Bu Blogda Ara

29 Aralık 2015 Salı

2015

Favayı küllüğün yanından kaldırıp süzme yoğurtla beyaz leblebinin arasına koyuyorum. Biraz daha yer açılıyor sanki oysa her şeyin boyutu aynı. Salak bir rahatlama hissi oluyor içimde. Herşey daha yerli yerinde gibi şimdi. Uzun süredir ayakta bekleyen sigara paketini küllüğün yanına yüz üstü yatırıp üstüne de bir sigara yaslıyorum, bir ucu küllüğe uzanacak şekilde. Kocaman bir tetris oyunu hayat, çubuğun gelmesini bekleyip herşeyi doğru yerleştirmekle ilgili. O da gelmez lanet. Adamı hasta eder. Sen de güzel yerleştin diye sevinmekle, çubuğa bağlı yaşadığın için üzülmek arasında kalırsın. Tabağımda boylu boyunca yatan peyniri sol köşesinden başlayarak yemişim. İlk ısırık tadını en çok aldığın, sona kalan tüm gecenin şahidi ve eğer şanslıysa en keyifle yenilen. Sigara, mucidinin tasarrufu gereği havayla etkileşip, mümkünse en kısa sürede külden bir heykele dönüşme çabasında. Masaya ilk oturduğumda kaldırdığım küçük bir vazo çiçeğin yerinde başrol olduğunun farkında ama yine de sırasının gelmesini bekleyen rakı şişesi duruyor. Alıyorum elime. Şöyle bir çevirip etiketini okuyorum. "Özenle seçilen üzümlerin, başka bir şey olmakla ilgisi olmayan anasonlarla sevişmesinin ürünü olan bu rakı, bakır imbiklerde zamanlama tutsun diye defalarca damıtılarak bu gece için şişelenmiştir" yazmıyor. Olsun. Bu gecenin ayrı bir önemi yok zaten. Yılın son günü çok meşgul olur diye bu gece vedalaşacağız 2015le. O da gelebilirse. Trafikten hiç bir yere gidemeyen bu şehirde, Sibirya üzerinden 2016'yla birlikte gelmesi beklenen soğuk hava dalgasına yakalanmazsa, bu, yeni yıla kısacık uzaklıktaki pazartesi gecesinde bu yıl da gelmeyen çubukları, üzerine 2015 li tarihler atılmış kitapları, 2015 de başlanması gereken projeleri ve 2015 de olan 2015 de kalır anıları konuşacağız. Seneye devredebilir olanları belirleyip, el sıkışıp ayrılacağız. Yüküm çok olmasına rağmen erken vardım buluşma yerine. Siparişleri verdim, masayı kurdum. Adettendir, ilk duble rakıyı servis edip içmeye başladım. Beklemek mesele değil hayatımda, bunu öğrenebildim. İyi bir bekleyici ve iyi bir dinleyici olmak hiç birşey yapmadan birşeyler yapmak demek çünkü. Hava, türlü sebeplerle göç edememiş kimi mahlukata kıyak peşinde, ama yine de soğuk. Kediler oralı değil. Nerelilerse, orası kedilere pek iyi davranılan bir yer değil. Yan masadaki çift yeni yıla yalnız girmeme çabasında. Piyangocu o kadar umutsuz ki seri bilet alsan amorti çıkmayacak gibi. Kafamın üzerindeki ısıtıcı çalışkan, aferin Rusya, kesme gazımızı. Bizim bu puştluklarla ve bizatihi puştlarla ne işimiz olur? Dün boş vaktim oldu, işimiz kolaylasın diye temize çektim yanımda getirdiklerimi. İyi niyetlerimi etiketleyip, gönderemediğim mektupları zarflayıp, gösteremediğim bazı zayıflıklarımı birden ona kadar notlayıp arşivledim. Bir iki kavuşamamayla burukluğu çerçevelettim. Kusura kalmasın 2015 bazı şeyler kalıcı oluyor. Bazı kalıcı olması gerekenler ise fazlasıyla geçici. Ama konumuz bu değil. Konumuz neydi? Evet. Çubuklar, ya da rakı. Her neyse bu civarda bir şeydi. Nereli olduğunu hiç merak etmediğim o korkunç kedi geldi yanımaki çiçekliğe tünedi yine. Git güzel kedicik zira rakı muhabbeti seven kedi olmaz. Olamaz. Daha önceki hayatında akşamcı olamadıysan da bir sonraki hayatında tekila şişesinde kurt olmanı temenni ederim. Belki ben de koca hasır şapkalı bir güney amerika taşralısı olurum. Yine kesişir yollarımız, işte o zaman nasıl güzel yerim seni. Zaten böyle oluyordur herhalde, uzun uzadıya anlatılan, ana fikri unutulan hikayelerdeki yan rol oyuncularıyla göklere açılan kapılardan geçip tekrar hayat bulma sırasına giriyoruzdur uzak galaksilerde. Ruhlarımız birleşiyor, bütün oluyor, sonra yine rasgele çatlaklarla bölünüp biraz her şeyden müteşekkil olarak düşüyoruzdur bir galaksiye ve belki de kendiyle derdi olmayanın kendi galaksisiyle de derdi olmuyordur.

Gitmiyor kedi. Gelmiyor 2015. Ve fakat soğuyor mezeler ve bitiyor rakı. Yan masadakiler birbirlerinden ne istediklerini bilmez halde, elleri masanın üstüne birleşik, ayakları masanın altında ve soğukta ayrık. Son lokma peyniri üst damakta eritip son yudum rakıyla yıkıyorum. Masadaki peçetenin üstüne bir veda notu yazıp 2015'e ve garsona masanın yanında duran bavula göz kulak olmasını isteyerek kalkıyorum. Hava soğuk, n'aber lan Sibir? Hoşgeldin, bok var geldin.

"Sevgili 2015,

Kendinden beklenmeyecek performansla oğlumu büyüttün, beni büyüttün, yan komşuyu öldürdün, içimi acıttın, kanırttın sonra hiç birşey olmamış gibi sevdin yanağımı. Az eşek değilmişsin, gelişinden anlamıştım. Senden kalanlarla sende kalması gerekenleri bir duble rakıyla beraber masada bırakıyorum. İsterdim trafiğe takılma ama sen buraların acemisisin. Bağışla beni sana çok kıymetsizmişsin gibi davrandığım oldu, gelmeyen çubuklar, atılamayan adımlar ve gidilemeyen kuzey ülkeleri için seni suçladım. Müsterih ol. Yeterince bekledim. Ama hava soğuktu, kedi darladı, yan masadakiler yaşlandı. Gitmem gerekti. İyi istirahatlar dilerim.

Öptüm, kip, bye"

26 Kasım 2015 Perşembe

Çıkış Serbest

Çıktım, karşı kaldırıma oturdum. Dışarı girmek diye bir şey yoktu. Ve her girilen yer, güvenlikli, korunmalı, yetmedi üst aranmalıydı ama çıkmak serbestti. Aslında girmek de serbestti, yerseydi. Bir sigara yaktım. Çakmağı elimde iki tur döndürdüm çakmadan, aklımda bir iki tilkiyi, dilimde bir iki sözcüğü, feleğimin çarkını, zihnimdeki fıstığın kalçalarını da iki tur döndürdüm aynı anda. Sigara naz etmedi. Tilkiler sakin, sözcükler suskun, kalça belirsiz oldu. Çark döndü bir süre daha. Dikkatle baktıysam da bir süre, hayatımın jokeri gelse de doğru harfi tahmin edemeyeceğimi fark ettim. Şans yetmiyordu çünkü güzel sonuçlara, elle tutulur başarı gerekiyordu. İşe, üniversiteye, bizim evin otoparkına, umumi tuvaletlere, bilumum plazaya, allah sakınsın AVM'ye, iktisata ve bir insanın hayatına öyle gelişigüzel ben geldim diye girilemiyordu. Şimdi bu algıyla etrafıma bakınca koca koca duvarlı, renkli renksiz tabelalı, modern ya da klasik bir sürü insan gördüm. Sigara ömrünü yarıladı. Yardım istedi. Paketten bir arkadaşıyla yardımcı oldum. Biri ateşini diğerine devretti, bu arada kısa süre öpüştüler. Şeytan, yokuş yukarı yürü buradan Maçka parkı içinden Nişantaşına çık dedi. Hop dedim. Birader, olur olmadık çıkıp, zaten aslen hiç var olmayıp, kafana göre istikamet belirlemeye utanmıyor musun? Duymazdan geldi. Çıktı sol omzuma oturdu. Her şey aksiyle var olur, benimki tek başına takılıyordu. Sağ omuza geçti sonra ensemden asılarak. Oralı olmadım. Bir yerli olmak başta doğuştan hediye ediliyor olsa da sonradan epey zordu. Sonuçta kimse hiç bir yerli olamıyor ve bu nerelisin muhabbeti o yüzden eskilerden kalan, arada hatırlanan, tam o esnada kimi sinirsel titreşimlerle eskilerde kalan bir anlamı hissettiriyordu. Herkes bu yüzden ortak bir keyif alıyor olabilirdi bu muhabbetten. Elimdeki sigara eski sevgilisinin yanına gitmek üzereyken bir dilenci çocuk yaklaştı.

- Abi, bir yemek parası??
- Maslowunu sevdiğimin dünyası
- Abi??
- Karnın doyunca çok başka işlerin peşine düşeceksin olm, siktir et sen en iyisi
- .....
- Yok koçum, hadi ikile...
- Bir dal sigara ver be abi o zaman
- Sigara ayrı mevzu, al koçum. Bu sigarayı iç, akşam da Tophanenin köşesinde sizi bekleyen o VIP minibüse binip gün sonu hasılatını teslim ettiğin abine söyle, onu oraya gönderen bu bölgenin sorumlusu pezevenge desin ki; büyük patronla bu gece Kasımpaşadaki berberin kepengini kapatıp hasılatı saydıktan sonra ülkenin en kalender adamları gibi gidip oturdukları bardan kaldıracakları rus hatunları becerirken düşünsünler, onları terk edip sertleştiren kadınlar da az bedel ödemediler. Çıkışın serbest olduğunu hatırladılar ve gittiler.
- Çok kafa yapıyorsa verme abi!
- Yok koçum, bilakis, kafa açıyor.

İçeriden alkış sesleri geldi. Alkışlanası işler oldu besbelli. Bir kadın bir adama, yasanın öngördüğü şekliyle; iyi ve kötü anda, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm onları ayırana kadar yanında olma sözü verdi. Bu kadını tanırdım. Sözüne güvenilirdi. Şeytan, zaten davetli olmadığın yerlerdesin, gir içeri, nikah memurunu tartakla, şahitleri tokatla, damadı vur, kadını tut elinden sürükle dedi. Eeee dedim, şampiyon, sonra? Sonra dedi, durdu. Sonrasını düşünürüz. Umutsuz bir romantiksin dedim şeytan. Zaten bütün bunlar aksin gittikten sonra oldu, adam akıllı kötü bile olamıyorsun. Elinden sürüklediğin insanlar, aklında sürüklediğin düşünceler ve arkasından sürüklediğin işler için kötü de olsa bir plana ihtiyacın var. 

Bazı tesadüfi karşılaşmalar ilahi oluyordu. Bazıları değil. Feleğimin çarkı durdu. Eski zamanları gösterdi. Kadını tanıyordum. Şimdilerde takıldığım şeytanım ne derse onu yapıyordum. Eğleniyorduk. Sanırım meleği de oralarda bir yerlerde kaybettik. Kadın dürüsttü. Anlam veremediği bir boşluğu vardı. Tam içinden geçiyordu. Sanırım biz kendimizde değilken neye ihtiyacı olduğuna karar verdi. Bu ne ara oldu bilmiyorduk, içindeki boşluğu ne ara doldurdu? Biz yüzüyorduk, eğleniyorduk demiş miydim? Kapıda hareketlenme oldu. Dışarı çıkmak üzereydiler. Şeytan, gel gidelim, Pangaltında bildiğim iyi bir ocakbaşı var dedi. Şimdi bir planın var işte dedim. Oturup karşılıklı iki duble içeriz. Hem ben seni çok tanıyor da sayılmam, nereliydin sen?


