Bu Blogda Ara

20 Eylül 2015 Pazar

Salih Abi

Sayılı binaların arasında seyrek otlukları çim saha kabul edip, her akşamüstü bir ritüel gibi aynı kadroyla yapılan maçlardan, adamdan sayılıp önümüze bir duble rakının konmaya başladığı zamanlara kadar yaşadığım coğrafyanın, Bağcıların, güneydoğudan göç almış, zaten bir süre önce devletin balkan göçmenlerini yerleştirdiği, dünyanın en güzel, en ilkel mozaiğinin değişmez parçasıydı Salih abi. Aslen yunan olan ama askerliğini türkiyede, kaderin cilvesi bu ya; yunan sınırında yapmış, hangi an kendi toprağında hangi an yabancı topraklarda bilememiş, "iş tutacak adam yoktu oğlum, o yüzden biraz aşçı biraz levazım biraz da berberdim" diye kafasının ayık olduğu zamanlarda anlatan bir adam. Az berber görmüş bir ilçede mahallenin berberi olarak hiç bir zaman bilmem kim ünlünün saç modelini kesmeyi becerememiş, tüm mahalleyi ilkokul traşıyla tektipleştiren Salih Abi. Bizim Salih Abiyi yıllar yılı bir bilge, bir öğretmen gibi aldığımız ilişkimizin başlangıç sebebi, eşinin oğlunu da alıp ailesinin yanına dönmesiyle başlıyor. Kafası iyiyken anlatırdı, terk edip yunanistanı geliyor genç yaşta, sevdiği kızı vermiyor kızın ailesi türk olmadığı için. Hikaye trajik fakat evlenecek yaşta değil o zaman Salih abi, olsa olsa dayısı tarafından kerhaneye götürülecek yaşta. Böyle bir dayı yoksunluğundan mı istiyor o kadar erken evlenmeyi yoksa bu kimsenin detaylarını bilmediği bir ferhat şirin öyküsü mü orasını bilemiyoruz. Vergi denetmeni Nejat amcanın oğlu Ünal deşerdi hep bu konuyu, "az yukarı irtica etsen medeniyet be babam, ne bok yemeye bu tarafa geldin" , " türk e geldim oğlum, bana kız vermeyenin memleketine geldim, bana verimeyen bütün kızları almaya geldim" derdi sinirlenip. O yüzden çok zorlanmış askerde, " bir adım atarsın hop yunanistan, istesem 2 saate kapısına dayanırdım aylanın" diye iç çekerdi. Tabii bu içi yalnız çekmezdi, büyük bir yudum sek rakı da çekerdi bardaktan aynı zamanda. Ülkenin alkolle tecrübesi olmadığından, mahallenin en iyi sofra adamıydı Salih Abi, ya da diyebiliriz ki bu coğrafyanın sahip olduğu ilk akşamcılardandı. Ne ucu yanık sevdasını, ne inadını ne de içmeyi bırakmayı beceremediği için alıp oğlunu gitmişti baba evine karısı. Hiç bir yere ait olmamış insanı üzmek zor, peşlerine bile düşmemişti."Ben daha önce istedim, vermiyorlar oğlum" der, fondiplerdi rakıyı, "Hayriye bana kaçtı da geldi zaten, isteseydim onu da vermezlerdi! " Ne Alinin odasını bozdu Salih Abi ne de fotoğrafını kaldırdı karısı ve Alinin dükkanının büyük aynasından. "Babasız büyümek zordur, o tabansız dedelik de edemez ki ona, babalık şöyle dursun" diye hayıflanırdı. Onun Ali yi kaybetmesi hepimizin bir abisi olmasına denk geldi o dönem mahallede, Salih Abi nin korumasında çocuklar olarak korkmadan bakkaldan çaldığımız cam şişe bozalar, legal yaşımız gelmeden içtiğimiz ilk biralar, pazarcı tezgahlarının aralarında abilerinden korkmadan öpüştüğümüz kızların sebebi, müteahiti, mimarı ve yapı denetçisi oydu. Bilgelik sıfatını ise aklımızın yetmeye başladığı zamanlarda almıştı. Tüme varan Salih Abi. Artık biraz azalmış, acı olduğunu sonradan fark ettiğimiz arkadaş kayıplarını verdiğimiz lise yıllarında, kaçak göçek biraları istifleyip içmeye oturduğumuz Naylon teyzenin bahçesinde edilen sohbetlerde akıl hocamızdı Salih Abi. Hep geç gelip, bizi uslu çocuk olmaya yolladıktan sonra da mahallenin tek alkol servis eden meyhanesine gider, Faruk abi kovana kadar da içerdi. Kötü not alıp ailesinden saklayan da, yukarı mahallenin en baba serserisi Aykut'un kız kardeşine aşık olan da, babası annesini her gün döven de Salih Abiye anlatırdı derdini. Bir nevi kara delikti. Karası delineli yıllar oluyordu fakat o sanki Aylanın evinden eli boş döndüğü gün yolda bulduğu ilk çöp tenekesine bırakmış gibi mutsuzluğu/umutsuzluğu nasihat ederdi. Hep beklemiş hiç kavuşamamış bir insandan bu kadar teselli edici şeyler duymak neremize iyi gelirdi bilmiyorum ama işe yaradığı aşikardı. "Aykut ayısı olmasa bi dakka beklemicem Salih Abi" diyene "Sevmek en çok özlemektir oğlum" derdi. Bunu öyle bir ses tonu ve öyle içten söylerdi ki bu özlemi kafası tüterek anlatan için bir nefes boşluğu, yağmurlu havaya şemsiyeyle çıkmak gibi bilinçli, akılcı ve doğru hissettirirdi. Bir keresinde Ünal'a "Üzülme, hiç bir işkence sonsuza kadar sürmez, o işkencenin dönüştüğü eğlence de" demişti. Ne dediğini anlamamıştık. Ünal'ın babası annesini dövüyordu. Ünal biraz korktuğu fazlaca utandığı için kimseye anlatmıyordu bunu. Sadece bazı geceler, evdeki bir şişe votkayı kaçırıp beni de çağırıp Naylon teyzenin bahçesinde içtiğimiz geceler, ağlayarak, bütün bu olanların kendi suçu olduğunu düşünerek, babasından nefret ederek anlatırdı. Susardık sonra, votkalar bitip kabahatlerimiz geceye karışına kadar. 


