Bu Blogda Ara

26 Kasım 2015 Perşembe

Çıkış Serbest

Çıktım, karşı kaldırıma oturdum. Dışarı girmek diye bir şey yoktu. Ve her girilen yer, güvenlikli, korunmalı, yetmedi üst aranmalıydı ama çıkmak serbestti. Aslında girmek de serbestti, yerseydi. Bir sigara yaktım. Çakmağı elimde iki tur döndürdüm çakmadan, aklımda bir iki tilkiyi, dilimde bir iki sözcüğü, feleğimin çarkını, zihnimdeki fıstığın kalçalarını da iki tur döndürdüm aynı anda. Sigara naz etmedi. Tilkiler sakin, sözcükler suskun, kalça belirsiz oldu. Çark döndü bir süre daha. Dikkatle baktıysam da bir süre, hayatımın jokeri gelse de doğru harfi tahmin edemeyeceğimi fark ettim. Şans yetmiyordu çünkü güzel sonuçlara, elle tutulur başarı gerekiyordu. İşe, üniversiteye, bizim evin otoparkına, umumi tuvaletlere, bilumum plazaya, allah sakınsın AVM'ye, iktisata ve bir insanın hayatına öyle gelişigüzel ben geldim diye girilemiyordu. Şimdi bu algıyla etrafıma bakınca koca koca duvarlı, renkli renksiz tabelalı, modern ya da klasik bir sürü insan gördüm. Sigara ömrünü yarıladı. Yardım istedi. Paketten bir arkadaşıyla yardımcı oldum. Biri ateşini diğerine devretti, bu arada kısa süre öpüştüler. Şeytan, yokuş yukarı yürü buradan Maçka parkı içinden Nişantaşına çık dedi. Hop dedim. Birader, olur olmadık çıkıp, zaten aslen hiç var olmayıp, kafana göre istikamet belirlemeye utanmıyor musun? Duymazdan geldi. Çıktı sol omzuma oturdu. Her şey aksiyle var olur, benimki tek başına takılıyordu. Sağ omuza geçti sonra ensemden asılarak. Oralı olmadım. Bir yerli olmak başta doğuştan hediye ediliyor olsa da sonradan epey zordu. Sonuçta kimse hiç bir yerli olamıyor ve bu nerelisin muhabbeti o yüzden eskilerden kalan, arada hatırlanan, tam o esnada kimi sinirsel titreşimlerle eskilerde kalan bir anlamı hissettiriyordu. Herkes bu yüzden ortak bir keyif alıyor olabilirdi bu muhabbetten. Elimdeki sigara eski sevgilisinin yanına gitmek üzereyken bir dilenci çocuk yaklaştı.

- Abi, bir yemek parası??
- Maslowunu sevdiğimin dünyası
- Abi??
- Karnın doyunca çok başka işlerin peşine düşeceksin olm, siktir et sen en iyisi
- .....
- Yok koçum, hadi ikile...
- Bir dal sigara ver be abi o zaman
- Sigara ayrı mevzu, al koçum. Bu sigarayı iç, akşam da Tophanenin köşesinde sizi bekleyen o VIP minibüse binip gün sonu hasılatını teslim ettiğin abine söyle, onu oraya gönderen bu bölgenin sorumlusu pezevenge desin ki; büyük patronla bu gece Kasımpaşadaki berberin kepengini kapatıp hasılatı saydıktan sonra ülkenin en kalender adamları gibi gidip oturdukları bardan kaldıracakları rus hatunları becerirken düşünsünler, onları terk edip sertleştiren kadınlar da az bedel ödemediler. Çıkışın serbest olduğunu hatırladılar ve gittiler.
- Çok kafa yapıyorsa verme abi!
- Yok koçum, bilakis, kafa açıyor.

İçeriden alkış sesleri geldi. Alkışlanası işler oldu besbelli. Bir kadın bir adama, yasanın öngördüğü şekliyle; iyi ve kötü anda, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm onları ayırana kadar yanında olma sözü verdi. Bu kadını tanırdım. Sözüne güvenilirdi. Şeytan, zaten davetli olmadığın yerlerdesin, gir içeri, nikah memurunu tartakla, şahitleri tokatla, damadı vur, kadını tut elinden sürükle dedi. Eeee dedim, şampiyon, sonra? Sonra dedi, durdu. Sonrasını düşünürüz. Umutsuz bir romantiksin dedim şeytan. Zaten bütün bunlar aksin gittikten sonra oldu, adam akıllı kötü bile olamıyorsun. Elinden sürüklediğin insanlar, aklında sürüklediğin düşünceler ve arkasından sürüklediğin işler için kötü de olsa bir plana ihtiyacın var. 