 

17 Kasım 2015 Salı

Canım

Kanepede. Türlü zamanda ya da şekilde geliyor buluyor aynı duygular seni. Her ne yapıyorsa hayat kendi kendine, yuvarlanıyor aslen. Her şey başladığı yere belli aralıklarla uğruyor. Moda olan her şey belli aralıklarla yeniden moda oluyor, eksik olan tarafların dönüp dolaşıp yine eksik kalıyor bir yerde. Oturduğun kanepe eskisiyle aynı değil, duvarda gözünü dikerek baktığın nokta özenle kapatılarak bir aksesuarla başkalaştırıldı. Görünür dünyanda olan değişiklikler işe yaramaz değil, geçerli değil sadece bazen. Şu an moda olan ve ama seni aynı duyguya götüren o şarkıyı dinlerken, o tablonun arkasındaki duvar çatlağına bakarken içinde bir yer, bir his, bir soru gelip buluyor seni.

Gözlerin biraz bulutlanıyor, düdüklü tencerenin düdüğü çalıyor, çocuklar okuldan dönmek üzere oluyor. Bir adam bir kadını seviyor. Ciğerleri yettiğince şişirdiği balonlarıyla hiç davetli olmadığı bir doğum gününe gitmeye hazırlanıyor. Aklına gitmek istediği yerler, almak istediği şeyler geliyor. Kadın itiraz haklarını, haklılıklarını, anlaşılmazlıklarını bir kutuya koyup bilmediği bir adrese göndermek istiyor. Adam kadına canım diyor, canı elinde büyüyor. Büyüdükçe anlaşılır olur diye düşünüyor. Bir rüzgar esiyor, kadın ürperiyor. Arkasından geldiğini hissettiği şeyin rüzgar olmasından korkuyor. Gölgeler bazen çok şakacı olur diye düşünüyor. Adam bir yol ortasında duruyor. Karşıdan gelen birine sarılıyor. İkisi de buna şaşırmıyor olmaya şaşırıyor. İnsan bir şeyi çok sevdiğinde her şeyi daha çok seviyor diye düşünüyor adam. Yol üstü bir kırtasiyeciden henüz yazılmamış mektupları için kalemler, kağıtlar alıyor. Henüz başlayamadığı şeylere uydurduğu mazeretleri not kağıtlarına yazıp dolabına yapıştırıyor. Her şey biraz sevmekle başlıyor diye düşünüyor kadın. Birisinin onun için şişirdiği balona sevinebilmekle. Vermeyi çok iyi öğrendiği ama almayı cesurca beceremediğini düşünüyor. Hazırlamayı bir türlü beceremediği tek kişilik yemekleri yemek için en az iki kişi olmak gerekir diye düşünüyor sonra da. Adam canım diyor kadına, canı çekilmeden. Her şey biraz daha katlanılır oluyor birden. Korkuyor adam. Kadın. Korkuyor. Nasıl oluyorsa aynı anda korkuyorlar. Nasıl oluyorsa şarkı bitiyor. Düdüklü tencere duyulur oluyor. Kapı çalıyor, çocuklar geliyor. 


Bir daha ki sefere diyorsun. Artık olmayan şeyler üzerinden başladığımda düşünmeye, bulacağım o adamı, o kadını.

6 Kasım 2015 Cuma

Incomplete

Sonbahar gelmişti. Ondan önce de yaz. Bu gidişle kış da gelebilirdi. Daha önce gelmişliği vardı. Atamız olduğu söylenen eskiler de çok uzaklardan gelmişlerdi ve sanırım bu insanın kendi doğasına benzeyen toprakları gördüklerinde biraz olsun rahatlamışlardı. Neden kaçtıkları ya da neye ulaşmaya çalıştıkları konusunda türlü rivayet olsa da, burada, daha önce gelenlerinde gidemediği, gönderilenlerin dönmek istediği, karışık, doğurgan, değişken ve cilveli topraklarda, yine belki de önce biraz dinlenelim sonra bakarız diyerek durmuş ve sonra gidememişlerdi. Başka coğrafyalarla kıyasladığında tam da bu toprağa göre bir ayar çekmişti gezegen; her şeyden çeyrek vardı. Birini sonsuza kadar isteyip gideceğini bilmekle, bir sonrakini bekleyememe sabırsızlığının nasıl olsa birazdan gelecek rahatlığıyla sakinleşmesi hislerini aynı an da yaşamak. Hem de bazen iç içe, bazen üst üste ve bazen de içi boş bir çeyreğin gölgesinde, çünkü kimi çeyreklerin içi alınmış oluyordu. Arada sırada gece dışarı çıkanların gönül rahatlığıyla yediği sabaha karşı kokoreçlerindeki gibi. Düzenli çıkan akşamcıların böyle çeyrekleri olmazdı. Hep aynı döngü oluyordu ama bu hep aynı çeyrek oluyor demek değildi. Her mevsim adaşı olan tüm diğer mevsimlerden başka izler, anılar ve yaralar bırakıyordu. Zaten mevsim parantezine alınıp tektipleştirilmekten de hiç hoşlanmıyorlardı. Bu rutin gibi duran ama hep değişken ve hep devinen sürece doğan insanlar evrim gereği kendilerince çeyreklere bölünüyorlar ve fakat bütün çeyrekleri de birbirinden farklı oluyordu. Bütün olamıyorlardı böylece. Hatta düzgün bir yarım. "Ama yarım da bir bütündür" dedi parkın girişindeki köpek. Kamyonla para verilerek alınmış, yediği önünde yemediği mama üreticisinin hatasıdır diye algılanmış, bolca şımartılmış, köpeklik vasıflarını kaybetmiş, insanlığa heves etmiş, şanslı mı şanssız mı bilinmeyen bir köpeğin, nasıl olduysa gen transferiyle aklımdan geçenleri duyabilen bir telepati yeteneğine sahip fakat kapı dışı edilmiş yavrusu olarak kafasını az önce karıştırdığı çöp poşetine gömdü. "Açılıp yarısı içilmiş şaraplar mesela" diye düşünmeyi sürdürdüm. Ya o açıldıkları kişi ile içilebiliyorlar ya da hiç içilemiyorlar bir daha. Ancak o aynı kişiyle ve belki de kısa olmayan zamanlar sonra içilseler bile, tekrar başladıkları ve bittikleri aralıkta başka etkiler yarattıkları için ikinci yarım olarak başka bir bütünü temsil ediyorlardı. "Bir yarım kendi şeklinden ya da gölgesinden yola çıkarak vaad ettiği bütüne tamamlanabilir en azından" dedi yine aynı köpek, bu sefer kafasını kaldırmadan. Çok mu aç yoksa daha çok işgüzar bir dedikoducu mu karar veremedim. Kalktım. Banka göre doğruldum. Yürüyüş yoluna göre yükseldim. Parktaki ağaçlara göre kıpırdandım. Yarı ömür diye düşündüm, başlangıçta sahip olduğumuz ihtimallerin yarısına düşmesi için geçen süreyse o zaman tamamlanmak diye bir şey yoktu. Ömrünü kararlı hale getirmek için eksiklerinin tamamlanmasını bekleyen izotoplar geldi aklıma. Akıllı toplara izotop densin diye düşündüm. Çünkü insanlarla aralarındaki fark, aramak yerine beklemekti. Bekleyiş ya da arayış esnasında hangi önemli parçanı kaybedeceğini ya da değiştireceğini bilmiyordun, bunun için ne kadar süre geçmesi gerektiğini de. Bu konularda izotoplarla kader arkadaşıydık. Verilere baktım, çünkü bütün veriler biraz bakılmak içindi. Bu şartlarda kararlı olmak diye bir şeyden bahsedemezdik. Hafif bir rüzgar esti. Parkın girişindeki köpek bu düşündüklerimi duyduysa da anlamamıştır diye düşündüm. Zaten kafasını kaldırmadı bile. Açtı herhalde. Köpeğin atalarını, analarını, onların kararlı olabilmek adına harcandıkları diğer yarılarını arayışlarını düşündüm. Sonra daha kolay olur diye yokuş aşağı yürüdüm. Anasına atasına dair ileri geri düşündüm diye peşime düşerse köpek, kaçma süremi biraz artırırım diye de düşünmüş olabilirim. Bir de kaçmak vardı. Kaçmak yoktu. Ertelemek vardı. İzotoplar bu konuda neler düşünüyorlardı bilmiyorum. Rüzgar üfürdü. Yürüdüm. Köpeğe, banka ve ağaçlara göre uzaklaştım. Zamana göre yaşlandım. Dönüp genç haline baktım. Bankta oturuyordu. Kararsızdı. Yakalanmış ve yarımdı. 

21 Ekim 2015 Çarşamba

Bazı sabahlar

Gözümle takip ettiğim yağmur damlası bir iki metre ötemde, bu onun son şovudur diye düşündüğünden heralde büyük bir sesle betona çarpıp öldü. Balkondaydım. Oturuyordum ve sıcak bir şeyler içmek gerekecek kadar soğuktu. Damla öldü ama düşerken izlediği rotada silik de olsa bir iz kaldı. O iz, çocukluktan beri gördüğümüz ve meteorolojik hadiselerle ilgili nasıl bir veri elde ediyorsa gökyüzünde gezinirken izler bırakan uçakların izleri gibi, bir süre sonra genişleyerek kaybolmaya başladı. O zaman başka bir damla tuttum ve onu izledim. Benzer dehşetli bir sahneyle o da az önümde öldü. Ortam his olarak Tarantino filmleri gibiydi. Sürekli bir şiddet vardı ama bu normaldi. Bu son rahmetli damlanın izi kaybolmaya yüz tutmadan yeni bir damla tuttum. Diğeriyle kesişmeden o da öldü. Bu işlemi hızlı şekilde yaparsam havada asılı kalan bir çok iz olduğunu gördüm. Hava hala soğuktu ve sabahtı. Bir süre sonra becerebildiğim kadar yağmur damlası öldüğünde, ardından kalan izler bir parmaklık görüntüsü oluşturdu. İşte tam o noktada o parmaklıkların arkasında bir erkek bedeni belirdi. Yüzü belirsiz ama bana dönüktü. Bakıştık bir süre ama sesssizliği bozan olmadı. Kimdir? Neyin nesidir? Neden parmaklıklar arkasındadır? Orası da bu kadar soğuk mudur? gibi gerçekçi ama gerçeklikte ikincil sorular küçük bir bulut oluşturdu. Hava iyice kapadı. Birincil öncelikli soru yağmurlu hava sevmediğinden dağarcıkta sonradan belirdi. Bu adamın niye bir yüzü yok? Bu gibi soruları cevaplamaya yüzümün olmadığı zamanlar olmuştu ama bununla bir alakası olduğunu sanmıyorum. Bu yaşadığım bir tip kendinle yüzleşme miydi? Ya da yüzsüzleşme ? Ne kadarı bana iz düşüyordu bu adamın ya da düşen yağmur damlalarının izlerini süren bir tür gök ve hava olaylarına bakan başka boyut yaratığı mıydı? Neyse, bunların hiç gerçekçi bir yanı yoktu. Burada hikaye anlatmıyordum.Ya da oturup kendi hayatıma, kendimi de karşıma alarak sabahın köründe bir hesap kitap işine girmiş değildim. Balkonda oturuyordum. Hava soğuktu. Uzun süre başka yağmur damlası tutmayınca bir süre sonra parmaklıklar genişledi, adam iyice görünmez oldu. Hava biraz açtı, yağmur kesti. Az önceki soru bulutu yere yakın koyu renk bir buluta bindi ve gitti. Bazı sabahlar uyku tutmuyordu. Hava ise bu mevsimde genelde soğuk oluyordu. İçeri girdim. Bir çay suyu koydum.

