Bu Blogda Ara

21 Ekim 2015 Çarşamba

Bazı sabahlar

Gözümle takip ettiğim yağmur damlası bir iki metre ötemde, bu onun son şovudur diye düşündüğünden heralde büyük bir sesle betona çarpıp öldü. Balkondaydım. Oturuyordum ve sıcak bir şeyler içmek gerekecek kadar soğuktu. Damla öldü ama düşerken izlediği rotada silik de olsa bir iz kaldı. O iz, çocukluktan beri gördüğümüz ve meteorolojik hadiselerle ilgili nasıl bir veri elde ediyorsa gökyüzünde gezinirken izler bırakan uçakların izleri gibi, bir süre sonra genişleyerek kaybolmaya başladı. O zaman başka bir damla tuttum ve onu izledim. Benzer dehşetli bir sahneyle o da az önümde öldü. Ortam his olarak Tarantino filmleri gibiydi. Sürekli bir şiddet vardı ama bu normaldi. Bu son rahmetli damlanın izi kaybolmaya yüz tutmadan yeni bir damla tuttum. Diğeriyle kesişmeden o da öldü. Bu işlemi hızlı şekilde yaparsam havada asılı kalan bir çok iz olduğunu gördüm. Hava hala soğuktu ve sabahtı. Bir süre sonra becerebildiğim kadar yağmur damlası öldüğünde, ardından kalan izler bir parmaklık görüntüsü oluşturdu. İşte tam o noktada o parmaklıkların arkasında bir erkek bedeni belirdi. Yüzü belirsiz ama bana dönüktü. Bakıştık bir süre ama sesssizliği bozan olmadı. Kimdir? Neyin nesidir? Neden parmaklıklar arkasındadır? Orası da bu kadar soğuk mudur? gibi gerçekçi ama gerçeklikte ikincil sorular küçük bir bulut oluşturdu. Hava iyice kapadı. Birincil öncelikli soru yağmurlu hava sevmediğinden dağarcıkta sonradan belirdi. Bu adamın niye bir yüzü yok? Bu gibi soruları cevaplamaya yüzümün olmadığı zamanlar olmuştu ama bununla bir alakası olduğunu sanmıyorum. Bu yaşadığım bir tip kendinle yüzleşme miydi? Ya da yüzsüzleşme ? Ne kadarı bana iz düşüyordu bu adamın ya da düşen yağmur damlalarının izlerini süren bir tür gök ve hava olaylarına bakan başka boyut yaratığı mıydı? Neyse, bunların hiç gerçekçi bir yanı yoktu. Burada hikaye anlatmıyordum.Ya da oturup kendi hayatıma, kendimi de karşıma alarak sabahın köründe bir hesap kitap işine girmiş değildim. Balkonda oturuyordum. Hava soğuktu. Uzun süre başka yağmur damlası tutmayınca bir süre sonra parmaklıklar genişledi, adam iyice görünmez oldu. Hava biraz açtı, yağmur kesti. Az önceki soru bulutu yere yakın koyu renk bir buluta bindi ve gitti. Bazı sabahlar uyku tutmuyordu. Hava ise bu mevsimde genelde soğuk oluyordu. İçeri girdim. Bir çay suyu koydum.

11 Ekim 2015 Pazar

10 Ekim 2015

Her şey farklı olabilirdi sevgilim. 