Aradan geçen yıllar herkese eşit davranmamıştı. Lise son sınıftayken taşınmıştık mahalleden. Sistem ailemin yaptıklarını akılcı bulmuş ve daha çok kazandırmıştı onlara, biz de hemen hayatımızı değiştirmiştik. Önce daha iyi bir muhit sonra lüks sayılacak bir ev, en sonra benim mezuniyetim ve plaza çalışanı olmam. Çocuklarla çok az haberleşebiliyorduk. Herkes aynı mahalleden, aynı kalenin doksanına gol atmaktan başlayarak başka başka hayatlara yol almıştı. Yol almak, yapısı gereği ilerlemek gibi algılanıyor. İlerleyen tek şey zamandır, onu da insan uyduralı çok olmadı. Farklı tercihlerimizin sonuçlarında, yabancı kaldığımız, ait hissedemediğimiz hayatlarımızdaydık. İçinde büyüdüğümüz sokaklara, muhitlere girmemeye özen gösterir olmuştuk. Bunu tehlikeli bulmuştuk bir süre sonra nedendir bilinmez. Sonra bir gün Ünal aradı. "Kostas ölmüş kiki, yarın cenazesi kalkıyormuş Bağcılar merkez camiinden, kime ulaşabiliyorsan haber ver, yarın ikindide mahalledeyiz, yeri değil ama seni de özledim" dedi. Kiki? Çocukken kibrik çöpleriyle çağırdığımız ve sorularımıza yanıt veren ruh, kara kuru ve parmaklarım uzun ve ince olduğundan bu korkutmacalı seansların değişmezi olmuştum. Kiki de benim lakabım. Saçma ama kelimeyi duyar duymaz iyi hissetmiştim kendimi, mutlu, tanıdık. "Tamam Ünal, ben Rıfata haber veririm, yarın ikindide oradayım" diyebilmiştim. Salih Abi ölmüştü. Nasıl olduğunu bile soramamıştım. Aylan ne yapıyordur acaba? Ya da görebilmiş midir acaba oğlunu bir daha Salih Abi? Faruk Abinin meyhanesinde oturduğu masa duruyor mudur hala? Bir vazo çiçek götürüp masanın da 50 yıllık hesabını ödeyip kapatmalıydım o masayı. Kafam allak bullaktı. 