11 Ekim 2015 Pazar

10 Ekim 2015

Her şey farklı olabilirdi sevgilim. 

Üniversitenin ikinci senesindeki yemekhane zammı için yapılan yürüyüşte elindeki döviz yüzünden beni görmen imkansızdı. Biz, bilgisayar laboratuarının ikinci kattaki camından dışarıya bakıyorduk. Ben seni hem de hiç bir engel olmadan, biraz korkaklığımdan utanarak ilk kez o gün görmüştüm. Boynunun damarları şişmiş, vücudun gergin, sesin gürdü. Yanındaki çocukla konuşuyordun arada. Beni olduğum yerde çakılı bırakan sesin miydi yoksa saçların mı bilmiyorum. Sadece yemekhane girişinde polislerle karşılaştığınızda çok korktuğumu hatırlıyorum. Ailemin onca yıllık telkinlerine rağmen, aktivist bir kıza aşık oluyordum o gün, lavoratuardan koşarak binanın önüne indiğimde hayatın boyunca yiyeceğin bütün yemekleri ben pişirmek istiyordum. Yürüyüş bitmiş, zam pekala yapılmış ve polis biraz tartaklamıştı öğrencileri. O laboratuarın camında üç ay beklemiştim. Sabahları itişe kakışa kampüse varıyor ve dersten önce binanın önünde bekliyordum. Sonra akşama kadar laboratuarın camında. Benim sana aşık olma ihtimalim seni herhangi bir şekilde tanıma ihtimalimin önünde secde ediyor, bildiği tüm duaları okuyordu. 

Sonra sanırım ikinci dönemin başında, sırf bir ihtimal diye seçtiğim siyaset tarihi dersinin amfisinde görmüştüm seni. Arkalarda oturuyordun. Yanında aynı çocuk. Siyah kot pantolonun, mavi çizgili gri kazağın, kazağının boynunu öptüğü yere düşmüş saçların, aynı gür sesin, kahkahaların. Küçük bir mucize olmuştu ve sana güvenli bir mesafede nefes alabilmiştim. Haftada 4 saat olan bu derse haftada bir saatten fazla uğramıyor olman insafsızca, o dersin olduğu günler bir düğüne gider gibi hazırlanıyor olmam ise trajikti. Her derste olduğu gibi, zorla kandırdığım Ali'yle birlikte en önde, hayatımız buna bağlıymış gibi not tutuyorduk. Bir ihtimal diye gidip geliyordum her derse, bir ihtimal bu sefer yakınımdan geçersin ve kokunu alırım. Her dersin arasında Ali'nin ısrarlarına rağmen amfiden çıkmıyor ve böylece özgürce sana yakın olmanın tadını çıkarıyordum. Çoğunlukla kahkaha atıyor arada sırada ise felaket olmuş gibi bir surat ifadesiyle bir şeyler fısıldaşıyordunuz o çocukla. Kimdi o çocuk? Neden hep yanındaydı? Neden ona gülüyordun? 

Bir gün fısıldaşmalarınızı duydum, taksimde sosyalist bir dergi satmaktan bahsediyordunuz. Çocuk çoğunlukla susuyordu. Önüne bakıyordu. Engin diyordun, senin ısrarınla girmişti grubunuza, onu nasıl böyle bir şeye sokarsın diyordun, henüz hazır değilken. Önüne bakıyordu çocuk. Polis tartaklamış Engin'i, hem de bütün dergileri almış elinden, allah bilir isimlerimizi de almıştır. Nezarete atmışlar Engin'i, sabaha kadar da korkutmuşlar. Kalkıp gitmiştin sonra da, tam yanımda geçerek. Tam düşündüğüm gibi dediğimi hatırlıyorum, parfüm kullanmıyor. Kokun bir süre asılı kalmıştı havada sen geçtikten sonra, toplayabildiğim tüm cesaretim ise oturduğum yerden derin bir nefes daha çekmeye yetmişti. Ne seni ne de o çocuğu bir daha derste görmemiştim.

Sonra bir gün ders çıkışında o çocuğun Ali'yle konuştuğunu görmüştüm. Sonradan sorduğumda "Ders notlarını istiyor" demişti Ali. O gün öğle yemeğinde yemekhanenin yanındaki fotokopicinin önünde tanışmıştım o çocukla. Barış. İki kopya çektirmişti fotokopiyi. Kirli sakallı, düzgün türkçesi olan, görünüşüne ya da bizim önyargılarımıza oranla fazlaca kibar, mütebessim. Teşekkür etmişti bize. Fotokopicinin kapısında belirivermiştin sen de o anda. Uzaktan bir tebessüm etmiştin bana bakarak. Tuttuğum bütün notlara değmişti. Ettiğim tüm dualara. Tuttuğum tüm laboratuar camı nöbetlerine. Karşılaştığım bütün bulvar gençlerine sorduğum dergi kopyalarına. "O anın bir fotoğrafını çektim sevgilim" demiştim sonra sana bir gün sahilde otururken. Sana yemin edebilirim o anın bir kokusu vardı. O an içime düştüğün yerin çok derin, çok sıcak, çok savunmasız olduğunu anlamıştım.

Final sınavından önce kütüphanede gelip yanıma oturduğunda tanışmıştık sana göre ilk defa. Notları Barış'ın aldığı günden hatırlamıştın beni. Davetsiz gelip oturmuştun karşıma. Ali kantindeydi o sırada, bir tanrı varsa onun beni duyduğunu hissetmiştim o an. Notlara bakarak sorular sormuştun. Cevabını yarım yamalak duyduğunda kafanı arkaya atarak, sanki bir kaydet tuşuna basılmış gibi duyduklarını kafana yazmıştın. "Merhaba bu arada, ben İlker" demiştim uzun süren bir kayıt anında. "Selam yaa, ben de Çiğdem, normalde bu kadar sevimsiz olmam kusura bakma sınavı bir hayli salladım, gerginliğim ondan" demiştin sen de. "Bu sınavın seni gereceğini sanmıyorum zira gözümde sen hiç birşeyden korkmuyorsun ve yeterince kokmuyorsun" diye kekelemiştim. O içimin eridiği kahkahalarından birini atıp "Sıklıkla korkuyorum ve arada çok kötü kokabiliyorum" demiştin. 

Neyimin ilginç geldiğini bilmiyorum ama o konuşmadan sonra hep konuştuk. Okulda olduğun ve eylemde olmadığın anlarda, hayata dair, yaşamak istediğin ortama dair hayallerini anlattığın, benim korku ve öğretilerimle uğraştığımız, kimseyi değiştirmeye çalışmadan ama tutkuyla birbirimize anlatarak. Sen benim naif tarafımı sevmiştin, korkak ama sevmeyi korkusuzca becerebilen tarafımı. Korkulu rüyalar gördüğüm, okulda göremediğim her an da endişelendiğim, okuduğum her eylem haberinde yüreğimi ağzıma getiren anlardan sonra her karşılaşmamız bir öncekinden daha derindeydi. 

Seneler geçmişti sevgilim. Barış, Engin, Ali hayatlarımızda kendimizi tanımladığımız insanlar olarak hep kalmışlardı. Kurmakla çok meşgul olduğumuz ideal hayatımız için geçen zaman ve fedakarlıklarımız, hala birbirimize engel olmadan ama hep birbirimizin içinde, bir adım arkasında, çoğalarak, yorulmadan bizimle yolculuk ediyordu. Eskisi kadar aktivist olmana izin vermeyen bir hayatla, olduğumu inkar eder hale geldiğim naifliğim birbirimize kaldığımız anlarda bizi buluyor, bizi birbirimize hediye ediyor ve bize hatırlatıyordu.

Barış seni en başından beri çok seviyordu. Bunu kendince uygun bir dille anlatmıştı. Anlaşılamadığını düşünmüş olacak ki, denemeye devam etti. Hiç bir zaman gerçek anlamda kabul edemedi senin hayatındaki beni ve hep bir hata ya da senin zayıflıklarına bir zemin arayışın olarak gördü beni.

Tarih 10 Ekimdi. Yıl 2015.
Sabahın köründe yola düşüp varmıştık Ankaraya. Seneler sonra, yol arkadaşlarımız olarak gördüğümüz insanlarla yeniden, 10 sene önceki hislerle yanyana olacaktık. Yaşadığımız hayat ve şartlar hepimizi, Ali'yi bile İzmir den yola çıkarak, ailesine haber vermeden bu mitinge getirmişti. Kayıtlı tarihinde bir eyleme katılmak olmayan Ali ve ben bir ömür biriktirdiğimiz cesaretle, sırt çantalarımızda sular, bisküviler ve bu anları kayda alıp ömür boyu bakacağımız kameralarımızla toplanma alanı girişinde halay çeken bir gruba katılmıştık. Sen her zamanki gibi elinde bir döviz, Barış'a bakınıyor ve göz ucuyla polisi gözetliyordun. Ne de olsa senin misafirlerindik. Sonra biri sırtından küçük sayılmayacak bir darbeyle vurarak yanına geldi. Ali'yle olduğumuz yerden fırladık. Barış'tı. Seneler sonra seni metrelerce uzaktan görmüş ve eskilerden kalan bir refleksle korkutmaya çalışmıştı. "Hoooop beyler, ne oluyor, barış mitinginde barışı mı döveceksiniz" diye bize takılmıştı. Sarılmıştık Barış'la. İlk defa. Sonra telefonun çalmıştı, arayan Engin'di. Toplanma alanına güney taraftan geliyordu, "Hadi bakalım eski kurtlar, sizin konuşacaklarınız birikmiştir" diyerek Ali'yle güney girişine yürümüştük. Endişelenmedim dersem yalan söylerim. Barış hala aynı bakıyordu yüzüne. Ali kolumdan çekip sürükledi. Alanın dışına doğru yürürken bir kez daha dönüp baktım size, vücut dilinize. İşte o anda kıyamet koptu. Hiç haberimiz olmayan bir göktaşı ya da birkaç tanesi, gelip toplanma alanının ortasına düştü. Alevler, insan parçaları, sıcak kan, duman, dualar, küfürler her şey gökyüzüne fışkırdı. Düştüğüm yerde donup kalmıştım. Hiç birşey duymuyordum. O an, zaman durmuş, her şey ağır çekim hareket etmeye başlamış, o güne kadar aklımın alabildiği her bilgi, duygularım, duyularım yok olmuştu. Doğrulmaya çalışıp düşmüştüm, o yaza veda için müthiş dediğimiz gün giydiğim kumaş ayakkabılarım buz gibi bir zeminde hareket etmeye başlamıştı. Gözümün önündeki alanda insanlar bağırıyor, insanlar kanıyor, insanlar paramparça oluyordu. Hayalleri, gelecekleri, sevdikleri vücutlarından kopan parçalar gibiydi. Hiç bir koku alamıyordum. Oysa beni kan tutardı. Her yer kandı. Dengede durmaya çalışarak, feryatların arasından alanın ortasına yürüdüm. Az önce halay çeken grubun hemen yanında kan rengine dönmüş  yeşil montunu gördüm Barış'ın. Yere yığılmış, canı çekilmiş, hareketsiz yatıyordu. Montunun altından şekilsiz bir ayak görünüyordu. Yanına vardığımda birinin üzerinde yattığını gördüm. Belki Çiğdem "Dur, bir de ben şu tabansızları korkutayım" diye hemen arkamızdan ayrılmıştı yanından Barış'ın. O ayak onun değildi. O gördüğüm tam olarak bir ayak da değildi. Barışın montuna tutunarak diz çöktüm. Onun ölmüş ama Çiğdem'in yaşıyor olabileceğini düşündüğümden utandım. Cansız bedeni kaydı elimden Barış'ın ve altında sen sevgilim. Fotokopicinin kapısındaki gülümsemene benzer bir ifadeyle, bacağın bileğinden kopmuş, diyaframını parçalayan şarapnel göğsünün hemen altından, o 10 yıllık hırkanı yırtarak girmiş şekilde yatıyordun. Eğer bir tanrı varsa o gün o da ölmüştü. 

