önünde ... Masanın üstünde benim için hazırlanmış bir şey göremiyorum . Acaba ne kadar zamandır buradayım . Kafamı kaldırıp garsonu çağırıyorum.

- Bir buzlu çay alabilir miyim ?
- Elbette .
- Teşekkürler .

Kısa diyalogundan sonra kaldığım yerden sürdürüyorum düşünce jimnastiğimi ... Kötümser olmak istemiyorum. Ama hiçbir şey hatırlamıyor oluşum itiyor beni bu karamsarlığa . Bir an için beni terk ettiğini düşünüyorum . Evet işte bu düşünce beynimde çok büyük bir uğuldama yaratıyor . Hiçbir şey hatırlamıyor olmama rağmen en çok bu düşünceyi sahipleniyor beynim . Ismarladığım buzlu çay geliyor .

- Pardon garson bey , biraz garip bir soru olacak fakat ne zaman buraya oturduğum hakkında bir bilginiz var mı?
- Tabii ki , yaklaşık 2 saat kadar oluyor.
- Peki yalnız mıydım ?
- Evet , masaya oturdunuz ve şu ana kadar hiç konuşmadınız .
- …………
- Yapabileceğimiz bir şey var mı efendim ?
- Yo teşekkürler.

Garip bakışlar atarak yanımdan uzaklaşıyor garson ... Kahretsin yapayalnız hissediyorum kendimi bir anda ... Yüz hatlarım donuklaşıyor , bakışlarım silikleşiyor , soğuk hissediyorum . Sen geliyorsun gözümün önüne , sonra birlikte yaptıklarımız ...
Yalnızlığı hiç düşünmemişken birden sensiz oluveriyorum . Dizlerim çözülüyor , ellerim titremeye başlıyor . Başımı ellerimin arasına alıyorum . Kendimi hiç bu kadar sana ait hissettiğimi hatırlamıyorum . Ellerimle şakaklarıma bastırıyorum bunların gerçekliğinden emin olmak için ... Artık yanımda , benimle olmayacağın düşüncesinin karşısında utanarak ağlamaya başlıyorum . Gözlerimi silip , kafamı kaldırıyorum oturduğum yerden ... Ve birden bire kapıdan içeri giriyorsun ... Yanıma geliyorsun , gözlerine bakamıyorum . Kalkıp sıkı sıkı sarılıyorum sana sanki içime sokacakmış gibi

- Ne olur terk etme beni diyorum.
- Terk etmek mi o da nereden çıktı durup dururken diyorsun.
- Ağlamaya başlıyorum .
- Neler oluyor burada bakayım benden habersiz. diyorsun
- Hiç , sadece seni çok özlemişim diyorum .
- Gülmeye başlıyorsun .

Kötümser olmak istemiyorum . Hatırlayamadığım bir çok şeyin beni nasıl biz yaptığını hatırlıyorum . Hatırlayamadıklarımdan bir an için beni terk ettiğini düşünüyorum ve ölesim geliyor .


Fatih ÇIRPAN
2002

Hırs Dolu Gözleri Vardı...

Hırs dolu gözleri vardı. Kocaman açıp gözlerini bakardı ne anlatırsan anlat. Bazen meraklı , çokça sinirli ve zaman zaman da hüzünlü bakardı. Ne anlama gelirse gelsin hırslıydı hep bir şeylere karşı. Korkutucu yada soğuk hissetmezdiniz o size bakarken sadece merak ederdiniz . Her şey hakkında söyleyecek çok şeyi vardı. Ama çok konuşmazdı . Bir polisiye romandan fırlamış gibiydi, az arkadaşı vardı . Arkadaşa ise ihtiyacı hiç yoktu , öyle derdi. Onu sadece bir kere dinleyebildim , gerçekten konuşuyordu .Kendi hakkında , şehir hakkında , sevgi hakkında , gerçeklik hakkında hiç de farkında olduğunu sanmıyorum. Onun evindeydik ve içiyorduk. Onun sofrasıydı konuk bendim. Oturduğumuz 9. katın balkonundan denize bakıyorduk , alkol en iyi dostumuzdu ikimizin de o anda, deniz hırçındı .Öldüresiye dövüyordu İstanbul’u . Kimse konuşmuyordu , konuşma ise hiç beklemiyordu sessizliği bozacağını …


- Böyle olduğunda çok seviyorum denizi dedi bir anda
- Sinirli
- Onu yenemeyeceğini biliyor ama yinede elinden geleni ardına koymuyor
- Belki sarhoştur
- Belki

Bir süre denizdik , beraber vurduk İstanbul’a. Biz alkollüydük şehirse sinir bozucu…


- Kimsenin benim için ağlamayacağını biliyorum.Dedi 1 sigara sonra
- Umursamazsın
- Bence iyi nedenleri olan biri için ağlanabilir
- Beraber mi?
- Gözyaşları yalan olabilir mi?

Bir süre gözyaşıydık, kimsenin ağlamadığı gibi. Bizim iyi nedenlerimiz vardı gözyaşları ise yalandı…


- Gerçekten sevmek istiyorum. Seveceğim insanın bedeninde yaşamak dedi çok sonra
- Umutsuzsun
- Bir keresinde dedi. Çok istemiştim, o olmak istemiştim , ona olmak, sadece onun için olmak
- Hiç olmadı
- Yalnızsın
- Yalnızız

Bir süre sessizdik , çok sessiz. Olması imkansızdı, gerçekler çok acıydı , bizse çok yalnız…




Bu onu son görüşüm oldu.Önce bedeni sonra kocaman ve hırs dolu gözleri en sonrada sözleri silindi hafızalardan. Kimse ağlamadı onun için , yalandan gözyaşları bile yoktu.İstanbul’un ise umurunda bile değildi …