Ertesi gün Bağcılar çarşı caddesinde herkes ayaktaydı. Herkes dışarıda. Liseden önce ayrılanlar dahil herkes, gelmişti. Naylon teyze 7 sene önce ölmüş, bahçesiyle birlikte evini satmış torunlar, kocaman bir bina vardı o bahçenin yerinde. Pazar aşağı mahalleden geçen yeni kurulmuş büyük bulvara taşınmış. Top oynadığımız arazinin birazı park birazı lüks bir siteye dönüşmüş. Hafriyatla çıkarılan toprağı nereye attılar acaba? Kapısının önünden bozaları çaldığımız bakkal Aytuncuk, taşınmış buralardan. Meyhanenin kapısında görünce sarıldı bize. "Çocuklar" dedi. "Ne çok özlemişim sizi" "Nasıl güzel adamlar olmuşsunuz" "Bozalar yaradı Aytunç amca" dedim. "O bozaları Perihan yengeniz yapıyordu çocuklar, kapaklarını saklayıp yerine koyuyordum, nasılsa çalarsınız diye. Firmadan gelenleri de içeri alıyordum öğlenden" dedi. Güldük. Ağız dolusu hem de. Senelerdik gülmediğimiz kadar güldük. Sarıldık. Faruk abi geldi sesimize, zorla tebessüm ediyordu. En büyük müşterisi, belki abisi ve mesai arkadaşını kaybetmişti. Her zamanki gibi, çakı gibi görünüyordu. "Naber çocuklar?" dedi. "İyiyiz Faruk abi, şimdi, şu an da çok iyiyiz" " Nasıl oldu Faruk abi" dedik. "Anlamadık biz de" dedi. "Salı gecesi yolluğunu içip gitti, her zamanki gibi, iki akşam üstüste gelmeyince sorun olduğunu düşündük, çilingir Ali kapısını açtı da evde bulduk, yatağında, uykusunda ölmüş" dedi. 

Caminin avlusu kalabalıktı. Kalabalık tanıdık. En ön sıradaydık. Ünal, kibar Metin, Bilal ağa, feyzo, şeytan, piç Rıfat, zubizaretta Akın, perdeci Hüseyin, Faruk abi, çilingir Ali ve ben, kiki. Yukarıdan bakıp gülümsemiştir rüya takımı bir arada görünce. 

Ah be Kostas, ince ruhlu, kaba yapılı, kendi tohumunu gurbete dikmiş bilge, öldün işte. Çocukluğumdan büyük bir parçayı alıp toprağa gömüyorum seninle, sen ise öldükten sonra da aynı tevazu ve incelikte yaptın hayatımıza son dokunuşu. "Hırslar zorlar insanı çocuklar, içinizde savaşarak alıyorsanız bir kararı bir daha düşünün. Öğrenecekseniz kabul etmeyi öğrenin, ha! bir de sahip çıkın birbirinize, unutmayın çocukluğuna sahip çıkmayan kendini bulamaz" demiştin.


Unutmuştuk.