20 Eylül 2015 Pazar

Salih Abi

Sayılı binaların arasında seyrek otlukları çim saha kabul edip, her akşamüstü bir ritüel gibi aynı kadroyla yapılan maçlardan, adamdan sayılıp önümüze bir duble rakının konmaya başladığı zamanlara kadar yaşadığım coğrafyanın, Bağcıların, güneydoğudan göç almış, zaten bir süre önce devletin balkan göçmenlerini yerleştirdiği, dünyanın en güzel, en ilkel mozaiğinin değişmez parçasıydı Salih abi. Aslen yunan olan ama askerliğini türkiyede, kaderin cilvesi bu ya; yunan sınırında yapmış, hangi an kendi toprağında hangi an yabancı topraklarda bilememiş, "iş tutacak adam yoktu oğlum, o yüzden biraz aşçı biraz levazım biraz da berberdim" diye kafasının ayık olduğu zamanlarda anlatan bir adam. Az berber görmüş bir ilçede mahallenin berberi olarak hiç bir zaman bilmem kim ünlünün saç modelini kesmeyi becerememiş, tüm mahalleyi ilkokul traşıyla tektipleştiren Salih Abi. Bizim Salih Abiyi yıllar yılı bir bilge, bir öğretmen gibi aldığımız ilişkimizin başlangıç sebebi, eşinin oğlunu da alıp ailesinin yanına dönmesiyle başlıyor. Kafası iyiyken anlatırdı, terk edip yunanistanı geliyor genç yaşta, sevdiği kızı vermiyor kızın ailesi türk olmadığı için. Hikaye trajik fakat evlenecek yaşta değil o zaman Salih abi, olsa olsa dayısı tarafından kerhaneye götürülecek yaşta. Böyle bir dayı yoksunluğundan mı istiyor o kadar erken evlenmeyi yoksa bu kimsenin detaylarını bilmediği bir ferhat şirin öyküsü mü orasını bilemiyoruz. Vergi denetmeni Nejat amcanın oğlu Ünal deşerdi hep bu konuyu, "az yukarı irtica etsen medeniyet be babam, ne bok yemeye bu tarafa geldin" , " türk e geldim oğlum, bana kız vermeyenin memleketine geldim, bana verimeyen bütün kızları almaya geldim" derdi sinirlenip. O yüzden çok zorlanmış askerde, " bir adım atarsın hop yunanistan, istesem 2 saate kapısına dayanırdım aylanın" diye iç çekerdi. Tabii bu içi yalnız çekmezdi, büyük bir yudum sek rakı da çekerdi bardaktan aynı zamanda. Ülkenin alkolle tecrübesi olmadığından, mahallenin en iyi sofra adamıydı Salih Abi, ya da diyebiliriz ki bu coğrafyanın sahip olduğu ilk akşamcılardandı. Ne ucu yanık sevdasını, ne inadını ne de içmeyi bırakmayı beceremediği için alıp oğlunu gitmişti baba evine karısı. Hiç bir yere ait olmamış insanı üzmek zor, peşlerine bile düşmemişti."Ben daha önce istedim, vermiyorlar oğlum" der, fondiplerdi rakıyı, "Hayriye bana kaçtı da geldi zaten, isteseydim onu da vermezlerdi! " Ne Alinin odasını bozdu Salih Abi ne de fotoğrafını kaldırdı karısı ve Alinin dükkanının büyük aynasından. "Babasız büyümek zordur, o tabansız dedelik de edemez ki ona, babalık şöyle dursun" diye hayıflanırdı. Onun Ali yi kaybetmesi hepimizin bir abisi olmasına denk geldi o dönem mahallede, Salih Abi nin korumasında çocuklar olarak korkmadan bakkaldan çaldığımız cam şişe bozalar, legal yaşımız gelmeden içtiğimiz ilk biralar, pazarcı tezgahlarının aralarında abilerinden korkmadan öpüştüğümüz kızların sebebi, müteahiti, mimarı ve yapı denetçisi oydu. Bilgelik sıfatını ise aklımızın yetmeye başladığı zamanlarda almıştı. Tüme varan Salih Abi. Artık biraz azalmış, acı olduğunu sonradan fark ettiğimiz arkadaş kayıplarını verdiğimiz lise yıllarında, kaçak göçek biraları istifleyip içmeye oturduğumuz Naylon teyzenin bahçesinde edilen sohbetlerde akıl hocamızdı Salih Abi. Hep geç gelip, bizi uslu çocuk olmaya yolladıktan sonra da mahallenin tek alkol servis eden meyhanesine gider, Faruk abi kovana kadar da içerdi. Kötü not alıp ailesinden saklayan da, yukarı mahallenin en baba serserisi Aykut'un kız kardeşine aşık olan da, babası annesini her gün döven de Salih Abiye anlatırdı derdini. Bir nevi kara delikti. Karası delineli yıllar oluyordu fakat o sanki Aylanın evinden eli boş döndüğü gün yolda bulduğu ilk çöp tenekesine bırakmış gibi mutsuzluğu/umutsuzluğu nasihat ederdi. Hep beklemiş hiç kavuşamamış bir insandan bu kadar teselli edici şeyler duymak neremize iyi gelirdi bilmiyorum ama işe yaradığı aşikardı. "Aykut ayısı olmasa bi dakka beklemicem Salih Abi" diyene "Sevmek en çok özlemektir oğlum" derdi. Bunu öyle bir ses tonu ve öyle içten söylerdi ki bu özlemi kafası tüterek anlatan için bir nefes boşluğu, yağmurlu havaya şemsiyeyle çıkmak gibi bilinçli, akılcı ve doğru hissettirirdi. Bir keresinde Ünal'a "Üzülme, hiç bir işkence sonsuza kadar sürmez, o işkencenin dönüştüğü eğlence de" demişti. Ne dediğini anlamamıştık. Ünal'ın babası annesini dövüyordu. Ünal biraz korktuğu fazlaca utandığı için kimseye anlatmıyordu bunu. Sadece bazı geceler, evdeki bir şişe votkayı kaçırıp beni de çağırıp Naylon teyzenin bahçesinde içtiğimiz geceler, ağlayarak, bütün bu olanların kendi suçu olduğunu düşünerek, babasından nefret ederek anlatırdı. Susardık sonra, votkalar bitip kabahatlerimiz geceye karışına kadar. 


Aradan geçen yıllar herkese eşit davranmamıştı. Lise son sınıftayken taşınmıştık mahalleden. Sistem ailemin yaptıklarını akılcı bulmuş ve daha çok kazandırmıştı onlara, biz de hemen hayatımızı değiştirmiştik. Önce daha iyi bir muhit sonra lüks sayılacak bir ev, en sonra benim mezuniyetim ve plaza çalışanı olmam. Çocuklarla çok az haberleşebiliyorduk. Herkes aynı mahalleden, aynı kalenin doksanına gol atmaktan başlayarak başka başka hayatlara yol almıştı. Yol almak, yapısı gereği ilerlemek gibi algılanıyor. İlerleyen tek şey zamandır, onu da insan uyduralı çok olmadı. Farklı tercihlerimizin sonuçlarında, yabancı kaldığımız, ait hissedemediğimiz hayatlarımızdaydık. İçinde büyüdüğümüz sokaklara, muhitlere girmemeye özen gösterir olmuştuk. Bunu tehlikeli bulmuştuk bir süre sonra nedendir bilinmez. Sonra bir gün Ünal aradı. "Kostas ölmüş kiki, yarın cenazesi kalkıyormuş Bağcılar merkez camiinden, kime ulaşabiliyorsan haber ver, yarın ikindide mahalledeyiz, yeri değil ama seni de özledim" dedi. Kiki? Çocukken kibrik çöpleriyle çağırdığımız ve sorularımıza yanıt veren ruh, kara kuru ve parmaklarım uzun ve ince olduğundan bu korkutmacalı seansların değişmezi olmuştum. Kiki de benim lakabım. Saçma ama kelimeyi duyar duymaz iyi hissetmiştim kendimi, mutlu, tanıdık. "Tamam Ünal, ben Rıfata haber veririm, yarın ikindide oradayım" diyebilmiştim. Salih Abi ölmüştü. Nasıl olduğunu bile soramamıştım. Aylan ne yapıyordur acaba? Ya da görebilmiş midir acaba oğlunu bir daha Salih Abi? Faruk Abinin meyhanesinde oturduğu masa duruyor mudur hala? Bir vazo çiçek götürüp masanın da 50 yıllık hesabını ödeyip kapatmalıydım o masayı. Kafam allak bullaktı. 

Ertesi gün Bağcılar çarşı caddesinde herkes ayaktaydı. Herkes dışarıda. Liseden önce ayrılanlar dahil herkes, gelmişti. Naylon teyze 7 sene önce ölmüş, bahçesiyle birlikte evini satmış torunlar, kocaman bir bina vardı o bahçenin yerinde. Pazar aşağı mahalleden geçen yeni kurulmuş büyük bulvara taşınmış. Top oynadığımız arazinin birazı park birazı lüks bir siteye dönüşmüş. Hafriyatla çıkarılan toprağı nereye attılar acaba? Kapısının önünden bozaları çaldığımız bakkal Aytuncuk, taşınmış buralardan. Meyhanenin kapısında görünce sarıldı bize. "Çocuklar" dedi. "Ne çok özlemişim sizi" "Nasıl güzel adamlar olmuşsunuz" "Bozalar yaradı Aytunç amca" dedim. "O bozaları Perihan yengeniz yapıyordu çocuklar, kapaklarını saklayıp yerine koyuyordum, nasılsa çalarsınız diye. Firmadan gelenleri de içeri alıyordum öğlenden" dedi. Güldük. Ağız dolusu hem de. Senelerdik gülmediğimiz kadar güldük. Sarıldık. Faruk abi geldi sesimize, zorla tebessüm ediyordu. En büyük müşterisi, belki abisi ve mesai arkadaşını kaybetmişti. Her zamanki gibi, çakı gibi görünüyordu. "Naber çocuklar?" dedi. "İyiyiz Faruk abi, şimdi, şu an da çok iyiyiz" " Nasıl oldu Faruk abi" dedik. "Anlamadık biz de" dedi. "Salı gecesi yolluğunu içip gitti, her zamanki gibi, iki akşam üstüste gelmeyince sorun olduğunu düşündük, çilingir Ali kapısını açtı da evde bulduk, yatağında, uykusunda ölmüş" dedi. 

Caminin avlusu kalabalıktı. Kalabalık tanıdık. En ön sıradaydık. Ünal, kibar Metin, Bilal ağa, feyzo, şeytan, piç Rıfat, zubizaretta Akın, perdeci Hüseyin, Faruk abi, çilingir Ali ve ben, kiki. Yukarıdan bakıp gülümsemiştir rüya takımı bir arada görünce. 