Fatih ÇIRPAN
2003

Tavla

Deniz kenarındayım.Karanın kenarındayım da diyebilirdim. Öylece dolanıyorum etrafta , bir iki takacı bir iki kaya balıkçısının tahriklerine uymayarak devam ediyorum yoluma. İstanbul böyle bir şehir her tarafı deniz kenarı. Birazcık gücün olsa bütün İstanbul’u yürürsün aslında. İstanbul’u İst diye kısaltmakta doğru değil aslında , bu şehri sevenler –edebiyattan anlamalarına rağmen- anlata anlata bitirememişken bu şehri, mektubu gönderenin mektubu alana özet bir şehirmiş izlenimi vermesi sorumsuzca . Vücut çalımı devam ediyorum yoluma , başka türlüsü söz konusu değil. Herkes deniz kenarında ve denize doğru bakmakta. Kimse beni görmeye ve hatta beni görüp de çarpmamaya gelmemiş. Kişisel bir seçim bu ,denize bakmayı seçenler patır kütür çarpışıyor ve fakat ortada bir şiddet yok. Ben daha dikkatliyim ,denize bakmaya gelen bir şiddete çarpma ihtimali üzerindeyim. Milli takım neden eminönü’nde idman yapmıyor? Brezilya sahilleri de benzer kalabalıkta aslında belki de bu yüzden o kadar yetenekliler. Ronaldinho’nun dondurmacı çocuk olma ihtimali nedir acaba? Ne kadar sıcak olursa olsun hava, boğazın o serin esintisi hep mevcut. Şu anda esiyor alçak tondan ve fakat esmese beş dakika ter belki de çıkacak dondan :). Az biraz nefeslenmek için terk ediyorum sürüyü ve oturuyorum her halinden bu sabah havanın güzel olmasından faydalanmak için oraya inşa edilen kafekonduya. Kafekonduda menü kısıtlı , sade çay , bişeyli çay , buzlu çay , nescafe , meşrubat !! Bunu duymayalı , seslendirmeyeli çok olmuştu. Çayın çeşidi sebil fakat meşrubat genel hatlarda sunulmuş. Gelen garsona ben bir meşrubat alayım deyip renk katıyorum yalnız oturma faslına. Gözümün biri garsonda diğeri denizde , bakınıyorum tekrar. Yan masada yenildiği her mimiğinden belli olan ve bununla kalmayıp hesabı ödemek zorunda kalan bir vatandaştan tavlasını rica ediyorum. Kendimle tavla oynicam. Çok çelişkili bi duygu bu hem kazanıcam hem kaybedicem. Bakalım hangisini daha çok önemsiyorum bir durum. Pazar günü insan testi !!! Meşrubatım geldi az önce , kendisi ilk defa karşılaştığım bir şey. Gazlı içecek yazıyor üstünde , silinmekten o kurtulabilmiş daha doğrusu. Bunun dışında hiçbir fikir vermiyor bize bu içecek. Olsun varsın biz yinede içeriz. Belki beğenmeyiz diye hesabı peşin almak zorundaymış sayın garson. Varsın alsın biz yinede öderiz. Neyse oyuna başlar başlamaz , kötü zar atan tarafa acımaya , ona karşılık attığı ballı zarlarla acımadan ve sırıtarak oynayan tarafa sinir olmaya , durumun sürmesi halinde o ezik tarafı tutmaya başlıyorum :). Çok saçma aslında , zar da tutabilirim , yada o ballının attığı zarları değiştirebilirim. Hiç birini yapmıyorum , sadece zayıfı tutuyorum. Böyle bir dert babası yanım(ız) var. Neden kaynaklandığını düşünüyorum bir süre , cevap sanırım fazla arabesk büyümem(iz). Gerçi benim etrafımda başı daha da arabesk dumanlı ve fakat her zaman kazananı tutan adamlar da var. Demek ki cevap bu değil. Pazar günü insan bilmecesi !!! Bilmeceye kızan adam var mesela , bilemedim efenim pas diyemiyor , ilişkili kutucukları çözüp tahminde bulunuyor , olmuyor eski bulmaca çözümlerine bakıyor , hastalığın şiddetine göre arkadaşına telefon bile açabiliyor. Ben hiç öyle değilim bilakis çok kolay bilemedim pas derim. Dedim bile şu durumda , oyuna dönüyorum , ballı olan taraf durumu azıtmış skor 3-0 hemen bir şeyler yapılmalı. Ama kendimi veremiyorum ki oyuna doğal olarak ballı olan kazanıyor. Dikkat problemimin nedeni yan masada oturan kız. Çocuğun içine düşecek çocuk biraz geri çekilmese. Kız çirkin bi tip , çocuk fena değil :) . Yani en azından o kıza göre öyle denilebilir. Arada sırada söz hakkı bulabilen çocuk o hakkını zaman zaman konuşmamak yada konuşulanı geçiştirmek için kullansa da kız pek sallamıyor. Duruyor duruyor ve ;


-kız : Ayyyyy , özür dilerim geçen gece internetim bozuldu , gelemedim çete
-oğlan : Hııı , önemli değil
-kız : Çok bekledin mi beni ?

Kız gözüktüğü kadar aptal değil , soru tuzaklı. Hemen çocuğun yanına gidip taktik vermek istiyorum fakat zarları kim atıcak o zaman. Yalnız aklıma takılıyor , interneti nasıl bozulur bir insanın . Bunu düşünür düşünmez geçen gece yaşadığım bağlantı problemim geliyor aklıma şaşırıyorum. Bu kız bozmuş olabilir mi gerçekten !!!
Skor 4-0 daha fazla dürüstlüğün alemi yok. Basıyorum hileyi , Allah Allah sayıyla mı verdiler seni başımıza !!! Ne lazım güzel ezik kardeşim düşeş , tak al sana düşeş :)
Oyun 4-5 bitiyor. 2 ters bir düzlüyoruz ballıyı , neşeleniyorum. Sadece meşrubat içmenin bu kafekondu da 20 dk ya tekabül ettiğine dair bir bakış atıyor peşin garsonumuz. Kalkıyoruz masadan , ellerimiz ceplerimizde devam ediyoruz gezintiye. Ahhh diyorum peşin ödemeseydim hesabı , ödetmez miydim sana ey ballı :)