18 Eylül 2015 Cuma

Biraz Kendin

Sonra usulca altından çekerek sandalyeyi doğruldu. Doğruydu her zamanki gibi. Boyu uzunca, ince yapılı, narin ve naifti. Annesinin gençliğine fark atarak, konuştuğunda tüm kabulleri yıkarak, hala isyankar ve zarifliğinden hiçbir şey kaybetmeden bana doğru eğildi. Hala çok konuşuyorduk. Herşey buna bağlıymış gibi, bir an için de olsa aklından ne geçtiğini, aklından geçenin ona ne dediğini sonra da nasıl hissetmesini sağladığını bilmemin hayati olduğunu düşünerek. Birbirimizi anlamamız hiç zor olmamıştı, bu hayatta kuvvetli olduğumuz konulardandı. Birbirimizin hayatlarını yaşıyorduk kendimizinkinin yanında, olanca çıplak, çirkin, küstah ve aynı zamanda hassas, kırılgan. Neyin aramızdaki görünmeyen misinaya bir makasla hem de çok acemice bir kesik atıp gittiğini anlamıyorduk. Neyin ipi gerdiğini, kimin birbirimizin görüş alanına girdiğini görmek istemiyorduk. Aynı manzaraya aynı dünyalardan bakıp aynı yemekleri seçmiyorduk bir süredir. Bu ise bir problem olmaktan çok uzaktı. Diğerimizin seçtiği yemeğe iştahla çöreklenmiyorduk. Bu başlı başına bir problemdi. Alıştığımızın seçimlerimiz mi yoksa tenimiz mi olduğunu, ait olduğumuz alanı dolduran kokularımızın mı eksildiğini yoksa artık büsbütün kötü mü koktuğumuzu? Savaş alanı temize çekildiğinde ve eve döndüğünde tüm mücahitler, alınan verilen canlar için geçerli ve yeterli sebepler bulunduğunda adı barış olan süreç kendiliğinden konuşulur hale geliyor. Korkunç savaşlar gibi korkunç barışlar hiç engel olmuyor duyguları gazi savaşçılara. Adı barış oluyor yaşananın, savaştan konuşmak cıs, yaralanmış olmak en hafif tabiriyle demode oluyor. Bundan susuyor belki de tüm savaş müşahitleri. Aramızdaki savaş değildi. Böyle algılamak yanlış olurdu, olsa olsa artık bir arada yaşamayı alışkanlık haline getirmiş ama coşkusunu geri isteyen insanlar gibiydik. Rutinin konforuna alışkın laboratuar fareleriydik, tüm labirentlerin sonu kesin bilgiyle konfordu. Aradığımızı sandığımız. Tanıdık bir sonuç demek istediğim konfor derken. Sol omzuma dokunarak uzaklaştı. Saniyeler sürdü dokunuşu. Karanlıkta aradığı duyguyu bulmak için çabalayan bir dokunuş. Uzak değil, içtenliği sorgusuz fakat biraz kaybolmuş, biraz çaresiz. Sol omzumun üstünden gülümsedim. Ayakları yere sabitlenmiş gibi, vücudunun ahengini kaybetmiş gibi, kadınsılığını yitirmiş gibi, ardından bakmadığımdan emin gibi yürüdü. Bütün bunları hissetmiyor olamazdı. Çok tutkulu ve dirayetli bir kadındı ama tanımları gereği yapabileceği ve yapamayacağı şeyler vardı. 

Kalktım. Aksi yöne yürüdüm. Bir adım sonrası, bilmediğim yabancı yerlere bir adım uzakta gibi. Tuhaf, insan tutkusundan çok bilinmezliğin esiri, ya da en büyük tutkusu bilinmezlik. Bilinir olsun diye tüketmiştik hayatı, içinde birlikte olmadığımız mekanlar yabancı, duygular tehlikeli ve kelimeler uzaktı. Bu onu son görüşüm olur mu sorusu ikimizi de benzer şekilde heyecanlandırır mı diye düşündüm. Yabancı adımlarım güçlendi, kendimi gittikçe uzak, ufak, ufaldıkça kaygısız hissettim. 