Ah be Kostas, ince ruhlu, kaba yapılı, kendi tohumunu gurbete dikmiş bilge, öldün işte. Çocukluğumdan büyük bir parçayı alıp toprağa gömüyorum seninle, sen ise öldükten sonra da aynı tevazu ve incelikte yaptın hayatımıza son dokunuşu. "Hırslar zorlar insanı çocuklar, içinizde savaşarak alıyorsanız bir kararı bir daha düşünün. Öğrenecekseniz kabul etmeyi öğrenin, ha! bir de sahip çıkın birbirinize, unutmayın çocukluğuna sahip çıkmayan kendini bulamaz" demiştin.


Unutmuştuk.

18 Eylül 2015 Cuma

Biraz Kendin

Sonra usulca altından çekerek sandalyeyi doğruldu. Doğruydu her zamanki gibi. Boyu uzunca, ince yapılı, narin ve naifti. Annesinin gençliğine fark atarak, konuştuğunda tüm kabulleri yıkarak, hala isyankar ve zarifliğinden hiçbir şey kaybetmeden bana doğru eğildi. Hala çok konuşuyorduk. Herşey buna bağlıymış gibi, bir an için de olsa aklından ne geçtiğini, aklından geçenin ona ne dediğini sonra da nasıl hissetmesini sağladığını bilmemin hayati olduğunu düşünerek. Birbirimizi anlamamız hiç zor olmamıştı, bu hayatta kuvvetli olduğumuz konulardandı. Birbirimizin hayatlarını yaşıyorduk kendimizinkinin yanında, olanca çıplak, çirkin, küstah ve aynı zamanda hassas, kırılgan. Neyin aramızdaki görünmeyen misinaya bir makasla hem de çok acemice bir kesik atıp gittiğini anlamıyorduk. Neyin ipi gerdiğini, kimin birbirimizin görüş alanına girdiğini görmek istemiyorduk. Aynı manzaraya aynı dünyalardan bakıp aynı yemekleri seçmiyorduk bir süredir. Bu ise bir problem olmaktan çok uzaktı. Diğerimizin seçtiği yemeğe iştahla çöreklenmiyorduk. Bu başlı başına bir problemdi. Alıştığımızın seçimlerimiz mi yoksa tenimiz mi olduğunu, ait olduğumuz alanı dolduran kokularımızın mı eksildiğini yoksa artık büsbütün kötü mü koktuğumuzu? Savaş alanı temize çekildiğinde ve eve döndüğünde tüm mücahitler, alınan verilen canlar için geçerli ve yeterli sebepler bulunduğunda adı barış olan süreç kendiliğinden konuşulur hale geliyor. Korkunç savaşlar gibi korkunç barışlar hiç engel olmuyor duyguları gazi savaşçılara. Adı barış oluyor yaşananın, savaştan konuşmak cıs, yaralanmış olmak en hafif tabiriyle demode oluyor. Bundan susuyor belki de tüm savaş müşahitleri. Aramızdaki savaş değildi. Böyle algılamak yanlış olurdu, olsa olsa artık bir arada yaşamayı alışkanlık haline getirmiş ama coşkusunu geri isteyen insanlar gibiydik. Rutinin konforuna alışkın laboratuar fareleriydik, tüm labirentlerin sonu kesin bilgiyle konfordu. Aradığımızı sandığımız. Tanıdık bir sonuç demek istediğim konfor derken. Sol omzuma dokunarak uzaklaştı. Saniyeler sürdü dokunuşu. Karanlıkta aradığı duyguyu bulmak için çabalayan bir dokunuş. Uzak değil, içtenliği sorgusuz fakat biraz kaybolmuş, biraz çaresiz. Sol omzumun üstünden gülümsedim. Ayakları yere sabitlenmiş gibi, vücudunun ahengini kaybetmiş gibi, kadınsılığını yitirmiş gibi, ardından bakmadığımdan emin gibi yürüdü. Bütün bunları hissetmiyor olamazdı. Çok tutkulu ve dirayetli bir kadındı ama tanımları gereği yapabileceği ve yapamayacağı şeyler vardı. 

Kalktım. Aksi yöne yürüdüm. Bir adım sonrası, bilmediğim yabancı yerlere bir adım uzakta gibi. Tuhaf, insan tutkusundan çok bilinmezliğin esiri, ya da en büyük tutkusu bilinmezlik. Bilinir olsun diye tüketmiştik hayatı, içinde birlikte olmadığımız mekanlar yabancı, duygular tehlikeli ve kelimeler uzaktı. Bu onu son görüşüm olur mu sorusu ikimizi de benzer şekilde heyecanlandırır mı diye düşündüm. Yabancı adımlarım güçlendi, kendimi gittikçe uzak, ufak, ufaldıkça kaygısız hissettim. 

Tuvaletten döndüğünde yaşadığı tecrübeyi bilmiyorum. Ellerini iki yanına kocaman açıp sarılmış mıdır kendisine ya da avuç içlerini bir araya getirip kendi elini tutarak hesabı ödeyip neyi beceremiyorduk en son diye düşünmüş müdür? Ama telefonum çalmadı 10 dakika sonra ya da 10 gün ya da 10 ay. O birlikte kurduğumuz en tanıdık, en güvenli sığınaklardan çıktığında, yüzüne çarpan ilk şeyin bilinmezlik olması tazelemiş midir onu bilmiyorum.

Çok az şey biliyorum. Çok fazla şey yaşayarak biliyorum. Çok sevdiğini geride bırakmayı biliyorum. Daha çok sevdiğin için. Kendin için.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Kanepe

Yok. Olmuyor. Hangi ucundan içeriye doğru küçük bir kulakçık katlasam benzemiyor balığa. Aslında iki üç hamle önce içe değil de dışa doğru katlamalıydım belki de. Origamiyle aram hiç olmadı ki, ev ödevi diye youtube vidyoları baka baka oğlum için bir kere yapmışlığım var bu balığı. İbrahim koymuştuk adını istavrit değil. Daha çok İbrahime benzediği için. Arkaplan da duyduğum boğuk seslere kulak kesiliyorum. Hala anlamsızlar. Bana mı gülüyorlardır acaba? En iyisi beyin gücümle hareket ettirme işine döneyim önümdeki bardağı. Bunu yeterince konsantre olursam yapabileceğime inanmışımdır hep. Hep bir gün, gün gözüyle görmeye alışık olmadığım şeylerin olabileceğini düşünmüşümdür. Mucizelerin, aydınlanmaların, ilk görüşte aşkların. Tek parça gibi hissetmenin tam zamanı, hatta biraz geçti bile. Ayaklarıma odaklanıyorum. Ayaklarının varlığını hissedebilmek zor,çhala biraz uzaktalar. Allahtan üstlerinde biri oturuyor, pek durağan da değil. Uyaran olmadan uzuvlarını hissetmek ne zor. Yoruluyorum. Kafamı kaldırdığımda (kaldırdığımı sandığımda) boğuk sesler çıkaran insanların net görüntülere sahip olduklarını görüyorum. "Ooooo Fatih Bey, aramıza döndünüz" gibi sesleniyor birisi, sonra hepsi deli gibi gülmeye devam ediyor. Tam olarak söylenen bir şeye gülüp gülmediklerini anlamıyorum. Zaten seslerinden güldüklerini de çıkaramıyorum. Yüzlerinden ancak. Görece büyükçe, yüksek tavanlı bir dört duvar arasındayız. Duvarlar rengarenk, yerler az önce bitmesi gereken partinin kalıntılarını süpürüyor. Bazı koltuklar yerden biraz yüksek, aydınlatmalar yanıp sönüyor. Ayağa kalkmaya çalışan biri sendeleyip yere kapaklanıyor, konfetilerin tam ortasına. Gülmeler devam ediyor. Dayanamayıp oturduğu yerden o kızın yanına düşüyor bir çocuk. Öpüşmeye başlıyorlar. Kanepenin kendime en yakın olan yastığını başımın altına alıyorum. Bunu düşünce gücüyle mi yapıyorum bilmiyorum. Yastık gülmeye devam ediyor. Başımı iyice bastırıp boğmaya çalışıyorum yastığı, dikkatlice etrafıma bakıyorum bunu yaparken. Bir yolunu bulup üste çıkıyor yastık, olanca gücüyle bastırıyor suratıma. Düşünce gücü işe yaramıyor. Sadistçe kahkahalar atarak öldürmeye çalışıyor yastık beni. Hızlıca doğrulmaya çalışıyorum. Ayaklarımın üzerinde tünemiş olan kız izin vermiyor. Kahkahalar artıyor. Uzanıp ellerimi iki yana açarak tutuyor kanepenin iki yastık arası. Böyle de ölmek mi olur diye düşünüyorum. Yastık bir an için süratle kalkıyor yüzümün üstünden, kayboluyor. Bir yüz görüyorum. İlk kez görüyorum bu yüzü. Işıkta pembe, karanlıkta daha çok kızıla çalıyor saçlarının rengi, geniş bir alnı ve tam olarak 38 dişi var. Kocaman dolunay gözleri var. Dolunay kadar puslu, kırmızı. "Fatih sen iyice oldun, kalk bir yüzünü yıka" gibi bir ses çıkıyor ağzından, çok derinden duyabiliyorum. Koltukla vücudum arasında bir yere tünüyor sonra yine. Vücudunun sıcağı çarpıyor bedenime. Gözleri kırmızı mıydı o kızın? Ben tam olarak neredeyim ve bu kanepenin ne alıp veremediği var benimle. Uzaktaki kolçağın üstünde az önceki yastık, gülmeye devam ediyor. "İnsan ne dilediğine dikkat etmeli" diyor. Bunu çok net duyuyorum. Kıpırdayamıyorum, doğrulamıyorum. Tam olarak ve sadece düşünce gücüyüm şu anda, bir bütün olarak. Ya da bir düşünce, sadece bir fikir, birinin rüyasında gördüğü bir gölgeyim. Bir tiyatro sahnesinin dekoru, az sonra kafasını iki yana sallayıp gözünü bilgisayara dikecek birinin gün ortası düşünün karanlık tarafı ya da koltuk örtüsüyüm. Kız sırtını geriye doğru yaslıyor, sırtı göğsüme bastırmaya başlıyor. Sıcağı bana karışıyor. Gülmeye devam ediyor. Yaslandıkça eziliyorum, yok oluyorum. Zaten yokum ya da yokluğum varlığımdan çok. Duvarlardaki renkler kayboluyor önce, her yerde konfetiler uçuşuyor, az önce öpüşen çift sevişmeye başlamış, kanepenin öbür ucundaki yastık yan gözle bakmaya devam ediyor. Burada olduğumu unuttu kız, iyice yaslanıyor. Bekliyorum. Ölüyorum.


Uyanıyorum. Küçücük bir evin daha da küçücük salonunda, bir kanepenin kısa ucunda yanımda bir kızla uyanıyorum. Dikkatlice kalkıyorum. Bu evi ilk defa görüyorum. Karanlığın içinde el yordamıyla buluyorum tuvaleti. Biraz klozete oturuyorum. Gözlerim ışığa alışmaya çalışıyor. Oturduğum yerde çömelip kusmaya başlıyorum. Çok uzun zaman oldu bunu yapmayalı. Öğürme refleksi neyse ki unutulan bir şey değil. Ters yüz oluyorum. Doğrulup lavaboya uzanıyorum. Uzunca yüzümü yıkıyorum. Aynada bana bakan adam tuhaf görünüyor. Hala oldukça kafası güzel,  gözleri kocaman, dolunay kadar puslu, kıpkırmızı gözünün akı. Kendime kızmayı erteliyorum. Salona dönüyorum, holde ayakkabılarımı görüyorum. Salonun orta sehpasında cüzdanımı ve telefonumu. Bayağı gelip insancıl hareketlerle yerleşmişim buraya. Kanepenin kısa tarafında uyandığım kız bilinçsiz bir refleksle kanepeye yerleşmiş. Sırtı dönük. Göremiyorum. Görmek de istemiyorum. Açık mutfağın tezgahının yanındaki masada bir parça kağıt ve kalem buluyorum. "Teşekkürler arkadaşlar ev sahipliği için" yazıyorum. Aklıma gelen en mantıklı mesaj bu oluyor, belli ki tanışıyoruz. Yine el yordamıyla bana ait eşyaları toparlayıp çıkıyorum evden. Biraz sağa biraz sola yürüyüp en sonunda bir taksiye binerek nerede olduğumu öğreniyorum. Arabamı almak için otoparka dönüyorum, oradan evime. Bütün gün boyunca bir dakika uyuyamıyorum.