Fatih Çırpan
01.Temmuz.2005

Anonim Ruh

Şimdi geriye doğru akmaya başladı her şey, hareketler, sözler, düşünceler… İlk olarak hatayı nerde yaptığına dair belki de tek şansı, ileriye giderken beceremediklerinin üzerinden geçerken fosforlu kalemle, işte şimdiydi. Şimdi miydi aslında şimdi olanlar, bütün yaşanmamışlıklarının dışavurumu muydu yoksa şimdi… Neyi çözeceğini tam olarak bilemese de, hediye gibi düşündüğü, yada böyle olacağı bilmem kaç kitapta birden yazan ilahi bir anı yaşıyordu. Yavaş çekim bir geriye dönüş. Başa aldıkça kızgın, kızgınlıklara kırgın, zaman zaman heyecanlı, grafiklerin parıldayan ışıldaklarının arasında görmese kendi silüetini, rahatlıkla ustaca kurgulanmış bir dram izliyormuş gibi hissedebilirdi kendini. Ne kadar kendinden uzaktı bazı anlar,bazı anılar. Her zamanki hızlı ve önyargılı yargılamasını çalıştırıyor olsa çoktan kapamıştı gözlerini bu çok melodram ağır çekim kısa metraja şimdiye kadar. Gerçi şimdi şimdi değildi, çok talihsiz bir yanılsamaydı şimdi, şimdi eski zamandı. Elleri simsiyah incir lekesi, bacağında en sevdiğini hatırladığı şortu, aklında yeni yetme abisinin kasetlerinden takılan az özgün bir melodi, bütün çocukluk arkadaşları, bütün çocuklukları, kahraman ilan edildiği ama hiçbir zaman anlattığı gibi olamamış mahalle aşkı… Gerçekleşmediği burukluğu oturmasa yüreğinin dört kapakçığına birden, şimdi belki de eskiydi. Eski güzeldi görüntülerde hala, keşkeydi. Burukluk kalıcıydı, acıydı, asidikdi. Yüreği kocamandı eskiden, şimdi biraz tutukluk yapıyordu. Durmak için zorunlu arayı verdiği bu yürüyüş parkının müdavimleri koşuşturuyordu etrafta. Dizlerinin üzerine çöktüğünü hatırlıyordu, sonrası Avrupa sineması, hem de yaz sineması , kaçak sigara içmek serbest. Şimdi hangisiydi… Zaman kavramı kalmamıştı artık sanki, fiziksel bütün acılar yoktu, şimdi eskidendi, eski yepyeniydi, özgürdü…

Fatih ÇIRPAN
22/06/2008

Ayrılmasak !

-Ayrılmasak !

Demeli böyle durumlarda aslında hiç konuşmamız beklenmeyen bir sırada cevaben. Çok masumca önümüze bakıp kabulleniyormuş gibi yapıp isyan etmek lazım. Terk edilerek zaten en zor durumda bırakılmış oluyoruz. O bunu söyleyebildiğine göre uzun zamandır unutuyor bizi. Daha da zor durumda kalınacak bir olay yok ortada. Yüzsüzleşmek lazım hatta ;

-Senin için zor biliyorum ama!!!

Yarım bırakılan her şey çıplak kalacak şimdi, gereksiz bir hüzün doğacak bu hüzün ikliminin üstüne ek olarak. Ya da dudak bükmek lazım bu bize aptalca gelen öneriye ;

-Ayrılmalıyız !
-Ben hiç de öyle düşünmüyorum .

Biraz da yalnız geçireceğimiz ve oldukça sansürsüz küfür edeceğimiz anlarımızın kırmızısını kusmalıyız . Ayrılmamak daha zor zaten , ayrılmakta bir şey yok. Yelkovana danışmak lazım , onlar hiç mi kavga etmiyorlar akreple. İstemeseler de görüşüyorlar. Belki bu istemezlikler tekrar yakınlaştırıyor onları. Bir saati özleyerek diğer saati görüşmek istemeyerek geçiriyor yelkovan . Her ikisi de o saatin çabucak geçebilmesi için nedenler. Biz neyle geçireceğiz şimdi bu saatleri.

Çok sıradan terk etmektesin beni şu an , zaten hiç iyi hatırlamayacaksın çocukluklarımızı. Biraz daha kötü hatırlamanda bence bir sakınca yok .Böyle düşünmeye devam ederek çok daha sakıncalı şeyler yapabilirim aslında . En iyisi sen git , bu gitmeyle övün uzun süre , ben hiç iyi değilim.


Fatih Çırpan
14.Mart.2005

Ayrılmalıyız

Yanıt ise çok yalın. Üşüyor

- Ayrılmalıyız.

Gözüm seğiriyor , hayra yorasım da yok . Çok seçkin ve tekil yalnızlık, yanına yaklaşılmıyor. Boşayalı çok oldu zamansız uyanmaları , daha çok uyumalıyım orası kesin. Saat sabaha karşı 3:00:35 di az önce , oda da siyah her şey gibi, kalkasım yok yataktan, saat “tık tık”ına sağ ayağımın baş parmağıyla eşlik ediyorum. O saatin bobin telinden bir sigara sarmak lazım , tütün koksun zaman da bizim gibi. Peki ilişkilerin saatini kim kuruyor da, vakti geldiğinde ötüp uyandırıyor bu her şeyi daha gök mavi düşündüğümüz uyurgezerliğimizi. Yaptığım her şeyi yarım bırakmıştım bu saatin alarmından önce , kalan yarıların sigara içmeyen zamanlarını senle doldurmuştum. Çok fena kandırılıyoruz her defasında , bahar oluyor seviyoruz güz oluyor üzülüyoruz. Çok fena hayallerimiz kırılıyor her defasında . Yelkovan da akrebi seviyor belki de o yüzden vakit bu kadar hızlı akıp gidiyor. Onların anlamsız sevişmeleri için hızlı çekim yaşıyoruz aşklarımızı , hüzünlerimizi , yalnızlıklarımızı. Saat 3:10:40 , bu kadar yakınlarken birbirlerine , saatin pilini çıkarmayı düşünüyorum haince . Saniye çok avantajlı aslında bu konuda ve fakat onu kimse sevmiyor, sarkıntı olup duruyor akrebe her dakika . En azından benim saatten saniyeyi söküp çıkartmak istiyorum sonra , biz rahat edemedik onlar etsin bari. Saat üzerine bu sapıklık yarım saattir sürüyor zihnimde . Kendisinin de hiç sevmediği şeyler düşünme tamponu gibi gidip gidip saate “tık tık”lıyor adice. Bu kadar uyumayınca oluyor böyle şeyler , kalkasım hala yok ama doğrulasım var. Doğruluyorum o zaman ben de. Ama benim doğrulmamla bir şey değişmiyor , doğrulan başka hiç bir şey olmuyor. Aslında ben bile dosdoğru doğrulamıyorum , istesem de yapamıyorum omurgam yamuk doğuştan. Oysa yelkovan ne kadar doğrusal , belki de o yüzden onun ilişkisi sürüyor milyarlarca yıldır. Ayağımı yorganıma göre uzatıp yatıyorum tekrar. Şu an için bir faydasını görmüyorum bu hadisenin belki yarın sabah. Belki biraz uyursam , belki de doğrulabilirsem sabah her şey daha doğru olabilir . Yine buluşuyorlar işte 3:15:00 , yaklaşık 45 saniye kadar sevişecekler , kıskanıyorum bariz. Her şey olağandı aslında , olağandışı olan konuşmaydı .Hava soğuktu , soğuklar yeni başlamıştı. Biz başlayalı birkaç sene olmuştu. Daha önce birlikte üşümüştük benzer soğuklarda, ben ona montumu vermiştim kahramanca . O gün çok sevinmişti , biraz sevgi biraz “seviş benle” dolu bakmıştı. Dün buna aldırmadı , bunda aldıracak bir şey kalmamıştı. O hiç bir şeye aldırmasa da çok güzeldi dün olduğu gibi , ben özel günleri saymayı hiç başaramamıştım. Eli bende , gözü yerde , aklı bambaşka bir yerdeydi . Sanırım orası buradan çok daha sıcaktı . Tam o esnada yelkovan ne gibi duygular içindeydi bilemiyorum. Çok sıradan sordum , çok sıradan ilişkimizin , çok sıradan bir buluşmasının çok sıradan bir zamanında.