Tuvaletten döndüğünde yaşadığı tecrübeyi bilmiyorum. Ellerini iki yanına kocaman açıp sarılmış mıdır kendisine ya da avuç içlerini bir araya getirip kendi elini tutarak hesabı ödeyip neyi beceremiyorduk en son diye düşünmüş müdür? Ama telefonum çalmadı 10 dakika sonra ya da 10 gün ya da 10 ay. O birlikte kurduğumuz en tanıdık, en güvenli sığınaklardan çıktığında, yüzüne çarpan ilk şeyin bilinmezlik olması tazelemiş midir onu bilmiyorum.

Çok az şey biliyorum. Çok fazla şey yaşayarak biliyorum. Çok sevdiğini geride bırakmayı biliyorum. Daha çok sevdiğin için. Kendin için.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Kanepe

Yok. Olmuyor. Hangi ucundan içeriye doğru küçük bir kulakçık katlasam benzemiyor balığa. Aslında iki üç hamle önce içe değil de dışa doğru katlamalıydım belki de. Origamiyle aram hiç olmadı ki, ev ödevi diye youtube vidyoları baka baka oğlum için bir kere yapmışlığım var bu balığı. İbrahim koymuştuk adını istavrit değil. Daha çok İbrahime benzediği için. Arkaplan da duyduğum boğuk seslere kulak kesiliyorum. Hala anlamsızlar. Bana mı gülüyorlardır acaba? En iyisi beyin gücümle hareket ettirme işine döneyim önümdeki bardağı. Bunu yeterince konsantre olursam yapabileceğime inanmışımdır hep. Hep bir gün, gün gözüyle görmeye alışık olmadığım şeylerin olabileceğini düşünmüşümdür. Mucizelerin, aydınlanmaların, ilk görüşte aşkların. Tek parça gibi hissetmenin tam zamanı, hatta biraz geçti bile. Ayaklarıma odaklanıyorum. Ayaklarının varlığını hissedebilmek zor,çhala biraz uzaktalar. Allahtan üstlerinde biri oturuyor, pek durağan da değil. Uyaran olmadan uzuvlarını hissetmek ne zor. Yoruluyorum. Kafamı kaldırdığımda (kaldırdığımı sandığımda) boğuk sesler çıkaran insanların net görüntülere sahip olduklarını görüyorum. "Ooooo Fatih Bey, aramıza döndünüz" gibi sesleniyor birisi, sonra hepsi deli gibi gülmeye devam ediyor. Tam olarak söylenen bir şeye gülüp gülmediklerini anlamıyorum. Zaten seslerinden güldüklerini de çıkaramıyorum. Yüzlerinden ancak. Görece büyükçe, yüksek tavanlı bir dört duvar arasındayız. Duvarlar rengarenk, yerler az önce bitmesi gereken partinin kalıntılarını süpürüyor. Bazı koltuklar yerden biraz yüksek, aydınlatmalar yanıp sönüyor. Ayağa kalkmaya çalışan biri sendeleyip yere kapaklanıyor, konfetilerin tam ortasına. Gülmeler devam ediyor. Dayanamayıp oturduğu yerden o kızın yanına düşüyor bir çocuk. Öpüşmeye başlıyorlar. Kanepenin kendime en yakın olan yastığını başımın altına alıyorum. Bunu düşünce gücüyle mi yapıyorum bilmiyorum. Yastık gülmeye devam ediyor. Başımı iyice bastırıp boğmaya çalışıyorum yastığı, dikkatlice etrafıma bakıyorum bunu yaparken. Bir yolunu bulup üste çıkıyor yastık, olanca gücüyle bastırıyor suratıma. Düşünce gücü işe yaramıyor. Sadistçe kahkahalar atarak öldürmeye çalışıyor yastık beni. Hızlıca doğrulmaya çalışıyorum. Ayaklarımın üzerinde tünemiş olan kız izin vermiyor. Kahkahalar artıyor. Uzanıp ellerimi iki yana açarak tutuyor kanepenin iki yastık arası. Böyle de ölmek mi olur diye düşünüyorum. Yastık bir an için süratle kalkıyor yüzümün üstünden, kayboluyor. Bir yüz görüyorum. İlk kez görüyorum bu yüzü. Işıkta pembe, karanlıkta daha çok kızıla çalıyor saçlarının rengi, geniş bir alnı ve tam olarak 38 dişi var. Kocaman dolunay gözleri var. Dolunay kadar puslu, kırmızı. "Fatih sen iyice oldun, kalk bir yüzünü yıka" gibi bir ses çıkıyor ağzından, çok derinden duyabiliyorum. Koltukla vücudum arasında bir yere tünüyor sonra yine. Vücudunun sıcağı çarpıyor bedenime. Gözleri kırmızı mıydı o kızın? Ben tam olarak neredeyim ve bu kanepenin ne alıp veremediği var benimle. Uzaktaki kolçağın üstünde az önceki yastık, gülmeye devam ediyor. "İnsan ne dilediğine dikkat etmeli" diyor. Bunu çok net duyuyorum. Kıpırdayamıyorum, doğrulamıyorum. Tam olarak ve sadece düşünce gücüyüm şu anda, bir bütün olarak. Ya da bir düşünce, sadece bir fikir, birinin rüyasında gördüğü bir gölgeyim. Bir tiyatro sahnesinin dekoru, az sonra kafasını iki yana sallayıp gözünü bilgisayara dikecek birinin gün ortası düşünün karanlık tarafı ya da koltuk örtüsüyüm. Kız sırtını geriye doğru yaslıyor, sırtı göğsüme bastırmaya başlıyor. Sıcağı bana karışıyor. Gülmeye devam ediyor. Yaslandıkça eziliyorum, yok oluyorum. Zaten yokum ya da yokluğum varlığımdan çok. Duvarlardaki renkler kayboluyor önce, her yerde konfetiler uçuşuyor, az önce öpüşen çift sevişmeye başlamış, kanepenin öbür ucundaki yastık yan gözle bakmaya devam ediyor. Burada olduğumu unuttu kız, iyice yaslanıyor. Bekliyorum. Ölüyorum.