Dün gece yine dışarıdaydım. Ait olduğumu sandığım yerde. Eğlenme işini becermekte marifet yoktu. Aradan kaç duble, kaç shot geçti hatırlamıyorum, merdiven dibindeki kızlarla tanıştık. Saçları ışıkta pembe, karanlıkta kızıl gibi olan kız çok eğleniyordu. Arkadaşı ise daha çok sıkılmış gibiydi. "Bekleme bu gece gelmeyecek" dedim. "Kimseyi beklemiyorum ki" dedi. "Kimseyi beklememek en kötüsü" dedim."Teşekkürler" diye geveledi. Anlamamıştı, anlaşılmamak kötü duyguydu. Oysa ki herkes hiç konuşmadan anlaşılmayı bekliyordu. Pembe saçlı kız girdi araya "Üstüne gitme onun, o alkolle kafayı bulmayı sevmiyor" dedi. "Alkolle kafayı bulmuyoruz ki" dedim, "Hiç susmayan şeyleri susturuyoruz sadece". "Seninkiler pek susmamış belli ki" dedi. "Susmazlar onlar" dedim, "Ait olma duygumu öldürdüler benim, onlar bana ait olduklarını ispatlamak isteyen gölgeler". Güldü. Cevap vermedi. Sonra biraz dans ettik. "Siz burada mı devam edeceksiniz" dedi pembe saçlı olan kız. Ozan kimseyi beklemeyen kızla öpüşmeye başlamıştı. "Gölgelerimle gerçekliklerimin savaşını duyamayacağım zamana kadar evet" dedim. "Çok mu kanlı oluyor peki mücadele" dedi. "Aslında konu çok basit" dedim. "Ne sevebilme ne ayrılabilme, bu aralar bir kanepe yüzünden birbirlerine girdiler, biliyorum ki sonunda gidip o kanepeyi eşşek gibi alacaklar". "Tam bahsettiğin gibi bir kanepem var salonumda" dedi "Ev arkadaşımla hiç anlaşamayarak aldık". Güldüm. Gerçekten güldüm, kocaman. Sonra kulüpten çıktık, hem de yürüyerek.

14 Eylül 2015 Pazartesi

İnsan çok acımasız bir hayvan

Sabahın altısı, biraz önce beşiydi. Bir kaç dakika önce. Tavanla aramızdaki iletişim her zamanki gibi, hiç ilerleme yok. Mektup yazmam gerekiyor, bunu biliyorum. Mektup yazmak için kabul görmüş saatler yok aklımda, neden şimdi yazmıyorum? Mektup yazmanın böyle güzellikleri var, saatsiz, gönderme zorunluksuz. 

Sevgili mektup okuyucusu,

Mektup zamansız yazılsa da teslim edilmesi için mantıklı saatler planlanmış durumda. Sen bu mektubu aldığında mevsimlerden güz, zamanlardan akşamüstü, havalardan ince yağmurlu ve sen de pür telaşını masanın en üst çekmecesine kilitlemiş ol. Postacıdan al mektubu, önünü arkasını iyice çevir zarfın. Üstünde ismini görmediğinde çaktırma, sana olduğunu bil bu mektubun. Hep bu mektubu beklemiş gibi gülümse ağzının bir yanıyla. Kapıya kadar geçir postacıyı, küçük adımlarla ve sabırsızca dön masanın başına. Akşamüstü kahvesinin zamanı gelmiş olsun böylece, tüm zaman tutucuları sustur, o bu an için sakladığın şarkıyı başlat. Ne acayip yolculuğu oldu bu mektubun diye düşün.Geçtiği yıllar, yollar ve hasretler var biraz üstünde. Zarfı incitmeden ve mektupla birlikte yıllarca daha saklanacakmış gibi aç. Yırtma, bir makasla sağ köşesinden incecik kes. Kahve kokusu bir tur atıp da tekrar sana dönünce yavaş hareketlerle çıkar mektubu, dokun her köşesine, önce neresinden katlanacağının düşünüldüğünü hayal et. 


Selam,

Çok beklemiş, hiç söylenememiş kelimelerin, hiç beklememesi gereken süreler geçirdiği bir çöplükten yazıyorum. Saat yedi, biraz önce altıydı. Saatler, kokular, korkular, kötü duygular ve iyi olanları hepsi getirip yığıyor kelimeleri önüme. Bana kalsa uyuyacağım. Daha iyi şeyler olana kadar da uyanmayacağım. Alarmım hep sahil randevularına kurulu, sabahçı balıkçıların dönüşüne, köşedeki fırının ilk poğaçalarına. Her günün gecesi kelimelerle hesabımı görüp, mantıklı saatlerde yatıp artık devam edebildiğim sabahlara uyanmak istiyorum. Karşımdaki duvar, sesler, sessizlikler ve kalan her şey belediye çöpçüsü gibi gecenin köründe gelip bırakıyor ne varsa dünden kalan. Tek yönlü gönderilemiyor hiç bir duygu ve çöpçüler çok gürültü yapıyor. O yüzden sana yazıyorum mektup okuyucusu, hayal kırıklıklarını, gönül kırıklıklarını, edilememiş vedaları, okunan belaları biri bilsin istiyorum. Metropollerin tıkanmış yolları gibi, iyi olan her şey yolunu bulup evine varmış. Kiralanmış adreslerinde mukim herkes. Sokakların gerçek sahibi sahipsizler. Ve bu leş kargalarının bile gece oldu mu uğramadığı, martıların sabaha karşı çığlıklar atmadığı pis kokan, tuz kokan çöplükte geceleri çok mesai istiyor. 

Bırakmıştım bu işleri. Elimde olanla, elimde kalanla, ucundan tutup ileriye doğru atabildiklerimle devam ediyordum. Korkular gelir, korkular giderdi. İnsanlar gibi. En iyisi ne kadar incinebileceğini düşünmeden yaşamaktı. Alabildiğim en iyi kareyi alıp devam ediyordum seyahate. Rota aynıydı. Aynı güzeldi. Kendi dünyamda bir tur kaç seneye denk geliyordu? 

Korktum sonra. Eksildim. Korku gerçektir mektup okuyucusu. Kalıcıdır.

Gün ağarırken yol aldığım her kara parçasında aynı balıkçılar, tadı birbirinin aynı poğaçalar ve hep göz ucuyla da olsa gördüğüm çöplükler. Her güzel şey tadı keskin çöpler bırakıyordu.

Kalan sağlar sabahın ilk ışıklarıyla kıpırdanıyordu.
Bu kadar acıyla devam edebilmek biraz tuhaftı.
Biraz az gerçek.

Şimdi bu kelimeler biraz sende dursun mektup okuyucusu.
O zarfın içinde güvende olurlar.

Yarın sabah yatağında huzurla gerindiğinde, güneş bir yolunu bulup doldurduğunda odanı ve sevdiğin şarkı eşliğinde yaparken gününün planını bu çöplüğü hatırla. Geride bıraktığını düşündüğün ama aslında sadece gitmesini istediğin her şey, acıların, hayal kırıklıkların umutsuzlukların burada. Hiçbiri hayatına devam edemiyor. Sadece istemediğin için, içinde bir parça da senle birlikte can çekişiyor.

Canının ilk yandığı anı düşün.
Çok yandığı.
O an durmalıydı hayat, zaman her şey.

İnsan çok acımasız bir hayvan.


Sevgiler

20 Ağustos 2015 Perşembe

Bir emlak yatırımı olarak aile kabristanı

Vaktiyle çoluğa çocuğa rahatlık olur, daha sık gelir giderler ziyarete diye alınmış aile kabristanımızda annemin toprağını eşeliyordum. Mevsim çiçekleri solmuştu. Biraz temizlik biraz sohbet işte. Uğramayalı epey olmuştu. Adam akıllı bir sorunumu anlatıp yerine göre şefkat yerine göre okkalı bir cevap almayalı ise bir yıl. Zaman uçup gider derler, havada asılı kaldığına tanık olmuşluğum var. O akıl almaz hastalık gelip yakalayıverdiğinde bizi, hayat yarım, planlarsa henüz çeyrekti. Öyle sanıyorduk. İstediğiniz yerde değilseniz hayatta zaman kötü kalpli bir çocuk gibiydi. Ne oyuncağını veriyor ne de sizinkiyle oynamanıza izin veriyordu. Geçen sene Eylül sonuydu. Koşuşturmalı hayatlarımızda bazen sadece olması gerekiyor diye bir araya geliyorduk. Memleketten erişte ve tarhanalar gelmişti. Böyle küçük şeyleri hep atlıyoruz ama o sihirli kargo paketi her sene şaşmadan aynı zamanlamayla sonbahar elçisi olarak eve varıyor ve hepimize her şeyin yolunda olduğunu, dünyanın sağlıkla bir tur daha attığını anlatıyordu. O akşam yemekte köyden, o eski zamanlardan, annemin gençliğinden ve bizim çocukluğumuzdan konuşuluyor, hepimizin sonbahar çocuğu olmasının sebepleri muzurca irdelenip artık yaşımızı söylemek için hangi rakamları kullanacağımızla dalga geçiliyordu. Oğlum 7 yaşındaydı. Babaanne eriştesi yeyip yatsı namazı boyunca aynı şaşkın gözlerle onu izleyip taklit ediyordu. Her zaman açık olduğunu bildiğimiz bir kapıyı, bir kalbi öperek yanaklarından ayrılıyorduk.
Sonra bir gün, çok iş yaptığımızı sanıp birbirimizi unuttuğumuz günlerden birinde aldık haberi. Önce itiraz, kabul edemeyiş, inkar, sonra bildiğimiz bilmediğimiz tüm doktorlardan uzman görüşü, en sonunda sessizlik ve pişmanlıklar. Çok panik atak olmasına rağmen en sakinimiz oydu. Sanki senelerdir doktor doktor gezerek aradığı şeyi sonunda bulmuştu. Kötüleşmeden önceki 4 ay boyunca her görüşmemizde tarhana çorbası ve erişte yaptı. Babaanne eriştesinin tadı damağa yer eder diye tarifini verdi bana da. Onu kaybettiğimiz gün hazırdık sanmıştık. Sarp bile önümüzdeki 10 yılın bayram harçlıklarını peşin almıştı. Artık çok para eden aile kabristanına defnettik annemi o gün. Veda seremonileri fazlaca kalabalık, diğer her şeye çok az yer kalıyor. Sonradan geliyor hiç gitmeyecek olanlar. 

Bir şeyin eksikliğinin büyüklüğünü onun hayatınızda kapladığı alanı anladığınızda fark ediyorsunuz, kendisinin ya da gölgesinin.