- Neyin var ?

Cevap ise çok yalın. Üşüyor

- Ayrılmalıyız.



Fatih Çırpan
14.mart.2005

Günlük Hayat İşte

Günlük hayat işte. Hepimizin her gün yaşadıklarının alıntıları her birimizin diğer günü .
Alıntılara sabahla başlamak belki de en iyisi .. ee ne de olsa sabah kendi başına bir başlangıç demek değimli? Böyle bir şey işte , öyle uyuyamamışsın ki gece dünya daha yavaş dönse kendi ekseninde diye dualar etmişsin . Fakat mümkün değil böyle bir şey hatta söz konusu olamaz . Koskoca dünyanın kalbini kırmışsın geceden kolay bir olay değil. Bunu üzerine daha da hızlı dönüyor dünya –hırs yapıyor- ve öylesine çabuk oluveriyor ki sabah anlayamıyorsun bile. Güneş bu dalga geçmeye gelmez , mutlaka bir delik bulup giriyor odandan içeri . Kısa bir tartışma yaşıyorsun güneşle aranda , oldukça kısa sürüyor ki tabiidir. Dinlemiyor çünkü güneş dinleyemez de , sadece ışıyor işte gıcık gıcık… Kafanı kaldırıp yataktan güneşe doğru baktığında aynı ilkokul çocuklarının çizdiği gibi sana doğru sırıtan bir güneş görüyorsun gökyüzünde ..Sinirlerin altüst oluyor. Bir anda saatin alarmı çalmaya başlıyor. Kendileri sizi uyandırabilsin diye odanın uzak bir köşesine konmuş geceden , kim koymuşsa … Kafayı odasına göre belirli bir açıda çevirip saate bakıyorsunuz sinirle … Fakat o da anlamıyor bu bakışları ve hatta onun için odanın neresinde olduğu da çok önemsiz … Çalıyor pervasızca , sizin uyandığınızı görüp kapanmıyor nezaketen .

- İbne saat sus.

Hayır , susmuyor . Susturulmayı bekliyor . Tam da bunu beklediği anda yiyiveriyor kafasına bir kapan komutu . Başlamak zorunda olan gün başlıyor işte çok da ümit verici olmasa da …
Avuç içine biriken suyu kişisine göre sertlikte çarparak surata ayıltıyorsun bünyeyi. Bünye mutsuz … Fakat o su sesi bir çiş hissi uyandırıyor . En önce uyanan organ beklide prostat , bunu bilemiyoruz . Kendi çapında titreşerek işemek zorunda bırakıyor sizi . Banyoyla işiniz bittiğinde mutfağa geçiyorsunuz . Uyutmadık bari yedirelim bünyeyi anlayışıyla … Ağzın aldığınca , gırtlaktan geçtiğince dolduruyordunuz mideyi bir çırpıda . Tekrar odaya dönüp mümkünse ütülülerinden ve o gün sizi en uykusunu almış göstereceklerinden giydiriyorsunuz bünyeyi . Evden çıkarken baktığınız kol saati , işe geç kalındığını söylüyor . Hiç korkmuyor mu bu saat sizden .Bundan sonra bu kadar yüz göz olmama kararı alarak kol saati hakkında atıyorsunuz kendinizi sokağa … Sokağın başındaki durakta sanki her sabah aynı saatte bulunmak zorundaymış gibi davranan poğaçacı,gazeteci çocuk,kopya cd ci ve işe yetişme derdindeki insanlar sizi bekliyorlar sanki. Kimi çok önceden beri gördüklerinize , çeneyi yakaya 5cm eğerek ve en yalandan gülücüğünüzle , selamlıyorsunuz .Aralarında en samimi olduğunuz kopya cd ci çocuğun yanından geçerken ;

- Olm bu dünya varya deli gibi dönüyo
- Neden abi ?
- Onu bilemiyorum , haberin olsun diye söyledim.
- Olur abi!

Diyor çocuk ve siz uzaklaşmaya yüz tutacakken bekleneni yapıyor.

- Abi matrikis iki geldi , dvd den kopya ayıriim mi bi tane ?
- Ayır , ayır tabi . Kemikleriyle etlerini ayrı ayır ama
- ????

Arkanıza bakmadan yürümeye devam ediyorsunuz . Durağa ulaşıldığında , ayaklara durmaları emrini verdikten hemen sonra , saate bir göz atıyorsunuz fazla yılışmadan . Bu bakışı fırsat bilip sululuk yapıyor saat , uymuyorsunuz ona … Ve fakat işe gecikme oranı toplu taşımadan çok daha bir perakende taşımaya yöneltiyor sizi. Durağın birkaç adım önünde günün herhangi bir saatinde el etmeseniz de şansını denemek için duran taksi şoförleri son sürat geçiyor önünüzden … El ediyorsunuz sizde o zaman boş bir tanesine , terbiyeli bir şekilde duruyor. Biniyorsunuz ön koltuğa , sol bacağınıza değerekten açıyor taksimetreyi şoför .

- Maslak !

Böyle bir sözden sonra susuyor genelde taksi şoförleri , komut olarak algılıyor olsa gerek beyinleri … Herkes taksi şoförü olamaz diye düşünüyorsunuz içinizden…Fakat emin olamıyorsunuz , çünkü bu sessizlik şoförün sizi duymamış olması gibi bir şüphe doğuruyor uykulu beyinde , deniyorsunuz onu …

- nereye gidiyoruz ?
- Maslak değimli abi ?
- Evet . Maslak !

Demek ki duymuş.Onu kendi halinde bırakıp , ve kafanızı koltuğun kafalığına koyup –eğer varsa- kestirmeye başlıyorsunuz . Bu sırada radyoda mutlaka dinlemekten nefret ettiğiniz bir şeyler çalmakta oluyor . Olsun uyuyunca duymayacaksınız nasılsa . Ne yaparsanız yapın taksiciye ;

- kriz sizi de vurdu mu ?
- ulan bu hakemler olmasa kesin şampiyonuz

ve en önemlisi

- şeyi biliyor musun ?

la başlayan herhangi bir cümle kurmamanız gerektiğini çok iyi biliyorsunuz . Çünkü mutlaka biliyorlar o sorduğunuz şeyi , siz bilmiyormuş gibi sordunuz ya kendilerince açıklıyorlar da . Sizin de bilmediğinizi bilmelerinin verdiği rahatlıkla 1 e 5 katıp hatta 0 a 10 katıp anlatıyorlar.
Baş ağrıtıcı bir yolculuktan sonra varıyorsunuz iş yerinize . Gayet geçirgen bir tarife ile yepyeni bir güne başlamanın enerjisini hissediyorsunuz içinizde . Topu topu geç yattınız dün gece , bütün bunların olması gerekmezdi diyorsunuz.