Bazı tesadüfi karşılaşmalar ilahi oluyordu. Bazıları değil. Feleğimin çarkı durdu. Eski zamanları gösterdi. Kadını tanıyordum. Şimdilerde takıldığım şeytanım ne derse onu yapıyordum. Eğleniyorduk. Sanırım meleği de oralarda bir yerlerde kaybettik. Kadın dürüsttü. Anlam veremediği bir boşluğu vardı. Tam içinden geçiyordu. Sanırım biz kendimizde değilken neye ihtiyacı olduğuna karar verdi. Bu ne ara oldu bilmiyorduk, içindeki boşluğu ne ara doldurdu? Biz yüzüyorduk, eğleniyorduk demiş miydim? Kapıda hareketlenme oldu. Dışarı çıkmak üzereydiler. Şeytan, gel gidelim, Pangaltında bildiğim iyi bir ocakbaşı var dedi. Şimdi bir planın var işte dedim. Oturup karşılıklı iki duble içeriz. Hem ben seni çok tanıyor da sayılmam, nereliydin sen?


 

17 Kasım 2015 Salı

Canım

Kanepede. Türlü zamanda ya da şekilde geliyor buluyor aynı duygular seni. Her ne yapıyorsa hayat kendi kendine, yuvarlanıyor aslen. Her şey başladığı yere belli aralıklarla uğruyor. Moda olan her şey belli aralıklarla yeniden moda oluyor, eksik olan tarafların dönüp dolaşıp yine eksik kalıyor bir yerde. Oturduğun kanepe eskisiyle aynı değil, duvarda gözünü dikerek baktığın nokta özenle kapatılarak bir aksesuarla başkalaştırıldı. Görünür dünyanda olan değişiklikler işe yaramaz değil, geçerli değil sadece bazen. Şu an moda olan ve ama seni aynı duyguya götüren o şarkıyı dinlerken, o tablonun arkasındaki duvar çatlağına bakarken içinde bir yer, bir his, bir soru gelip buluyor seni.

Gözlerin biraz bulutlanıyor, düdüklü tencerenin düdüğü çalıyor, çocuklar okuldan dönmek üzere oluyor. Bir adam bir kadını seviyor. Ciğerleri yettiğince şişirdiği balonlarıyla hiç davetli olmadığı bir doğum gününe gitmeye hazırlanıyor. Aklına gitmek istediği yerler, almak istediği şeyler geliyor. Kadın itiraz haklarını, haklılıklarını, anlaşılmazlıklarını bir kutuya koyup bilmediği bir adrese göndermek istiyor. Adam kadına canım diyor, canı elinde büyüyor. Büyüdükçe anlaşılır olur diye düşünüyor. Bir rüzgar esiyor, kadın ürperiyor. Arkasından geldiğini hissettiği şeyin rüzgar olmasından korkuyor. Gölgeler bazen çok şakacı olur diye düşünüyor. Adam bir yol ortasında duruyor. Karşıdan gelen birine sarılıyor. İkisi de buna şaşırmıyor olmaya şaşırıyor. İnsan bir şeyi çok sevdiğinde her şeyi daha çok seviyor diye düşünüyor adam. Yol üstü bir kırtasiyeciden henüz yazılmamış mektupları için kalemler, kağıtlar alıyor. Henüz başlayamadığı şeylere uydurduğu mazeretleri not kağıtlarına yazıp dolabına yapıştırıyor. Her şey biraz sevmekle başlıyor diye düşünüyor kadın. Birisinin onun için şişirdiği balona sevinebilmekle. Vermeyi çok iyi öğrendiği ama almayı cesurca beceremediğini düşünüyor. Hazırlamayı bir türlü beceremediği tek kişilik yemekleri yemek için en az iki kişi olmak gerekir diye düşünüyor sonra da. Adam canım diyor kadına, canı çekilmeden. Her şey biraz daha katlanılır oluyor birden. Korkuyor adam. Kadın. Korkuyor. Nasıl oluyorsa aynı anda korkuyorlar. Nasıl oluyorsa şarkı bitiyor. Düdüklü tencere duyulur oluyor. Kapı çalıyor, çocuklar geliyor. 


Bir daha ki sefere diyorsun. Artık olmayan şeyler üzerinden başladığımda düşünmeye, bulacağım o adamı, o kadını.