17 Temmuz 2015 Cuma

Tırnak Makası

  Bazı şeyler gereğinden fazla yaşıyor. Üniversitenin ilk senesinde bu tatil beni idare etsin yeter diye aldığım deniz gözlüğü, evime çıkarken annemin çeyizinden bana düşen bir çift erkek terliği, tamamen yardım duygularıyla vapurda aldığım sık dişli tarak. Evde, arabada ya da iş yerinde başka şeyleri ararken karşılaştığım, o anda zamanı eğip büküp beni başka zamanlara hızla götürüveren zaman makineleri. Her seferinde onları toplayıp her an elimi attığımda bulacağım bir yere istifleyip bir gün uzun uzadıya geçmişe bir yerlere yolculuk yapmak istediğim ama elimin bir türlü gitmediği şeyler. Eski bir dostla karşılaşmış gibi ne kadar süreceğini kestiremediğiniz o eskilerden konuşmak gibi karşılaşmalar oluyor. Geçen akşam nereye lazımsa bir vida ararken karşılaştığım tırnak makası mesela. Orada hırdavat çekmecesinde ne arıyor, neden halen yaşıyor diye soramadan beni alıp orta ikiye götüren tırnak makası. Ailemle yaşadığım dolayısıyla anne baba demeden herkesi istediği her an doğramış olan, ortak kullanım eşyalarından biri. Bir insanın kaç tane tırnak makasına ihtiyacı olabilir ki? Bazı iş kollarını hiç anlamıyorum. Neden halen benimle, kaza eseri olarak mı yolculuk etti evde seneler önce yaptığım ıvır zıvır kolisinde yoksa annemin benim böyle bir alete ihtiyaç duyacağımı hesaplayamayacağım gerçeğinden hareketle bilerek mi geldi kondu bu çekmeceye tam hatırlayamadan kapı tıkladı. Kimseyi de beklemiyorum ama tıklama da o ahşaplara özgü tok tıklamalardan. Kafamı çekmeceden kaldırdığımda banyodaydım. Böyle durumlarda annem tarafından türlü şekillerde zihnime işlenmiş duaları sıralamam gerekirken yapamıyorum. Dilim falan tutulmuyor, dua hatırlamıyorum ama öğreti o kadar kuvvetli ki hala her seferinde aklıma geliyor böyle durumlarda. Neyse, dua edemiyorum ama şaşkınlığım azalıyor bir süre sonra. Çevre de oldukça tanıdık, taştan, çok eski görünen bir duş teknesi ve üzerinde küçük deniz kaplumbağaları, halatlar ve çapalar olan duş perdesi. Sonradan alafrangaya çevirilmiş ve hiç bir zaman tam anlamıyla yerine oturmamış klozet. Tam önünde oturuyorum. Haznedar ipek sokaktayım, villa derya apartmanı daire no.8. Annemin sesi geliyor kapıdan "iyi misin oğlum, yarım saattir tuvalettesin" "iyiyim" diyorum. Fark etmiş midir sesimin 30 sene yaşlı olduğunu "birazdan çıkıyorum." Elimde tırnak makası bağdaş kurmuş ayaklarıma bakarken görüyorum. Sol ayak baş parmağım dolama olmuş yine. Tırnağımı kesemiyorum, kesememek tam tarifi değil, dokunamıyorum bile parmağıma ama bu şekilde de ayakkabı giyemiyorum. Annem çok söylendi 2 numara Haluk bey baksın bir, belki küçük bir operasyonla tamamen kurtulabilirim diye. Sonradan hatırlıyorum Elifin doğum günü bugün. Tuğçe de orada olacak. 15 yaşındayım, çok aşığım, sıska, okul traşlı ve korkağım. Tuğçe, güzellik tanrıçası ile Zeus un kızı, tanrılar en güzel bakirenin kurban edilmesini isteyince tanrılardan kaçmayı başarmış ve nasıl olduysa Bakırköy de bir ailenin kızı olarak devam etmiş hayatına. Bundan eminim. Ortak noktamız Elif, Hayriye öğretmenin kızı. Babası hatırlayamadığı yıllarda ölmüş. Örgü saçlı, dişlek ve çok sevecen bir kız. Zamanının ölçülü baskı gören çocuklarından olduğu için herkesle arkadaş. Doğum günleri ailelerin gözetimi altında oluyor ama yine de arkadaşlarıyla doğum günü kutlayabilen az. Eliflerin bahçesinde olacak doğum günü. Elife daha geçen hafta derste not yazarak iletmişim Tuğçeye olan aşkımı. Tenefüste kantinin arkasında buluşup konuşmuşuz. Fikret çok ilgileniyormuş Tuğçeyle, elimi çabuk tutmalıymışım. Fikret, hayatın her zaman diliminde, her şart altında var olmasa olmaz bir zengin piçi. "Fikret mi" diyorum. "Her istediği olmak zorunda olan piç, fazladan bir Tuğçesi olsa da olmasa da onun için farketmez, neyin kıymetini bilmiş şimdiye kadar" "tamam işte" diyor Elif. "Doğum gününe kesin gel ve bence artık konuş Tuğçeyle" "Tamam" diyorum. "İki elim kanda olsa da geleceğim" Bu doğum gününe gitmem şart, benim yeniden doğacağım gün için oldukça iyi seçilmiş bir gün. Ne giyeceğime karar vereli üç gün olmuş ama ayakkabı konusu ertelene ertelene bu sabaha kalmış. İyi gelsin de şişi biraz insin diye iki gecedir yatmadan yapmadığım kalmadı, hala 2 numara büyük. "Ayağınla oynamıyorsun yine di mi?" diye soruyor annem. "Hayıııır!" Hadi bismillah, tırnak makasının ağzını alabildiğince köküne yerleştiriyorum tırnağın, çok canım yanıyor. İki elimin işaret ve baş parmaklarını üst üste koyarak gözlerimi kapatarak bastırıyorum. 

Kendime geldiğimde evimdeyim yine. Elimde tırnak makası, 44 yaşında, kilolu, hala çalı saçlı ve korkağım. Bugündeyiz diyorum. Sol ayağıma bakıyorum, üniversite son sınıfta etfarlıca bir operasyonla yarısı alınarak ancak kurtulabilmiş baş parmağıma. Fikretle Tuğçe tabii ki lise son sınıfta ayrılıyorlar. Haberleri geliyor. Biz Elifle deniyoruz şansımızı, olmuyor.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Kötücül arzular

Oturmuş karşıma anlatıyordu. 

Hem de uzunca bir süredir. Konu yine tamamen ve hararetle Ezgi'ydi. Tamamen dudaklarına takılıp kaldığını düşündüğüm gözlerimin hareketsizliğinden olacak " sence de biraz saçma değil mi ettiği teklif ? " diye sormuştu. Ya dinleyip dinlemediğimi anlamak için soruyordu ya da her zaman olduğu gibi kendinden emin olarak anlattığı hikayedeki yargısına onay arıyordu. Son 15 dakikadır neden bahsettiğine dair hiç bir ipucum yoktu. Önemsediğini sanmıyorum. Ona istediğini vereyim yeter, " biraz " dedim. İşte olmuştu, küçücük bir tebessüm ile birlikte anlatmaya devam etti. Çünkü bazı insanlar haklı doğar. Korku, geleneksel görgü, önyargılar ve kısıtlı dünya görüşüyle büyütülmüş ve öyle yaşamış ebeveynleriniz size baktıkları yerden gördükleri dünyayı anlatırken onlara sevgi, hoşgörü ve bireysellik anlatılır. Kimi çok sakıncalı sayılan fikirler, hayaller ve insanlarla çok erkenden tanışırlar. Bunun için çaba harcamalarına da gerek kalmaz. Size göre fazlaca özgüvenli ve kararlı olurlar. Umursamaz gibi anlattıkları herhangi bir şeyde bile içten içe haklı olduklarını bilirsiniz. Sinir olursunuz siz de, o umursamaz. Hiç lider olmaya çalışmasa da herkesi biraz çevresinde topladığını görürsünüz. Daha çok sinir olursunuz. O yüzden bu tebessüm işinde de epey ileridedirler. Tuhaf bir çekiciliği varmış gibi gelir o tebessümün. Bunu ise bilirler ve önemseler. Böyle birisiydi Kaan. Ne çekişmeli olduğundan haberdar olmadığı çocukluğumuz boyunca da, sonrasında da. Lise yaşlarında hayat bizleri başka yerlere savurmuş, onun ben de kalan izleri ile karşılaştırmalarla dolu geçen ergenlik sonrasında da bir şekilde iletişimde kalmayı becermiştik. Adam benim karşılaştırma tablomdu insanlık konusunda, nasıl görüşmeyecektik. Uzun yıllar annesine aşıktım. Sebebini pek sorgulamamıştım. Sonra da Ezgi'ye. Gerçi bütün mahalle erkekleri hep beraber aşıktık Ezgi'ye. Bazı büyük adam işi olarak görülen şeyler küçükken çok daha cesur yaşanıyor. Aynı bakkalın köşesindeki merdivenlerde oturur düşlediğimiz aynı kadınla ilgili hayallerimizden konuşuruduk. Hissedilen tüm duyguların katılsızlığından olacak kimse kızmazdı başkasının Ezgi'yle ilgili hayallerine. Şimdi düşündüğümde garip ve çokça komik geliyor bu duygulara karşı olan saygı duruşu. " ne önersem olmuyor, ilişkimizin durumu dışında ise neredeyse hiç konuşmuyoruz " diyordu Kaan. Son buluşmamız geliyordu aklıma Ezgi'yle. Saatlerce anlatmıştı hayatında olup biteni, hem de öyle detaylarını anlatıyordu ki sanki onun hayatıyla ilgili bir sınava girecektim ve geçemezsem yaşama hakkına son vereceklerdi. Aklımda binlerce düşünce bulutuyla dinlemeye çalıştığım Ezgi arada yakınlarda olmadığımı hissediyor ve saçını bir yandan öbürüne savurarak varlığını hissetiriyor, gözlerim ona döndüğünde ise anlatmaya devam ediyordu. Sessiz bir anlaşmaydı bu, ben onu dinlemiyordum o ise sınavdan kalmamam için olanca gücüyle anlatmaya devam ediyordu. " konuşmayan kadın ölü kadındır diye konuştuğumuzu hatırlıyorum ama sen takılma yine de fazla bence, kötü bir dönemden geçiyordur belki " dedim Kaan'a. Kötü bir dönemden geçtiği aşikardı. Yanlış adamı sınava sokmaya çalışıyordu. Hayatının bir döneminde onun için sınavları, sayışız şınavları ve  kesilecek bütün çınarları göze alan ama görmediği, sonra da hayatın cilvesi işte, kolsuz dalsız yaşamaya alışmışken, kafasını duvarlara vura vura içine doldurduğu öfkeden onu nereye koyduğunu unutan adamı. " sadece konuşma değil ki dostum, en son ne zaman seviştiğimizi hatırlamıyorum bile, becerebilsem de hatırlamak istemiyorum. O kadar mekanikti ki " Yoo dostum hiç de öyle değildi, aksine şehvetli ve hatta hiddetliydi, demek istiyordum ona. Son bir yıldır sevişiyorduk Ezgi'yle. Bir keresinde bile renksiz, tatminsiz olmamıştı. Sevişmelerde yoğunluğu kadınlar belirliyordu. Seni almak istiyorsa, senin olmak istiyorsa, fethedilmek istiyorlarsa pekala yapıyorlardı bunu. Gözlerinizin içine bakarak, gözlerini kırpmadan doğruca içinize, içinizdeki hayvana bakarak yapıyorlardı. Sevişme garantili, fazlası olmayan ve aynı dört duvar arasında bitecek tüm buluşmalarımızdaki Ezgi her kadın gibi hiç şaşırtmıyordu beni. Onun için fazlasıydı, benim için de öyle olacağı günü bekliyordu. " çok kırıcıymış " diyebildim. O Ezgi'yle, Ezgi ise onunla görüştüğümü bilmiyordu. Sık kullanılan telefonlarda aynı sayfada olduklarını bilmiyorlardı. Bense bir süredir Ezgi'yle olan ilişkimi bitirmeyi düşünüyordum. Oluşacak olan duygusal boşlukta yeniden keşfedeceği Kaan la ise bugüne kadar gitmeyi aklına dahi getirmediği mesafelere gideceklerini düşünüyordum. Aslında buna kendim hazırlamaya çalışıyordum. Uzun süredir hissettiğim bu galibiyet duygusunun artık alıştığım tadı çok özletir miydi kendini ?Yoksa daha iyi mi hissederdim kendimi, sanki sayemde bir seviye atlamış olurlar mıydı birbirlerinde ? Bütün o doğuştan haklı ve iyi insanların hissettiği gibi hisseder miydim kendimi ?