- Ulan biraz daha yavaş dönsen çatlar mıydın ?

Diyorsunuz , büroya vardığınızda selamlaşmak yerine . Neyse en zor gibi görünen bölümü bitiyor günün masaya oturmanızla , ama yanıldığınızı sizde biliyorsunuz .Bir çaylık sultanlığınız var sonrasında da daha hızlı dön ey dünya diye yalvaracaksınız .Biliyorsunuz .

Fatih ÇIRPAN

2003

Tepenin Arkası Aşk

İstanbul semaları açık, hava kararmaya yakın. Karşı tepenin arkası kıpkırmızı, karşı tepedekilere göre tepenin arkası deniz. Sıcaklık 25 derece civarında , karşı tepenin arkası daha fazla olmalı… Yer boğazın herhangi bir kıyısı, kıyısında bir yaya yolu, sıra sıra banklar, banklardan dördüncüsü. Yine buradayım işte, refleks olmaya başladı artık her akşam buraya gelmek. Gelmek az zahmetli aslında ama gelmekle ilgili bir kafaya koymuşluk yokken burada buluyor olmak kendini her akşam… Her gün batımı…
Karşı tepenin arkasındakilere göre hava hoş, biraz sıcak… Hep böyle sıcak olmaz burası, çok soğuk olduğu zamanları hatırlarım. Elin avucumda, başın omzuma yaslanmış, sözcüklerim karşı tepenin ardına doğru … Çok değil geçen soğuklarda

Kız : Üşüyor musun?
Oğlan : Aslında biraz
Kız : Peki aramızdaki ısı transferi bile ısıtamıyor mu seni?
Oğlan : Termodinamik yapma bana şimdi
Kız : :) Cahilim benim
Oğlan : Cehalet mutluluktur.
Kız : Çok seviyorum seni.

Merak edenler için, yalnızım şu an bankta otururken… bunlar aklımdan geçenler, siz tesadüfen düşüncelerimin geçtiği yerde bulunuyorsunuz. Kendi kendine gülümsemek aptalca görünmüyor olabilir karşıdaki tepenin arkasından, görünmüyor olabilir belki de hiç… Daha önceki öpüşmelerimizi de görmemiş olabilirler. Parmaklarımın yüzüne değdiğinde dudağının bir tarafıyla gülümsemeni, bu yaya yolunda sanki kimseler yokmuş gibi, nefes nefese öpüştüğümüzü… Ama hep burada dördüncü bankta…
Bağdaş kurmuş bu yol üstü bankta, elin ceketimin yakasını çekiştirirken, çok değil bu sıcakların başında

Kız : Hayatım
Oğlan : Efendim
Kız : Sende hissediyor musun?
Oğlan : Hisli biriyimdir biliyorsun.
Kız : :) Çok şanslıyız biz.
Oğlan : Evet sadece milli piyangonun bunu kanıtlamasını bekliyoruz.
Kız : :) Pis budala
Oğlan : :)
Kız : Çok seviyorum seni.

Merak edenler için, yalnız oturmamın nedeni sevgisinin bitmesi… sevgisi bitmiş, öyle söyledi bana artık bu ırz düşmanı sıcaklar başlamazdan hemen önce. Öyle söyledi ki en yakın tekel bayiinden gidip alasım geldi. O kadar pozitif bilimsel yaklaştı. O kadar kısa sürede alışıyor ki insan refleks oluyor kısa süre sonra. Bu bizim ritüelimizdi , her akşam burada, ama hep aynı bankta … kafenin oradan dördüncü bank… sözcüklerimiz buradan karşıdaki tepenin arkasına doğru. Bankın en ucuna ilişmiş sen, kaşların çatık. Bakışların garip, ellerin titriyor. Çok değil çok yakın geçmişte…

Kız : Sevgim bitti
Oğlan : Oldu peki, alalım ne kadar lazımsa
Kız : Ciddiyim şapşal, hissetmiyorum eskisi gibi, hissedemiyorum.
Oğlan : Tamam o zaman, sen öyle dedin ya , bitsin o zaman bari
Kız : Anlamıyorsun beni
Oğlan : Anlaşılır konuşmuyorsun
Kız : Anlamıyorsun

Merak edenler için, öyle dedi ve gitti. Gelmedi henüz geri, ben ise sanki bu bank benimmiş , o da sanki benim bank arkadaşımmış gibi buradayım hala. Güneş görünmez oldu karşı tepenin arkasında, oradakiler görüyordur hala belki. Ben göremiyorum artık, pek sağlıklı düşünüyorum da denemez aslında son günlerde. Tepenin arkası gündüz , burası gece…
Ben gideyim artık bugünde gelmeyecek herhalde…..


Fatih ÇIRPAN
21/06/2007

Yosma

Aklı fikri de toparlayınca kıyafetlerle birlikte
Burayı da terk etmemek için pek fazla neden kaldığı söylenemez
Her an gitmeye teşne bavulumsu ile nasıl buyur edildi isem
Aynı duyguya sadık anlaşılırım diye umuyorum
Aklımda kalıp kalmayacağını sormasına izin vermeden
Benden bir şey alsan
Alsan alsan neyimi alırdınları transit geçerek…

Kaldım ben zaten her ayrıldığım yerde
Kalıntılarımın toplamı koca bir hüzün
Bir daha toplanamamak üzere
Sende kalanımla bitirmiş iken en zor matematik hesabını
Bende kalanım fahişe
Sende kalanım tutsak

Gitmeye karar vermek kolay
Bu kadar sahipsiz hissederken
Ve bu kadar özgürken yosma ruh
Önceki ter kokularından uzaklaşarak
Aynı rüzgarlarla sevişe sevişe
Sanki herkesi ve her şeyi aldatır gibi
Önce kokum uzaklaşıyor
Sonra ben………

13/02/09

3 Temmuz 2009 Cuma

Birlikte Yaşa(ma)dıklarımız

Başlangıçta var olanlarla yolculuk esnasında başkalaşanlar, yolculukta başkalaşanlar için yeni var olanların eskilere göre farklılıkları ve aynı gemiye sanki gemisiz gidilemezmiş gibi davranan deli ruhlu bir tayfa.