Uyanıyorum. Küçücük bir evin daha da küçücük salonunda, bir kanepenin kısa ucunda yanımda bir kızla uyanıyorum. Dikkatlice kalkıyorum. Bu evi ilk defa görüyorum. Karanlığın içinde el yordamıyla buluyorum tuvaleti. Biraz klozete oturuyorum. Gözlerim ışığa alışmaya çalışıyor. Oturduğum yerde çömelip kusmaya başlıyorum. Çok uzun zaman oldu bunu yapmayalı. Öğürme refleksi neyse ki unutulan bir şey değil. Ters yüz oluyorum. Doğrulup lavaboya uzanıyorum. Uzunca yüzümü yıkıyorum. Aynada bana bakan adam tuhaf görünüyor. Hala oldukça kafası güzel,  gözleri kocaman, dolunay kadar puslu, kıpkırmızı gözünün akı. Kendime kızmayı erteliyorum. Salona dönüyorum, holde ayakkabılarımı görüyorum. Salonun orta sehpasında cüzdanımı ve telefonumu. Bayağı gelip insancıl hareketlerle yerleşmişim buraya. Kanepenin kısa tarafında uyandığım kız bilinçsiz bir refleksle kanepeye yerleşmiş. Sırtı dönük. Göremiyorum. Görmek de istemiyorum. Açık mutfağın tezgahının yanındaki masada bir parça kağıt ve kalem buluyorum. "Teşekkürler arkadaşlar ev sahipliği için" yazıyorum. Aklıma gelen en mantıklı mesaj bu oluyor, belli ki tanışıyoruz. Yine el yordamıyla bana ait eşyaları toparlayıp çıkıyorum evden. Biraz sağa biraz sola yürüyüp en sonunda bir taksiye binerek nerede olduğumu öğreniyorum. Arabamı almak için otoparka dönüyorum, oradan evime. Bütün gün boyunca bir dakika uyuyamıyorum.