Üniversitenin ikinci senesindeki yemekhane zammı için yapılan yürüyüşte elindeki döviz yüzünden beni görmen imkansızdı. Biz, bilgisayar laboratuarının ikinci kattaki camından dışarıya bakıyorduk. Ben seni hem de hiç bir engel olmadan, biraz korkaklığımdan utanarak ilk kez o gün görmüştüm. Boynunun damarları şişmiş, vücudun gergin, sesin gürdü. Yanındaki çocukla konuşuyordun arada. Beni olduğum yerde çakılı bırakan sesin miydi yoksa saçların mı bilmiyorum. Sadece yemekhane girişinde polislerle karşılaştığınızda çok korktuğumu hatırlıyorum. Ailemin onca yıllık telkinlerine rağmen, aktivist bir kıza aşık oluyordum o gün, lavoratuardan koşarak binanın önüne indiğimde hayatın boyunca yiyeceğin bütün yemekleri ben pişirmek istiyordum. Yürüyüş bitmiş, zam pekala yapılmış ve polis biraz tartaklamıştı öğrencileri. O laboratuarın camında üç ay beklemiştim. Sabahları itişe kakışa kampüse varıyor ve dersten önce binanın önünde bekliyordum. Sonra akşama kadar laboratuarın camında. Benim sana aşık olma ihtimalim seni herhangi bir şekilde tanıma ihtimalimin önünde secde ediyor, bildiği tüm duaları okuyordu. 

Sonra sanırım ikinci dönemin başında, sırf bir ihtimal diye seçtiğim siyaset tarihi dersinin amfisinde görmüştüm seni. Arkalarda oturuyordun. Yanında aynı çocuk. Siyah kot pantolonun, mavi çizgili gri kazağın, kazağının boynunu öptüğü yere düşmüş saçların, aynı gür sesin, kahkahaların. Küçük bir mucize olmuştu ve sana güvenli bir mesafede nefes alabilmiştim. Haftada 4 saat olan bu derse haftada bir saatten fazla uğramıyor olman insafsızca, o dersin olduğu günler bir düğüne gider gibi hazırlanıyor olmam ise trajikti. Her derste olduğu gibi, zorla kandırdığım Ali'yle birlikte en önde, hayatımız buna bağlıymış gibi not tutuyorduk. Bir ihtimal diye gidip geliyordum her derse, bir ihtimal bu sefer yakınımdan geçersin ve kokunu alırım. Her dersin arasında Ali'nin ısrarlarına rağmen amfiden çıkmıyor ve böylece özgürce sana yakın olmanın tadını çıkarıyordum. Çoğunlukla kahkaha atıyor arada sırada ise felaket olmuş gibi bir surat ifadesiyle bir şeyler fısıldaşıyordunuz o çocukla. Kimdi o çocuk? Neden hep yanındaydı? Neden ona gülüyordun? 

Bir gün fısıldaşmalarınızı duydum, taksimde sosyalist bir dergi satmaktan bahsediyordunuz. Çocuk çoğunlukla susuyordu. Önüne bakıyordu. Engin diyordun, senin ısrarınla girmişti grubunuza, onu nasıl böyle bir şeye sokarsın diyordun, henüz hazır değilken. Önüne bakıyordu çocuk. Polis tartaklamış Engin'i, hem de bütün dergileri almış elinden, allah bilir isimlerimizi de almıştır. Nezarete atmışlar Engin'i, sabaha kadar da korkutmuşlar. Kalkıp gitmiştin sonra da, tam yanımda geçerek. Tam düşündüğüm gibi dediğimi hatırlıyorum, parfüm kullanmıyor. Kokun bir süre asılı kalmıştı havada sen geçtikten sonra, toplayabildiğim tüm cesaretim ise oturduğum yerden derin bir nefes daha çekmeye yetmişti. Ne seni ne de o çocuğu bir daha derste görmemiştim.