Hangi karakterin hangi ruh haline denk geldiğini ya da karakterlerin toplamlarının çok rating bir hikaye olup olamayacağını bilmeden, düşünmeden, hayatımıza elini uzatan hangi yönetmen tarafından doldurulduk bu gemilere belirsiz. Tayfayız işte altı üstü, öyle çok hayati sorumluluklar yok üstümüze düşen ve fakat bu kadar iç içe yaşarken, kimileri kimseleri yakınımıza sokmak, içimize almak hatta zaman zaman onlar olmak istiyoruz.

- Onu çok sevdiğim için söyleyemedim aslında gerçekten aklımda olanları, gerçekten onun yanında olursam öyle zamanları atlatabilir diye düşünüyorum.

- Birlikte geçirdiğimiz onca zaman, onca anı,onca acı, onca çaba bu kadar kolayca gözden çıkarılamamalı diye düşünüyorum.

- Hep birbirimiz için özeldik. Beklenti olmadan verirdik bir diğerimize, hala da veririz aslında ama son zamanlar biraz zor geçti ikimiz için de...

Diğerleri için olan bütün düşüncelerim, düşünceliliklerim, fedakarlıklarım, kendilerinden çok ciddiye almalarım arasında sanırım bir kişiyi çok mağdur ettim. Farkına vardığımda kırık kalbi, büzülmüş dudakları ve küskün ifadesiyle öyle gırtlağıma dizdi ki bütün yanlışlarımı, tövbe edip tayfalığa gerçek önceliğime dönmek için yeminler ettim.

Son tayfalık işiydi bu, son az rating li hikayelerin figüranlığı ve onlarlaşmaya çalıştıklarımın üstünlüğü olan bir hayat...

Haa, kim miydi farkına vardığım kişi, ben...

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Fılayin Hay Vit Sarp (Flyin' High With The One)

Sevgili okuyucu,

Az sonra okuyacaklarınız tamamen gerçek olup, kimi kişilerin isimleri sadece bilinmemesinden dolayı, olayların akışı gereği kendilerine yakıştırılan isimlerle anılmıştır.

Yazın gelişini kutlarken "alevtopları" ile her iş dönüşü, dayanamayarak bu kutlamalara ve 2009 un başlı başına tam sayfa manşeti Sarp The One ' a yalnız bakmalara, taşınıveriyoruz 1000 külfet "anamgil" in yazlığa. Nedense sol seven çok fena sağcı kamyoncular ile dans eşliğinde yazlığı gel-git leyerek 15 gün kadar, her sene kalın bir ip ile çektiğimiz "kayınanamgilin" yazlığı olan Iren Residence Bodrum günleri için yolculuk gününe varmış bulunuyoruz. Aslında bu yolculuk ile ilgili ilginçlikler henüz bu seyahat planlanırken kendisini gösteriyordu. Şimdi düşününce hatırlıyorum. Karayolu seyahati her üçümüzü de insanüstü yoracağından uçak ile seyahat planı yapılıyor. Neredeyse genelevlerde bile kural halinde olan "12 yaş altı ücretsizdir" düsturu, holdingini sevdiğiminin bir ismi lazım değil türk hanedanının bilmemkaçıncı oğlu tarafından "çocuk da işsiz kalmasın" diye kurulmuş havayolu şirketi tarafından uygunlanmadığı anlaşılıyordu.

-Nası olm ?
-Olm ?
-Pardon hanımefendi ama çocuk demeye dilim varmıyor. Bu bebe için biz ücret mi ödeyeceğiz.
-Aynen dediğiniz gibi beyefendi, rezervasyonunuz 3 kişilik bodrum gidiş dönüşü şeklinde, onaylıyor musunuz?
-Pega beye söyleyin, ilk bebeli uçuşumuzda onu hatırlayacağız.
-Pega Bey?
-Yes, Mr. Pega Sus
-Size yardımcı olabileceğim herhangi başka bir konu var mı acaba beyefendi?
-3'lük matkap ucuyla, 4 lük dübel bulamıyorum....
-.............
-Yok, hanımefendi teşekkürler.
-Bizi seçtiğiniz için teşekkürler, yine bir bıdıbıdıbıdıbıdı

Dialog gereksizliğin tavanlarında geziniyor, bizim 50 lik banknotlar ise bavulu dürmüş Mr. Pega'nın boeing 737-800 üne doğru yalpalamakta. Gerçi Mr. Pega oyuncak oynar gibi oynadığından, bir yetişkin bileti bir 50 liğe bile denk gelmemekte ama bunun neden olduğunu acı şekilde tecrübe ediyoruz.

Bilet ucuz olsun abi, farketmez şarmelşeyk üzerinden de gideriz bir adam değiliz ve fakat uçak Sabiha Gökçen den kalkmakta ve biz ise "anamgilin" yazlığında yani 170 küsür km uzağındayız havalimanının. Uçuş 06:50, bizi havalimanına götürecek araç yetenekleri bakımından, yolda kalmazsa bizi 1.5 saate götürür nitelikte bu durumda ilk bebeli uçuş olması dolayısı ile 1.5 saat erken orada olsak etti 3, e hazırlık mazırlık etti 3.5 saat.Saatler kuruluyor 3:30'a da yatılıyor erkenden belki biraz uyunur diye.
Uyku sıra sıra gezip de bizim göz kapağına pisleyince çalıyor saat, saatlere ilk küfür edişim değil, okkalısından giydiriyorum kendisine. Kalkılıyor 1001 naz, ve chp sel muhalefetime karşın "aaaa, olur mu kaç gün kalınacak orada, hem bebe günde en az 68 kere işer, 94 kere falan kusar, hepsi ayrık olsa 162 kıyafet eder" denilerek, yani fena halde keriz yerine konularak ben, samsonite in guiness rekorlar kitabını zorladığı valizi tıklım sıkış dolu olarak indirilmeyi bekliyor. Evimin erkeği, oğlumun babası yükleniyor valizleri, kahramanca bitiyor valizleri araca koyma işlemi, veda süreci başlıyor teker teker.Kardeş, baba, abla ve en son elinde mamayla beni bekleyen anne öpülerek, uykusunda bir sepete konduğunu çakmadığı için uyku çuvallayan Sarp hepsinin göz seviyesinden geçirilip biniliyor taksiye. Deparadım diğer aileye gidiliyor.
Taksimetre açılmıyor takside bu arada, hatta taksici benle çok samimi konuşuyor, pis kıllanıyorum.

