Bu Blogda Ara

8 Haziran 2014 Pazar

Sesler

Yürürken. İçinden mırıldandığın o yabancı şarkının çok buralı melodisi doldururken tüm boşlukları, dolu olanları taşırırken ve hararetli bir tartışmayı tam ortasından bölüp otururken gözlerine sevgililerin. Her şey yarıda kesilmek zorundaymış gibi beklemeye geçerken, duran bulutlar, gölgesiz ağaçlar ve nefes alıp almaması gerektiğini bilmeyen köpekler. Rahatlıyorum biraz da olsa. Biraz olsun kaybolup o melodide, en çığlık çığlığa mısrada kafamı çevirip etrafı seyrediyorum, yok oluşunun saygı duruşunu. Görsen gözlerin dolardı. Yok olduğun günden beri, nerede zor bir tokatla nefes almaya başladıysan oraya doğru döndü mutfaktaki çiçekler. Ben daha yok olduğunu anlamadan, aynı şarkıyı, aynı yerinde senin yüksek tondan girip tamamlamanı bekleyerek soylerken ve bayatlamış ekmekleri aceleci bir kahvaltıya devşirmeye çalışırken, bıçağının işaret parmağımı en sevdiğin yerden kesmesinden şüphelenmiştim ama sonra bunu parmağımı daha saatler önce aynı noktadan defalarca öpmene yorup, gazete almaya çıkmıştım. Kafa selamı verilmesi gerekenlerle  ayrıca ilgilenilmesi gereken tüm esnafla oldukça vakit kaybedip yine seçemeyip tüm gazetelerden almıştım. Olması gerektiği gibi bir haftasonu sabahıydı, bir haftasonunun en olmak istediği hali gibiydi her şey. Sen yoktun. Ben varım sanıyordum. Esnafa sormak lazım. Kesik olduğu için parmağım diğer elimle çıkardığımı hatırlıyor mu acaba parayı cebimden bakkal Hüseyin. Kafa selamı konusunda nice kovalaşmalar sonra mutabık kaldığımız belediyenin zehirlemeyi başaramadığı, ya da başardığı ve hak etmeden öldüğü için daha da agresif olan köpekler hatırlıyor mu ritüel gibi selamlaşmamızı o gün. Gazete almaya çıkıp çıkmadığımı hatırlamadığım o tatil günü eve döndüğümde kapıyı her seferinde olduğu gibi anahtarı kilide oturttuktan sonra 40 derece çevirip ve gazete tutmayan elimle var gücümle kendime çekerek açmıştım. Kapı sesine uyanmışlığın yoktu, benim ne alarmlar kursa da hayat uyanamayışlarım gibi. Konuşmuştuk bunu hatta, "çünkü tek başlarına sallanmaz salıncaklar demiştin" parklarda, sonra salıncağıma oturmuştun, önce çocuğum sonra oyun arkadaşım ve sert estiği için geçen sene kış rüzgarları köşesi açılan kalbimin takviye silikonu olmuştun. Bense sadece uyanmamanı istiyordum uyanman için gerekli şartları oluşturmadan. Çünkü hemen duşa girerdin uyanınca ve dişlerini duşta fırçalardın. O zaman aralığı sofrayı kurmam için o kadar idealdi ki, sanki bunun için kurulmuş ve başka gezegenlerden gelen ya da ilahi bir alarm sistemi olduğunu düşünürdüm. O gün öyle olmamıştı. Kapıdan girdiğimde duştan su sesi geliyordu. Seni hangi sesin uyandırdığını bulmak için yeterli zaman yoktu ama onu bulup cezalandıracağımı bilse iyi olurdu. Kötü sesler olduklarını düşünüyorum onların, yok edilmesi gereken sesler, hani şu seninle karşılaşmadan hemen önce çok uzun süreler duyduğum, psikoloğumun uzun süre çabalayarak ulaşmaya çalıştığı beni uyandıran sesler. Boğuklardı ve bir şey söylemeye çalışmayan, laf olsun diye ağız kalabalığı konuşmaların suyun altından duyulması gibi, karışık. Çok dinlemeye çalışmıştım, anlamlandırmaya. Nedense yanlızlığımla tuhaf bir bağ kurmuştu terapistim. En iyisi bu kadar yalnız kalmamam gerektiği tuhaf sonucuna varan sesler. O son gidişimdi zaten terapiye, kısa süre sonra da seninle karşılaşmıştım işte. Önce kötü rüyalar çekip gitmişti sonra sesler, yavaş yavaş. Ne zamandır yoktular. Nerden çıkmışlardı yine durup dururken ve niye seni uyandırmıştılar. Gazeteler koltuğumun altında, panik halinde ordan oraya koşuşturuyordum mutfakta. Nasıl yetişecekti şimdi o büyülü zamanlama, ve her tatil gününün olmak istediği başlangıç. Sakin olmalıydım, önce banyonun kapısına yaklaşıp dinledim bir süre, su sesi gelmiyordu. Çıkmak üzere olmalıydın banyodan, o panikle salona koştum, en azından masa kurulmuş olmalıydı. Belki bu sefer salatayı yapmama yardım ederdin, parkta karşılaştığımız o gün salladığım boş salıncağın arkasındaki banka oturup bir süre beni izleyip sonra da bitişikteki boş salıncağı sallamaya başladığın gün gibi. Sonra neşeyle her şeyi birlikte taşırdık sofraya, yine her tatil gününün olmak isteyeceği bir gün olurdu bu da. Gazeteleri alıp köşeye geçtiğinde sen, kahveleri koyarım ben de. Sen en sevdiğin köşe yazısını okurken koltuğun arkasından sinsice yaklaşır ve öperdim ensenden. Sonra da uzun uzun kahve sohbeti ederdik. Tabakları masaya yerleştirirken gözüme çarptı sehpanın üzerindeki fincanlar. Nasıl unutmuştum onları orada ? Çabucak onları kaldırmak için gittiğimde ise gördüm. Sehpanın senin tarafında dört kahve fincanı vardı. Hepsi de dolu. Bu kadarı fazlaydı, bu kadar terslik hiç hayra alamet değildi. Hem de bir tatil gününde ve her tatil günü bunun gibi olmak isterken. Sesler susmuş, kabuslar çekilmiş, terapist ve diğer tüm arkadaşlarımı hayrete düşürecek kadar düzelmişken her şey. Sonra soluma dönüp yatağın başında duran telefonuma baktım. Saat 13:00 tarih 27 haziran. Neden yatağımdaydım? Koşarak, korkarak, düşerek, çok yükseklerden düşerek banyoya koştum. Kapı kapalıydı. İçeriden ses gelmiyordu. Elim titreyerek açtım kapıyı. Yoktun. Gitmiştin. Hiç gelmiş miydin? Sesler geliyordu bir yerlerden. Boğuk anlaşılamayan, laf olsun diye edilmiş sözcüklerin suyun altından duyulması gibi.