Sonra bir gün ders çıkışında o çocuğun Ali'yle konuştuğunu görmüştüm. Sonradan sorduğumda "Ders notlarını istiyor" demişti Ali. O gün öğle yemeğinde yemekhanenin yanındaki fotokopicinin önünde tanışmıştım o çocukla. Barış. İki kopya çektirmişti fotokopiyi. Kirli sakallı, düzgün türkçesi olan, görünüşüne ya da bizim önyargılarımıza oranla fazlaca kibar, mütebessim. Teşekkür etmişti bize. Fotokopicinin kapısında belirivermiştin sen de o anda. Uzaktan bir tebessüm etmiştin bana bakarak. Tuttuğum bütün notlara değmişti. Ettiğim tüm dualara. Tuttuğum tüm laboratuar camı nöbetlerine. Karşılaştığım bütün bulvar gençlerine sorduğum dergi kopyalarına. "O anın bir fotoğrafını çektim sevgilim" demiştim sonra sana bir gün sahilde otururken. Sana yemin edebilirim o anın bir kokusu vardı. O an içime düştüğün yerin çok derin, çok sıcak, çok savunmasız olduğunu anlamıştım.

Final sınavından önce kütüphanede gelip yanıma oturduğunda tanışmıştık sana göre ilk defa. Notları Barış'ın aldığı günden hatırlamıştın beni. Davetsiz gelip oturmuştun karşıma. Ali kantindeydi o sırada, bir tanrı varsa onun beni duyduğunu hissetmiştim o an. Notlara bakarak sorular sormuştun. Cevabını yarım yamalak duyduğunda kafanı arkaya atarak, sanki bir kaydet tuşuna basılmış gibi duyduklarını kafana yazmıştın. "Merhaba bu arada, ben İlker" demiştim uzun süren bir kayıt anında. "Selam yaa, ben de Çiğdem, normalde bu kadar sevimsiz olmam kusura bakma sınavı bir hayli salladım, gerginliğim ondan" demiştin sen de. "Bu sınavın seni gereceğini sanmıyorum zira gözümde sen hiç birşeyden korkmuyorsun ve yeterince kokmuyorsun" diye kekelemiştim. O içimin eridiği kahkahalarından birini atıp "Sıklıkla korkuyorum ve arada çok kötü kokabiliyorum" demiştin. 

Neyimin ilginç geldiğini bilmiyorum ama o konuşmadan sonra hep konuştuk. Okulda olduğun ve eylemde olmadığın anlarda, hayata dair, yaşamak istediğin ortama dair hayallerini anlattığın, benim korku ve öğretilerimle uğraştığımız, kimseyi değiştirmeye çalışmadan ama tutkuyla birbirimize anlatarak. Sen benim naif tarafımı sevmiştin, korkak ama sevmeyi korkusuzca becerebilen tarafımı. Korkulu rüyalar gördüğüm, okulda göremediğim her an da endişelendiğim, okuduğum her eylem haberinde yüreğimi ağzıma getiren anlardan sonra her karşılaşmamız bir öncekinden daha derindeydi. 

Seneler geçmişti sevgilim. Barış, Engin, Ali hayatlarımızda kendimizi tanımladığımız insanlar olarak hep kalmışlardı. Kurmakla çok meşgul olduğumuz ideal hayatımız için geçen zaman ve fedakarlıklarımız, hala birbirimize engel olmadan ama hep birbirimizin içinde, bir adım arkasında, çoğalarak, yorulmadan bizimle yolculuk ediyordu. Eskisi kadar aktivist olmana izin vermeyen bir hayatla, olduğumu inkar eder hale geldiğim naifliğim birbirimize kaldığımız anlarda bizi buluyor, bizi birbirimize hediye ediyor ve bize hatırlatıyordu.

Barış seni en başından beri çok seviyordu. Bunu kendince uygun bir dille anlatmıştı. Anlaşılamadığını düşünmüş olacak ki, denemeye devam etti. Hiç bir zaman gerçek anlamda kabul edemedi senin hayatındaki beni ve hep bir hata ya da senin zayıflıklarına bir zemin arayışın olarak gördü beni.