-Hayrola!
-İyi be amcaoğlu, sen napıyon, eşek sıpasını büyütmüşünüz bayaa
-Tarık
-Efendim amcaoğlu
-Sen benim amcamın oğlusun
-Hihihi

Taksici amcamın oğlu çıkıyor. Meğerse geceden bize geliyor, sinsice siniyor bir yatağa sonra ben Hector şekil valiz taşırken arkada 2-3 börek götürüp oturuyor direksiyona hiç birşey yokmuş gibi ortada. Adi amcaoğlu, taşırmıydım lan onca valizi bilseydim.
Kimi badireler atlatılarak (ki saydıklarım arasında aracın balatasının bitmesinden dolayı genellikle yokuş yukarı giderken anlamsızca yavaşlaması, doğru frenleme yapmak için en yakın takipte 400 m. aralık bırakılması ve tekerleklerdeki balans yüzünden belli süratte direksiyonun şoförü onun masaj aletiymiş gibi tir tir titretmesi vardır) havalimanına varılıyor tam şavullanan saatte. Tüm İstanbulun aynı gün tatilinin gelmesi ve "çok trafik olur lan" diye sabahın bu kör zamanını seçmesine çok şaşırıyorum. Biz sırada 1001 marifetle ilermeye çalışırken sepetini algılayan Helico uyanıyor, sıradışı keyifli, boynundaki 4 çantayla ve iki elinde kabin valizi ve ayağıyla bir uzay gemisi boyut valizi iten babasını komik buluyor. Sıradaki bir kaç insan benzerine de gülümsüyor bu arada. siX-Ray den geçiyoruz, check-in sırası. Çengel bulmaca gibi örülmüş kimi bantlar arasında diziliyoruz bir sürü insan, havayolu şirketinden birkaç çoban insanı da havlıyor sürüyü bozana, geliyor sıramız bitiriyoruz işlemi, kapıya gidip uçuşumuzu beklemeyi düşünce filizlendirirken, çok fena zihin okuduğuna inandığım Helico basıyor yaygarayı. Sevgili(m) eşim, voltranın başı olan aslan, bizim uzay gemimizin kumanda paneli vs. vs. vs. Helico'nun acıktığını, kendisini şiddetle beslememiz gerektiğini, bu esnada saati de dikkate alırsak kuvvetle muhtemel beslenme sonrası kaka yapacağını yani bir de alt değiştirmemizin gerekliliğini anlatıyor. Düşüyoruz yola, bebek besleme odası, oda önü kapıkulu nöbetçisi rolünde bu sefer, sabahın körüne göre daha hafif bir karakterde 1 saate yakın zaman geçiriyorum.

Bütün olası felaketleri geçirdiğimizi düşünerek ulaşıyoruz uçağa. Bütün yazının oluşmasını sağlayan korku, bebe küçüktür, uçak havalanırken basınç değişikliğinden kulaklarında oluşacak tıkanma ve basınç hissinden dolayı ağlama krizlerine girebilir. Daha önce senelerce uçakta ağlayan çocuk ebeveynine giydirmekten geri durmayan ben, bu olası senaryoyu bir kader intikamı olarak adlandırıp, çekeceğim acıya konsantre olmaya çalışıyorum son birkaç gündür. Gerçi kendimizce bir B planımız mevcut, uçak havalanırken bebeyi dayayacağız anasının memesine, sıkıysa yutkunmasın. Tek açık nokta, Bodrum uçuşu 45 dakika, acep anamızın performansı yeterli kalacak mı?

Neyse uçakta 3 no.lu sıradayız, özel ricalar sayesinde, ilk otobüs ile vardığımızdan, resmi kalkış saatine dakikalar kalmış olmasına rağmen, ikinci hatta üçüncü devamcıl otobüslerinin boş uçağa yolcu taşımasını beklemekteyiz.
Uçuş esnasında aslan payı anneye düştüğünden Helico ya bir süreliğine göz kulak oluyorum. Kucağımda uçağı ve yakındaki tipleri kesen Helico, sabahki enayi neşeyi kaka sonrasına devşirebilmiş vaziyette yanda gazete okuyan adama doğru;

-Egııı......aaaaahhhahiiyyyyyyyyyy vs.vs

Ses vermelerle ikinci otobüsü getirmiş bulunuyoruz. Uçak halen tam dolu sayılmaz ve fakat saat resmi kalkış saatini kimi dakikalar geçiyor.
Pek zeki olmadığı gözlerinin ferine yansımış hostesimizi bize doğru gelirken yakalayıp;

-Pardon, üçüncü bir otobüs gelecek mi yoksa kalkacak mıyız yakında, eğer kalkacaksak kimi boş koltuklar gördük, biz burda Helico ben annesi ve bir yabancı şeklinde oturma denemeleri yapmak yerine boş bulunan bir koltuk gurubuna dikey geçiş......
-Şşşşş, pardon beyefendi, birazdan geliyorum.

diyerek geçiyor yanımızdan kız, böyle bir ortalama cümleyi tamamen kavramasını beklemesem de, bundan öte parmak hesap bişeyler saydığını görüyorum kendisinin. Bize doğru yine aynı yönden parmak hesabı ile yaklaşırken denediğim cümleye olumsuz yanıt alınca açıklama istiyorum.
Uçağın dengesi bozulurmuş, zaten bozukmuş,bu şekilde kalkılamazmış, falanları filanlara dantel dokuyarak anlatırken, kendisine dikey geçiş derken geyik yapmadığımızı, yatay yerine dikey bir geçiş istediğimizi, kendisinin bahsettiği denge probleminin herhalde uçağı önü ve arkası ile ilgili olmadığını anlatmaya çalışmaya başlamadan, serçe parmağı tutarak yoluna devam ediyor.

Konu ile ilgili notumuzu almış bulunuyoruz. Mr. Pega ya mail yazılacak, efendim Boeing 737-800 ler de denge proplemi bakidir. koridorun sağındaki ve solundaki koltuklarda oturan insanları hatasız sayabilecek kapasitede personel istihdamı elzemdir.

Yanımıza-sanki başka yer yokmuş gibi- oturarak artık orasını 4 kişilik bir koltuk grubu yapan ay yüzlü amcamız hayatından memnun görünürken, Helico amcamızın suratına ve hatta göz kontağına ıkınarak, yüksek sesli bir gaz çıkarınca, nedense keyfi biraz kaçıyor.
Son derece önemli bir zamanlamayla bizle birlikte yanımızdaki adamı da zehirleyen Helico'nun kokusu öte beriye yayılmasın diye annesiyle, kendisinin osurgan kıçını ekstra battaniyelere sarmakla uğraşırken, talihsiz şekilde kaptan pilotumuzla tanışıyoruz.