Dün gece yine dışarıdaydım. Ait olduğumu sandığım yerde. Eğlenme işini becermekte marifet yoktu. Aradan kaç duble, kaç shot geçti hatırlamıyorum, merdiven dibindeki kızlarla tanıştık. Saçları ışıkta pembe, karanlıkta kızıl gibi olan kız çok eğleniyordu. Arkadaşı ise daha çok sıkılmış gibiydi. "Bekleme bu gece gelmeyecek" dedim. "Kimseyi beklemiyorum ki" dedi. "Kimseyi beklememek en kötüsü" dedim."Teşekkürler" diye geveledi. Anlamamıştı, anlaşılmamak kötü duyguydu. Oysa ki herkes hiç konuşmadan anlaşılmayı bekliyordu. Pembe saçlı kız girdi araya "Üstüne gitme onun, o alkolle kafayı bulmayı sevmiyor" dedi. "Alkolle kafayı bulmuyoruz ki" dedim, "Hiç susmayan şeyleri susturuyoruz sadece". "Seninkiler pek susmamış belli ki" dedi. "Susmazlar onlar" dedim, "Ait olma duygumu öldürdüler benim, onlar bana ait olduklarını ispatlamak isteyen gölgeler". Güldü. Cevap vermedi. Sonra biraz dans ettik. "Siz burada mı devam edeceksiniz" dedi pembe saçlı olan kız. Ozan kimseyi beklemeyen kızla öpüşmeye başlamıştı. "Gölgelerimle gerçekliklerimin savaşını duyamayacağım zamana kadar evet" dedim. "Çok mu kanlı oluyor peki mücadele" dedi. "Aslında konu çok basit" dedim. "Ne sevebilme ne ayrılabilme, bu aralar bir kanepe yüzünden birbirlerine girdiler, biliyorum ki sonunda gidip o kanepeyi eşşek gibi alacaklar". "Tam bahsettiğin gibi bir kanepem var salonumda" dedi "Ev arkadaşımla hiç anlaşamayarak aldık". Güldüm. Gerçekten güldüm, kocaman. Sonra kulüpten çıktık, hem de yürüyerek.

14 Eylül 2015 Pazartesi

İnsan çok acımasız bir hayvan

Sabahın altısı, biraz önce beşiydi. Bir kaç dakika önce. Tavanla aramızdaki iletişim her zamanki gibi, hiç ilerleme yok. Mektup yazmam gerekiyor, bunu biliyorum. Mektup yazmak için kabul görmüş saatler yok aklımda, neden şimdi yazmıyorum? Mektup yazmanın böyle güzellikleri var, saatsiz, gönderme zorunluksuz. 

Sevgili mektup okuyucusu,

Mektup zamansız yazılsa da teslim edilmesi için mantıklı saatler planlanmış durumda. Sen bu mektubu aldığında mevsimlerden güz, zamanlardan akşamüstü, havalardan ince yağmurlu ve sen de pür telaşını masanın en üst çekmecesine kilitlemiş ol. Postacıdan al mektubu, önünü arkasını iyice çevir zarfın. Üstünde ismini görmediğinde çaktırma, sana olduğunu bil bu mektubun. Hep bu mektubu beklemiş gibi gülümse ağzının bir yanıyla. Kapıya kadar geçir postacıyı, küçük adımlarla ve sabırsızca dön masanın başına. Akşamüstü kahvesinin zamanı gelmiş olsun böylece, tüm zaman tutucuları sustur, o bu an için sakladığın şarkıyı başlat. Ne acayip yolculuğu oldu bu mektubun diye düşün.Geçtiği yıllar, yollar ve hasretler var biraz üstünde. Zarfı incitmeden ve mektupla birlikte yıllarca daha saklanacakmış gibi aç. Yırtma, bir makasla sağ köşesinden incecik kes. Kahve kokusu bir tur atıp da tekrar sana dönünce yavaş hareketlerle çıkar mektubu, dokun her köşesine, önce neresinden katlanacağının düşünüldüğünü hayal et. 