"Biliyor musun" dedim. Tebessümü silinmişti. Bir süredir konuşmamı bekliyordu. Dudakları yarım aralanmış sanki ağzımdan çıkacaklar herşeyi değiştirecekmiş gibi bakıyordu. Bu duyguyu seviyordum."Ben annene aşıktım çok uzun süre" dedim. "Ne alaka şimdi yaa!!?" dedi. "Herkes kendi annesine aşık olur, ben seninkine oldum, garip değil mi?" "Sen hiç dinlemedin di mi beni?" dedi. Bir şey demedem kalktım masadan "Sonra görüşürüz" dedim uzaklaşırken. Yoldan Ezgiyi aradım "Selam, akşama işin var mı? Birazdan evde olacağım gelsene" dedim. "Çok acaipsin Fatih" dedi. "Yıllardır görüşmüyoruz ve sen birden arayıp evine davet ediyorsun. Küçükken de tuhaf bir adamdın, nereden çıktı şimdi bu?"

28 Haziran 2015 Pazar

Bilinçaltından notlar

Hastanenin kapısındaydık.

Herkes ayrı ayrı hesaplaşıyordu belki de birazdan kaybedeceğimiz adamın anılarıyla. Daha mı iyi olurdu "peki arkadaş, senin dediğin gibi olsun" deseydi. Hepsinin hayatına büyük tesadüflerle bir yerlerinden ortak olmuştu adam, anılarsa çoğuldu. Kışta kıyamette birlikte yürünen yollar, yıllar, isyanlar, sarhoşluklar hepsi yalnız ama bir o kadar da iki kişilik olmuştu. Korkmayın anılarınız da onunla birlikte ölmeyecek demek istiyordum onlara, desem rahatlayacaklardı sanki. 

İşgüzar birileri birilerine su,sigara,bisküvi yetiştiriyordu. Bazı insanlar böyle, işsizlikte kendilerine iş yaratıyorlar. İşe yarar oluyorlar böylece. "Çekil lan anımın içinden, vedalaşıyoruz burada" dedim birine, ters baktı. O bisküvi yenecek! der gibi bakıyordu heralde, bazı ritüeller gerçeklerden daha çok tezahürat görüyor.

Sessizlik meşhurdur bir de böyle durumlarda, durup öyle saatlerce uzaklara bakmak. En çok kim sarsıldı testi gibi bir şey sanıyorum. Sessizce telefonumu çıkartıp müzikçaları başlattım. En çok sevdiğim(iz) şarkılardan biri çalmaya başladı. İnsanları en çok yakınlaştıran şeyin müzik olduğunu düşünürüm hep. Melodili konuşurum o yüzden gerekli gereksiz. O sevimli bulur bense gerekli. İrdelemeyiz ama çok, ortak ve iyi niyetli yerlere dokunur içimizde çünkü. Gerekli olduğu kadar sevimli de olabilir bazı şeyler. Ne güzel şeyler. Hep olsalar...

Aynı iç çekişle yaktığımız sigaranın, aynı ihtiyacın, aynı eylemin beş benzemez sebeplerden olduğunu fark ettiğim gün anladım. Kimisi öleni kaybettiği için, kimi öleceğini tekrar fark ettiği için ağlıyordu. Eylemler belirliyordu ortaklıklarımızı, hislerimizi merak eden sayısı çok azdı.

Bekleyiş uzadıkça yani kaybediş süreci kesinleştikçe belki de, o kişiyle ilgili olur olmaz hikayeler anlatılamaya başlanır. "Bir keresinde nasıl da koşarak gelmişti en gerektiği anda, öyle biriydi işte" ler "lise mezuniyetinde yaşadığımız o gerginlikten sonra senelerce bekledi benim aramamı, sabırla" larla boy ölçüşüyor, kimin hayatında kalan iz kiminkinden daha şampiyon belirlenemiyordu.

"Temizlikçi kadın mutfaktaki halıyı yıkatmış, heyecandan yere boca ettiği şarap lekesi dahil hiç iz kalmadı adamdan" dedim. Sanki ölüp gitmişti. Zaten biraz daha zaman geçerse, artık ölse daha iyi olur a gelecekti iş. 

Müzikçaları durdurup kalktım. Toplu taşıma bir saatten sonra yok bilirsiniz. Zaten bir insanı çok önemsiyor olmak olur olmadık yerlerde bekleyip durmakla olmaz. Hayatın bizi savurduğu muhteşem uzaklıklarda birbirimizi bulmuştuk biz.

Akşama telefon geldi kardeşinden, hayati tehlikeyi atlatmış. Gözünü açar açmaz galatasarayın maçını sormuş. Biraz su, bir kaç bisküvi yemiş. "Şu an konuşacak gibi hissetmiyor kendini" dedi kardeşi.

"Konuşuruz" dedim. "Hem kuru kuruya konuşmayı sevmeyiz zaten, oturur adam akıllı içeriz bir gün nasılsa, mutlaka"




18 Haziran 2015 Perşembe

Ancak Susun AMK

Korkuyorum şimdi.

Zamanı geldiğinde beni kıskıvrak yakalayıp gereğinden fazla üzmesi için incelikle planlanarak, katlanarak en bulunası yere konmuş bir mektup. Üzeri dikkatsizce karalanmış, dikkatle bakarsan define haritasına benzeyen bir peçete. Gidilememiş yerler atlası. Kime neyi hatırlattıysa, birlikte dinlendiğinde köpüren, taşan şarkılar. Anlatsan martıların güleceği, anlamayacakları için hiç anlatmayacağın ama bir daha da asla gitmeyeceğin bol martılı sahil kafeleri. Gece yarısı kendini ikna edemeyerek, bağımlı gibi kendini elinde yerken bulduğun tatlı krizleri. 

Meksika mutfağı
Kuzu kulağı
Alakasız bir otobüs durağı

Özetle, fiziksel olarak tek başlarına var olan ve olmaya da devam edecek olan her şey, ne zaman iki kişilik oldunuz? Martı önce sen başla. Ya da ben girmeyeyim bu noktada araya, hepinizi ayrı seviyorum, ayrı gıcık oluyorum. Olmadık  yere arıza çıkarmayayım. 


Peçete mesela, atlas ya da. Başlayın işte bir şekilde, soru da soru değil yani. Utanacak bir durum da yok, ben bizeyiz.



Ne biçim adamsınız oğlum siz. Çok konuştuğum için kaybediyorum gibi bir çıkarımda bulunmuştu edepli insanlar. Siz anca susun.


Korkuyorum şimdi.
Susuyorum.
Konuşmuyorum gibi değil.

10 Haziran 2015 Çarşamba

Ah Kavaklar

Öyle geldi birden diye anlatılır ama
Hiçbir şey öyle sebepsiz
Ve kolayca gelmez
Gitmez de

İstesen de

Gelsin diye ödenen bedeller
Nakit olarak geri ödense de
Bazı anlar, anılar
İadesiz alınmıştır
Onlar biraz sen olmuşlardır
Sen de biraz onlar

Adı gitse kokusu
Kokusu kaybolsa sesi kalır biraz

"Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız"
"O mahur beste çalar Müjganla ben ağlaşırız"

Bütün sesleri bastırsan da alkolle
Bilirsin ki içilen o rakılar artık biraz daha yalnızdır.

31 Mayıs 2015 Pazar

Hesabı alabilir miyim ?

Şimdi çok uzaklarla mesele
Yakınlarla olan hesabı bitirememiş olsan da
Onları da zaman ite kaka
Biraz da doğası gereği eze geçe çözdü

Rotayı uzaklara
Ama içeriye çevirdikçe
Daha da zorlaşıyor yolculuk biliyorsun
Zaman yavaşlıyor, alan daralıyor

Kapıda sıkı denetim var
Top tüfek sokmak yasak içeri
Ve kuralsız dövüş gibi hesaplaşmalar
Adi ile adil bir harften daha yakın birbirine

Kundaklamak serbest ama
Yangını çıkaran da sen
Kurunun yanında yanan yaşlar da senden
Ödeşmeyi bilebilirsen her şeyi yakmak serbest

Uçsuz bucaksız
Aynasız
Doğruluk var olsa da
Kimin neye göre doğru durduğu belirsiz

Her şey biraz karışık
Her şey mümkün
Herkes tedirgin
Küçük bir cinnet anı
Ya da sınırsız bir hoşgörü ve uzlaşma

Hesabı alabilir misin?











Kötü mucit

Şimdi omzuna dokunup
Sana uzak diyarlardan hikayeler anlatacak
Sonra gözlerinin içine bakıp
Önceki efsunlu kahramanlar yerine seni tercih edeceğini söyleyecek kimse yok

Hiç olmadı belki de
Çok olsun istedin diye
Dönüşüvermişti tek parmak şaklatmasıyla
Kendini kandırmak icad olalı çok oldu

Kendini kandırmalara gerçek insanları ortak etmek
Neşeli, huzurlu, mutlu, eğlenceli biri olduğuna ikna etmek insanları
Sırf sen inanasın diye
Kendini referans alamamak kötü şey


3 Mart 2015 Salı

Belirsizlik

Beni üç kilometre öteden tanıyıp
Var olan olmayan her şeyiyle uçar adım üstüme gelen
Hangi şeritten gitsem kaçamadığım
Gözleri kalemli
Kederli
Saldırgan bir şey bu 
Belirsizlik kraliçesi

Hangi baltaya sap olsam
Ya da destansı olmayan keserlere
Onlarca kaynaktan onaylansam da
Sanki hep karar mercii
Sivri uzun çeneli
Uzun boyunlu
Uzun soluklu

Bir gün gelse otursak
İki anormal insan gibi
Neden normal olamıyoruzu konuşsak
Anlaşmasak da olur
Çünkü nefret de aşk gibi
Çokça emek istiyor

Yok
Ne desem ikna olmaz
Uzun süre kalmaz
Bir yere ait olmaz
Sadece gelir öyle kokuna
Her şey yolunda kokma yeter ki

03.03.2015

1 Ocak 2015 Perşembe

2014 - Gitmesini bilen yıl

2014, gittin lan az önce. Gelirken de sormamıştın. Ve bu ikisinin arasında olanlar olurken de binbir suratla bakmıştın takvim yapraklarından, geldi yine tipini sktiğim diye bakmıştım ben de sana. Konumuz gidebilmekti 2014, sen tam da bunu kusursuzca yapmayı başarırken kısacık tuvalete gitmiştim ben de, kaçırmışım. Affedersin diye umuyorum, öncelikle önemsersin varsayımıyla. Eğer öyle olursa kapının önüne koyduğum içi boş kimi yargıları, türlü yerlerimden çıkan sargıları ve bir avuç beyaz saçımı da alırsın. Çünkü tüm ayrılıklar kötü olmaz, bizi kapsayabilecek başka yerlerde başka şartlarda görüşürüz.