6 Haziran 2014 Cuma

Görünmez Kadın

Neyse ki geçti.
Yaşam üzerine söylediğim büyük sözler, gün gelince ne kadar sıvı ile katık etmem gerektiğini hesap etmeden yutmayı planladıklarım gelmişlerdi. Ayaküstü uğramak da değildi herhalde, pılı pırtıyı toplayıp gelmişlerdi, sormak ayıp olurdu. Yataklarını hazırladım elimden geldiğince, yeterince yer, temiz nevresim, heves, nefes ve bakışlarında kimi zamanlar önce alınmış doğru kararların gururu olmadığından balık istifi yatırmak zorunda kaldım. Hayatımın değişik dönemleri sanki o dönemlere ait en canlı hatıraları son durakta kötü bir otobüs şakası ile ekmeyi başarmış, pişmanlıklarımı iz sürerek karşı apartmanın önüne gelmişlerdi. Demliğin buhar çıkması öngörülen deliğinden başarılı şekilde buğulanan cama büyükçe bir kare çizmiş sonra da onu bir hücreye benzesin diye parmaklıklara benzeyen düz çizgiler çekerken görmüştüm onları karşı apartmanın önünde. Son pişmanlığım bu evde olmasına rağmen sanırım yağmurlu ve rüzgarlı bir günde yine anlamsız bir nedenden düşmüştü balkondan. Beni bulmaları çok sürmedi. Ne zaman gerekse o zaman ortada olmayan binbir dedikodu kazanı kapıcı anında gammazladı yerimi. Durup seyrederken onları -sanırım üniversiteydi, bedenimin çok dinç olduğunu hatırlıyorum- birisi ile göz göze geldik. Kaçamazdım artık, görünmez de olamazdım. Görünmez olabiliyordum, çok olmuşluğum vardı. Bunun çok iyi bir şey olmadığını öğütlemişti tüm hayatıma girenler. Bilerek yapmıyordum ama insanlarla sürekli yan yana olduğumuz, olmak zorunda olduğumuzu düşündüğümüz, ya da arttırırsak olmak istediğimiz zamanlarda bile görünmez olabiliyordum. İçimde var olduğuna inandığım, başkalarını inandırmakta zorlandığım şey, sanırım kadın, kıskançtı biraz ve çok konuşkan değildi. Ellerini hiç manikür yaptırmamış, saçları kıvır kıvır, zor bakışlı, deli dolu bir tipti. Onunla olan ilişkim garip bir dilden, ama konuşmadan, az derinlikli ama  ihtiraslı ve çokça bağlılıktan oluşuyordu. Çok az insana anlatmayı denedim, çünkü insanlar normalde mantıklıdırlar ve böyle şeyleri duyduklarında sizin ciddi olmadığınızı düşünürler. Bu ilk tepkileridir çünkü sizinle olan ilişkilerine devam etmek istiyorlardır. Ciddi olduğunu hissettiklerinde iki tepki geliştirirler ; 1. Sizi düşündükleri için sizi yardım almaya zorlarlar. 2. Kendilerini daha çok düşündükleri için bırakıp giderler. O yüzden gittiklerinde üzülmüyordum. Bu normaldi, belki anormal olan bendim. İçimde birisi ile yaşamak en hafifinden absürtdü. Ama onunla olan ilişkim çok dalgalı seyirler, dalgalı denizler, yanlış kararlar ve o kararların daha beter sonuçlarına rağmen, aynı sessizliğinde devam ediyordu. Hayatımdaki en istikrarlı şey o gibiydi. Aslında sessizlik çok istikrarlı bir şeydi ben olmak değil. Ben olmak sıklıkla kafa karıştırıcı oluyordu. Sonra ne olmuştu? Sanırım yine beni bırakıp gideceğine inandığım bir kadın, güçlü, kararlı, o güne kadar masada olmayan üçüncü tepkiyi verdi. Neyi daha çok düşündüğünü kestirememiştim ama sessiz, durağan ve tekrarlayan kabuslar kadar normal olan ilişkim ilk