-Sevgili yolcular, uçağımızın kargo bölümü ile ilgili doldurulan evrakta bir yanlılık olduğundan, bu evrakların tekrar doldurulmasını bekliyoruz. Müteakiben hemen kalkabileceğiz.

Kargo evrakçı çocuk koşaradım gelirken uçağa, Helioo zehrine yenik düşen ay yüzlü amcamız, kendi isteği ve rızasıyla dikey geçiş yaparak bizi eski özgür koltuk hücremize kavuşturuyor.

Pistte uçağın hareket etmesiyle panik yumağına dönüşen eşimin kucağına paslayarak Helicoo'yu olacakları beklemeye koyuluyorum. Pilotun dediği gibi 1-2 dakika içinde havalanıyoruz. Tanrım feryatlarımızı duymuş olacak ki bütün kalkış boyunca deli gibi yutkunan Helico sonrasında da annesinin kucağına uyuyakalıyor.

Sanki yardımcı pilotla anlaşarak herkesi zıplatmak için, yüksek perdeden bir sesle bize rehberlik eden rehber-pilotumuzun kimi seçmeleri aynen şu şekilde cereyan ediyor.

Kalkıştan hemen sonra (diyelim ki dk.5)
- Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor.Şu anda Sabiha Gökçen havalimanından havalanmış bulunuyoruz. uçuşumuz yaklaşık 50 dakika sürecek ve bir aksilik olmazsa (??????) Bodrum havalimanına saat 08:10 da inmiş olacağız.

Kalkıştan hemen sonra (diyelim ki dk.7)
-Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor.Az önce havalandığımız Sabiha Gökçen havalimanından İstanbul yönünde uçuş yaparak döndüğümüzden, şu anda uçağımızın sol tarafında oturan yolcular, kartal pendik sahil şeridini görürlerken, sağ taraftaki yolcularımız ise İstanbul Boğazını görebilirler.

Kalkıştan biraz sonra (diyelim ki dk.17)
-Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor. Sizlere uçuşumuz ile ilgili biraz bilgi vermek isterim. Şu anda anasının bilmem kaç feetinde ve saatte deli gibi bir süratle seyretmekteyiz. Bu arada, az önce balıkesir üzerinde geçtik, sağ koltuklar erdek, kapıdağ yarım adasını görebilirler.

Kalkıştan biraz biraz sonra (diyelim ki dk.22)
-Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor. Bodrum havalimanına yaklaşık iniş saatimiz güncelliğini korumakta ve bodrumda hava açık 26 derece sıcaklık bulunmaktadır.Hmm, aaaaaa, elimize yeni bilgiler geçtiğinde sizlerle paylaşırız.

İnişe doğru (diyelim ki dk.30)
-Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor. Şimdi izmir üzerinden geçiyoruz.Sol koltuktakiler yenimahalleyi, sağ koltuktakiler ise kordonu görebilirler.

İnişe az kala (diyelim ki dk.40)
-Sevgili yolcular, kaptanınız konuşuyor. Şimdi Bodrum Havalimanı için alçalmaya başladık, sağ koltuklar bodrumu görebilir.

İniş anında (diyelim ki dk.44)
-Cabin crew cross check.

İndikten sonra (diyelim ki dk.50)
-Sevgili yolcular, bu güzel uçuşta bizi seçtiğiniz için teşekkürler, bir sonraki bıdıbıdıbıdı.....


sayesinde hayatımdaki ilk rehber-pilotla karşılaşmış oluyorum.

Bütün korkulara ve neredeyse elinden mikrofon düşmeyen rehber-kaptana rağmen Helico bütün korkularızı öldürerek, uyuduğu anakucağından, uyanıyor pırıl pırıl bir bodrum sabahına......

Ay İndikatörü

Dijital günlük düsturu bilmeden atıp tutmak olmaz tabi ama böyle her ay için bir ay indikatörü koymak gerekir mi gereksiz fikri başımı yemeden "yapıştırsak" bu notu da kurtulsak.

Bloglardaki bu aya göre entry listeleme mantığı yüzünden gereksiz aybaşı gerginlikleri baş gösterdi. Yok efendim, sonradan günlüğe duhul olan kimse cinsel organına göre seçtiği herhangi bir ayın içindeki yazılar listelendiğinde, nasıl ve nerden bilecek temmuzun birinde yazılan yazının temellerinin haziran başında atıldığını. Pek sayın blog dile gelip anlatacak mı önceki gelişmeleri, ya da kimi soru işaretleri ile ekrana bakanları "Anlamayanlar" ilkokul mantığında listeleyip bize e-posta mı atacak. Sanırım iki ihtimal de zeki olduğunu sana bu blog'a göre "kodum müsaade etmiyor abi" tadında.
Bu durumda n.ş.a bu blog dan keyif alabilecek birinin, o gün cinsel organının yönüne göre giriş yaptığı her hangi bir aydan biraz bakınıp, bir süre sonra esneyerek, "hastirsin bu da" diye bize giydirerek terk etmesine neden olabilir.

O zaman bu endişeden kendi kodumuza göre alınabilecek tek önlem olan "Ay İndikatörünü" dikkatle, dikkatli gözlere sokmak gerekir.

Sayın blog okuyucusu, bu mesaj blog yazarı tarafından etraflıca düşünülüp, yetmemişse taşınılıp, kimi rakıya arkadaş bardaklardan sular taşınıp, akıl değirmenleri güldür güldür çalıştırıldıktan sonra yazılmıştır.
Şu anda, organınızın kadri kısmeti sayesinde seçerek, okumaya başladığınız bu etiket altındaki yazılar, bundan evvelki ve sonraki etiketler ile ilgili hayati bağlantılar taşımaktadır. Bu durum organınız ile ilgili herhangi olumsuz bir noktayı vurgulamamakla beraber, kimi ilintili yazılara ve karakterlere "bön" bakışınızı açıklamaktadır. Kodu bundan öncekileri özetlemeye kadir olmayan blog adına sizlerden özür dileyerek, yazar tavsiyesi olarak, okuduğunuz 2 yazıdan sonra yazara ve bu dijital günlüğe "hastir" çekmenin çok adaletli olmadığını hatırlatır ve diğer yazılarında dikkatle okunması gerekliliğini belirtiriz.

Bu "renkli türkçe" bir yama olarak işe yarar gibi ... ????

Yine de 2009' un favori ay'ı olmaya aday temmuz başlamıştır biz ne desek de...
Hayırlı uğurlu olsun, sağ elimle yazıcam diye kasıp duruyorum, hatta durmuyorum, hadi bismillah...