6 Kasım 2015 Cuma

Incomplete

Sonbahar gelmişti. Ondan önce de yaz. Bu gidişle kış da gelebilirdi. Daha önce gelmişliği vardı. Atamız olduğu söylenen eskiler de çok uzaklardan gelmişlerdi ve sanırım bu insanın kendi doğasına benzeyen toprakları gördüklerinde biraz olsun rahatlamışlardı. Neden kaçtıkları ya da neye ulaşmaya çalıştıkları konusunda türlü rivayet olsa da, burada, daha önce gelenlerinde gidemediği, gönderilenlerin dönmek istediği, karışık, doğurgan, değişken ve cilveli topraklarda, yine belki de önce biraz dinlenelim sonra bakarız diyerek durmuş ve sonra gidememişlerdi. Başka coğrafyalarla kıyasladığında tam da bu toprağa göre bir ayar çekmişti gezegen; her şeyden çeyrek vardı. Birini sonsuza kadar isteyip gideceğini bilmekle, bir sonrakini bekleyememe sabırsızlığının nasıl olsa birazdan gelecek rahatlığıyla sakinleşmesi hislerini aynı an da yaşamak. Hem de bazen iç içe, bazen üst üste ve bazen de içi boş bir çeyreğin gölgesinde, çünkü kimi çeyreklerin içi alınmış oluyordu. Arada sırada gece dışarı çıkanların gönül rahatlığıyla yediği sabaha karşı kokoreçlerindeki gibi. Düzenli çıkan akşamcıların böyle çeyrekleri olmazdı. Hep aynı döngü oluyordu ama bu hep aynı çeyrek oluyor demek değildi. Her mevsim adaşı olan tüm diğer mevsimlerden başka izler, anılar ve yaralar bırakıyordu. Zaten mevsim parantezine alınıp tektipleştirilmekten de hiç hoşlanmıyorlardı. Bu rutin gibi duran ama hep değişken ve hep devinen sürece doğan insanlar evrim gereği kendilerince çeyreklere bölünüyorlar ve fakat bütün çeyrekleri de birbirinden farklı oluyordu. Bütün olamıyorlardı böylece. Hatta düzgün bir yarım. "Ama yarım da bir bütündür" dedi parkın girişindeki köpek. Kamyonla para verilerek alınmış, yediği önünde yemediği mama üreticisinin hatasıdır diye algılanmış, bolca şımartılmış, köpeklik vasıflarını kaybetmiş, insanlığa heves etmiş, şanslı mı şanssız mı bilinmeyen bir köpeğin, nasıl olduysa gen transferiyle aklımdan geçenleri duyabilen bir telepati yeteneğine sahip fakat kapı dışı edilmiş yavrusu olarak kafasını az önce karıştırdığı çöp poşetine gömdü. "Açılıp yarısı içilmiş şaraplar mesela" diye düşünmeyi sürdürdüm. Ya o açıldıkları kişi ile içilebiliyorlar ya da hiç içilemiyorlar bir daha. Ancak o aynı kişiyle ve belki de kısa olmayan zamanlar sonra içilseler bile, tekrar başladıkları ve bittikleri aralıkta başka etkiler yarattıkları için ikinci yarım olarak başka bir bütünü temsil ediyorlardı. "Bir yarım kendi şeklinden ya da gölgesinden yola çıkarak vaad ettiği bütüne tamamlanabilir en azından" dedi yine aynı köpek, bu sefer kafasını kaldırmadan. Çok mu aç yoksa daha çok işgüzar bir dedikoducu mu karar veremedim. Kalktım. Banka göre doğruldum. Yürüyüş yoluna göre yükseldim. Parktaki ağaçlara göre kıpırdandım. Yarı ömür diye düşündüm, başlangıçta sahip olduğumuz ihtimallerin yarısına düşmesi için geçen süreyse o zaman tamamlanmak diye bir şey yoktu. Ömrünü kararlı hale getirmek için eksiklerinin tamamlanmasını bekleyen izotoplar geldi aklıma. Akıllı toplara izotop densin diye düşündüm. Çünkü insanlarla aralarındaki fark, aramak yerine beklemekti. Bekleyiş ya da arayış esnasında hangi önemli parçanı kaybedeceğini ya da değiştireceğini bilmiyordun, bunun için ne kadar süre geçmesi gerektiğini de. Bu konularda izotoplarla kader arkadaşıydık. Verilere baktım, çünkü bütün veriler biraz bakılmak içindi. Bu şartlarda kararlı olmak diye bir şeyden bahsedemezdik. Hafif bir rüzgar esti. Parkın girişindeki köpek bu düşündüklerimi duyduysa da anlamamıştır diye düşündüm. Zaten kafasını kaldırmadı bile. Açtı herhalde. Köpeğin atalarını, analarını, onların kararlı olabilmek adına harcandıkları diğer yarılarını arayışlarını düşündüm. Sonra daha kolay olur diye yokuş aşağı yürüdüm. Anasına atasına dair ileri geri düşündüm diye peşime düşerse köpek, kaçma süremi biraz artırırım diye de düşünmüş olabilirim. Bir de kaçmak vardı. Kaçmak yoktu. Ertelemek vardı. İzotoplar bu konuda neler düşünüyorlardı bilmiyorum. Rüzgar üfürdü. Yürüdüm. Köpeğe, banka ve ağaçlara göre uzaklaştım. Zamana göre yaşlandım. Dönüp genç haline baktım. Bankta oturuyordu. Kararsızdı. Yakalanmış ve yarımdı.