defa olağan karşılanmıştı. Çokça karar, araç, onlara eşlikçi gereç ve gerekçe sonra içimdeki kadınla yine sessizce anlaşma imzalamış gibi ayrıldık. Uzun süre onu özlemedim, yokluğunun farkına bile varmadım diyebilirim. Başka başka kapılar açılmıştı hayatta, onların neler önerebileceğini merak ediyormuşum gibi hissetmiştim kendimi. Tabii görünmez olmadan. Gerçekçileşmiştim, uzansan tutulabilecek bir şeye dönüşmüştüm. Kafamı çevirip bakmamıştım bile bambaşka tellerden bambaşka ve duyulmamış seslerle beni çağıran sorulara. Ne de cilveliydiler. Hakları yenmiş gibi hissetmesinler diye onları toplayıp evin içindeki bir vazonun içine ya da ne bileyim bulunmaları zor olan bir ceket cebine bile saklama gereği duymamıştım. Günler yeniye göre güzel, yeni olan her şey gibi hızlı ilerliyordu. Günler ilerlemiyordu aslında, zaman öyle bir şey değildi, tecrübeler ilerliyordu. Sonra kadın gitti. Tam da gerçekçileşmiştim, kendimi gerçekleştiriyorum sanmıştım. Görünmez kadın da çoktan gitmişti. Görünen kadın hiç gitmeyecekmiş gibi davranmıştı, insancıl sözler vermişti. Yeniye ve tecrübelere bu kadar bağımlı hale gelmiş olmasam üzülecektim. Şimdi insancıl ekinlerin her talihsiz hasat gibi heba olabileceğini düşünüyordum. Gerçek ya da hayal. Çay demlemek kadar gerçekti her şey ama hakikat değil belki de. Duyduğum ya da duyabildiğim her frekanstan sese kulak kesilip doğruluyordum, kaç tecrübe önce taşındıklarını hatırlamadığım sorularımdır bu sefer ki diye. Sıklıkla uçabilen haşere sesi oluyordu. Bahar yaza yanaşmakta, yavşamakta ve hatta göz göre göre sulanmakta olmalıydı yoksa bu gereksiz uçabilen haşereler başka bir şeyin günah meyveleri olamazdı. İşte bütün bunlar gerçekten yaşanmış mıydı yoksa tamamen fazladan demlenmekte olan çayın buhar çıkması öngörülen deliğinden cama yansıttığı bir gölge gösterisi miydi diye düşünürken ve sahneyi kutu içine alıp eşit parçalara bölerken gelmişlerdi. Çaya biraz su ekleyip altını açtım. Sonra kapıyı. Yer dardı, zaman değil, çünkü zaman öyle bir şey değildir. Birlikte ama ayrı ayrı, üst üste ama alt alta yaşayacaktık artık. Kapının ağzında içeri ayakkabılarını çıkarmadan girişlerini izlerken, göz göze gelmekten korkarak, tam görünmez olmanın vakti diye geçirmiştim aklımdan. Tam bunu düşünürken kapıda belirdi görünmez kadın. Hepsinin arkasından geliyordu, yine sessiz. Yüzünü tam göremediğim için kestiremiyordum ruh halini. Neyse nasıl olsa susardı bütün bunları fırsatımız olduğunda diye düşünmüştüm.
Neyse ki geçti.
Duymuştum bunu daha önce. Tanıdığım bir cümleydi, ama ses değil. Geçip salonun baş köşesine oturdu görünmez kadın. Duvarlarda gezdirdi gözlerini bir süre, içimin duvarları, tanınmaz halde olan ama harabe değil, farklı sadece. Çaydanlık tısladı sonra, gölge gösterisi başlamak üzereydi. Parmak hesabına göre çok parmak gerekiyordu. Benimkiler olmasa da görünmez kadının parmakları hala güzellerdi. Onun parmaklarıyla saydım ben de. Çay koymaya mutfağa giderken dönüp konuştum onunla ilk kez ;
-         - Elin boş gelmemişsin.

-         - Neyse ki geçti.