Selam,

Çok beklemiş, hiç söylenememiş kelimelerin, hiç beklememesi gereken süreler geçirdiği bir çöplükten yazıyorum. Saat yedi, biraz önce altıydı. Saatler, kokular, korkular, kötü duygular ve iyi olanları hepsi getirip yığıyor kelimeleri önüme. Bana kalsa uyuyacağım. Daha iyi şeyler olana kadar da uyanmayacağım. Alarmım hep sahil randevularına kurulu, sabahçı balıkçıların dönüşüne, köşedeki fırının ilk poğaçalarına. Her günün gecesi kelimelerle hesabımı görüp, mantıklı saatlerde yatıp artık devam edebildiğim sabahlara uyanmak istiyorum. Karşımdaki duvar, sesler, sessizlikler ve kalan her şey belediye çöpçüsü gibi gecenin köründe gelip bırakıyor ne varsa dünden kalan. Tek yönlü gönderilemiyor hiç bir duygu ve çöpçüler çok gürültü yapıyor. O yüzden sana yazıyorum mektup okuyucusu, hayal kırıklıklarını, gönül kırıklıklarını, edilememiş vedaları, okunan belaları biri bilsin istiyorum. Metropollerin tıkanmış yolları gibi, iyi olan her şey yolunu bulup evine varmış. Kiralanmış adreslerinde mukim herkes. Sokakların gerçek sahibi sahipsizler. Ve bu leş kargalarının bile gece oldu mu uğramadığı, martıların sabaha karşı çığlıklar atmadığı pis kokan, tuz kokan çöplükte geceleri çok mesai istiyor. 

Bırakmıştım bu işleri. Elimde olanla, elimde kalanla, ucundan tutup ileriye doğru atabildiklerimle devam ediyordum. Korkular gelir, korkular giderdi. İnsanlar gibi. En iyisi ne kadar incinebileceğini düşünmeden yaşamaktı. Alabildiğim en iyi kareyi alıp devam ediyordum seyahate. Rota aynıydı. Aynı güzeldi. Kendi dünyamda bir tur kaç seneye denk geliyordu? 

Korktum sonra. Eksildim. Korku gerçektir mektup okuyucusu. Kalıcıdır.

Gün ağarırken yol aldığım her kara parçasında aynı balıkçılar, tadı birbirinin aynı poğaçalar ve hep göz ucuyla da olsa gördüğüm çöplükler. Her güzel şey tadı keskin çöpler bırakıyordu.

Kalan sağlar sabahın ilk ışıklarıyla kıpırdanıyordu.
Bu kadar acıyla devam edebilmek biraz tuhaftı.
Biraz az gerçek.

Şimdi bu kelimeler biraz sende dursun mektup okuyucusu.
O zarfın içinde güvende olurlar.

Yarın sabah yatağında huzurla gerindiğinde, güneş bir yolunu bulup doldurduğunda odanı ve sevdiğin şarkı eşliğinde yaparken gününün planını bu çöplüğü hatırla. Geride bıraktığını düşündüğün ama aslında sadece gitmesini istediğin her şey, acıların, hayal kırıklıkların umutsuzlukların burada. Hiçbiri hayatına devam edemiyor. Sadece istemediğin için, içinde bir parça da senle birlikte can çekişiyor.

Canının ilk yandığı anı düşün.
Çok yandığı.
O an durmalıydı hayat, zaman her şey.

İnsan çok acımasız bir hayvan.


Sevgiler