Tarih 10 Ekimdi. Yıl 2015.
Sabahın köründe yola düşüp varmıştık Ankaraya. Seneler sonra, yol arkadaşlarımız olarak gördüğümüz insanlarla yeniden, 10 sene önceki hislerle yanyana olacaktık. Yaşadığımız hayat ve şartlar hepimizi, Ali'yi bile İzmir den yola çıkarak, ailesine haber vermeden bu mitinge getirmişti. Kayıtlı tarihinde bir eyleme katılmak olmayan Ali ve ben bir ömür biriktirdiğimiz cesaretle, sırt çantalarımızda sular, bisküviler ve bu anları kayda alıp ömür boyu bakacağımız kameralarımızla toplanma alanı girişinde halay çeken bir gruba katılmıştık. Sen her zamanki gibi elinde bir döviz, Barış'a bakınıyor ve göz ucuyla polisi gözetliyordun. Ne de olsa senin misafirlerindik. Sonra biri sırtından küçük sayılmayacak bir darbeyle vurarak yanına geldi. Ali'yle olduğumuz yerden fırladık. Barış'tı. Seneler sonra seni metrelerce uzaktan görmüş ve eskilerden kalan bir refleksle korkutmaya çalışmıştı. "Hoooop beyler, ne oluyor, barış mitinginde barışı mı döveceksiniz" diye bize takılmıştı. Sarılmıştık Barış'la. İlk defa. Sonra telefonun çalmıştı, arayan Engin'di. Toplanma alanına güney taraftan geliyordu, "Hadi bakalım eski kurtlar, sizin konuşacaklarınız birikmiştir" diyerek Ali'yle güney girişine yürümüştük. Endişelenmedim dersem yalan söylerim. Barış hala aynı bakıyordu yüzüne. Ali kolumdan çekip sürükledi. Alanın dışına doğru yürürken bir kez daha dönüp baktım size, vücut dilinize. İşte o anda kıyamet koptu. Hiç haberimiz olmayan bir göktaşı ya da birkaç tanesi, gelip toplanma alanının ortasına düştü. Alevler, insan parçaları, sıcak kan, duman, dualar, küfürler her şey gökyüzüne fışkırdı. Düştüğüm yerde donup kalmıştım. Hiç birşey duymuyordum. O an, zaman durmuş, her şey ağır çekim hareket etmeye başlamış, o güne kadar aklımın alabildiği her bilgi, duygularım, duyularım yok olmuştu. Doğrulmaya çalışıp düşmüştüm, o yaza veda için müthiş dediğimiz gün giydiğim kumaş ayakkabılarım buz gibi bir zeminde hareket etmeye başlamıştı. Gözümün önündeki alanda insanlar bağırıyor, insanlar kanıyor, insanlar paramparça oluyordu. Hayalleri, gelecekleri, sevdikleri vücutlarından kopan parçalar gibiydi. Hiç bir koku alamıyordum. Oysa beni kan tutardı. Her yer kandı. Dengede durmaya çalışarak, feryatların arasından alanın ortasına yürüdüm. Az önce halay çeken grubun hemen yanında kan rengine dönmüş  yeşil montunu gördüm Barış'ın. Yere yığılmış, canı çekilmiş, hareketsiz yatıyordu. Montunun altından şekilsiz bir ayak görünüyordu. Yanına vardığımda birinin üzerinde yattığını gördüm. Belki Çiğdem "Dur, bir de ben şu tabansızları korkutayım" diye hemen arkamızdan ayrılmıştı yanından Barış'ın. O ayak onun değildi. O gördüğüm tam olarak bir ayak da değildi. Barışın montuna tutunarak diz çöktüm. Onun ölmüş ama Çiğdem'in yaşıyor olabileceğini düşündüğümden utandım. Cansız bedeni kaydı elimden Barış'ın ve altında sen sevgilim. Fotokopicinin kapısındaki gülümsemene benzer bir ifadeyle, bacağın bileğinden kopmuş, diyaframını parçalayan şarapnel göğsünün hemen altından, o 10 yıllık hırkanı yırtarak girmiş şekilde yatıyordun. Eğer bir tanrı varsa o gün o da ölmüştü.