Bu Blogda Ara

22 Aralık 2016 Perşembe

Nereye atıyoruz bu sözcükleri?

Çoğu sahiplenilmiş
Kimsesiz
Ve kurulamamış yüzlerce cümlenin
Naif kırıntıları

Yeterince vakitleri olsa
Sıra onlara geçse
Şu tam üzerlerinden geçen kuyruklu yıldız
Onları seçse

Çünkü Ben 
Onlar anlamları olmadan dayanamazken
Nasıl oluyor da yapabiliyor
Suskunlar

Sanki hiç olmamışlar
Bir yeşilin tam ortasına
Doğmamışlar
Meraklı ölümlüler

Hesapsızca atılan
Ya da bir tanıdığa verilen 
Oyuncakları gibi çocukların
Gülümsemeleri donmuş

Oysa her sözcük
Aynı her oyuncağın olduğu gibi
Bir amaç ve biraz da duyguyla
Bir ruha aittir
En fazla üzerine alınırsın


Hikaye Dükkanı -2-

Çarşı dünyanın üç büyük merkezinden biriydi. Bebekliğim değilse de çocukluğum, sevgimi ve tüm hayallerimi sahip olmak istediğim nesnelere yönlendirebildiğim zamanlar, ergenlik yıllarım, hayatın, istediğin bir şey olabilmekle bir şeyler yaparak bir hayata sahip olabilmek çıkmazının, kentsel dönüşümden yalnızlaşmış sokağını tanımak için debelendiğim zamanlar. Konu problemse sorun değil boşuna fen-matematikçi olmadık önermelerim ve herkes yaz tatilinde biz niye esnafçılık oynuyoruz feryatlarım hep bu çarşıda geçti. Babam çarşının göbeğinde, kendi babasından kalan bu dükkanda kuyumculuk yapar, konunun sadece bir meslek olmadığı, zanaat, hatta yekten sanat ve göz nuru olduğuna sıkı öğretilerini hiç sorgulamadan inanır ve hiç sorgulamadan yaşayan insanlar ne kadar mutlu olursa o kadar mutlu olarak hayatını sürdürürdü. Dü, çünkü öldü. Battı çıktı, kızdı küstü, sevindi avundu, uzadı kısaldı ama sümüklü böceğin güzergahta bıraktığı ıslaklığı kurutmadan, yolundan sapmadan öldüğü gün dahil dükkana geldi gitti. Hayattayken bana bıraktığı nasihatlerden ve ettirdiği yeminlerden dolayı, hastalığında bile bu dükkanda başka bir iş yapılmasına izin vermedi. Ölümünden kimi ritüeller kadar bir süre sonra annemle konuşarak dükkandaki alet edevatı ve diğer şeyleri birine satarak dükkanı hikaye dükkanına çevirdim. Arkadaki küçük atölyeyi saymazsak zaten iki küçük masayı ancak sığdırabildiğim dükkana daha geniş bir masa ve iki sandalyeden başka bir şey koymadım. Daha önce söyledim, hayatta tek vazifesi hikaye anlatmak olan birisinin başka bir uzmanlık alanıyla meşgul olması mümkün değildi. Hayatta her şey insanın gerçeği olabilmek için gerekli zamanı, türlü biçim testlerle, binbir suratlı karşılaşmalarla deneyerek kolluyordu. Benim zamanım için babamın ölmesi gerekiyormuş. Şimdi tüm birlikte geçirdiğimiz zamanın aksine vasiyetine sadık kalmamıştım. Allah affetsin, mümkünse. Çünkü babam bunu önemser. Affederse de bunu babama bir şekilde bildirsin, çünkü artık direkt kontak kurabilecek yakınlıktılar varsayımlara göre. Ben sonra öğrensem de olur.

İlk zamanlar çarşı esnafının meraklı bakışları, taziye ziyareti kılıklı merak gidermek için yapılan ziyaretler, Şener Bey mezarında ters dönüyordur, bu çocuk kafayı üşüttü, allah ıslah etsin bakışları, bir kaç davudi sesli baba dostunun usturuplu nasihatleri, ne iş yapıyorsun yani şimdi gibi anlamaya çalışan sorular ve yüksek bir yerden atlayarak intihar etmeye çalışan biriymişim gibi acıma dolu bakışlarla geçti. Dükkanın tabelasını değiştirmiş ama rengini ve yazı karakterini ellememiştim. Çok merak edip de başkasının ayıbından utanma seviyesini geçmiş kişiler de girip sorar olmuştu. Onlarla yaptığımız ayaküstü sohbetlerde konuyu çok anlamamış ama bakışlarında yaptığı işe inanan birinin tatmini ve biraz tebessüm ile ayrılmışlardı. İş çok basit ama kolay değildi. Çoğu zaman gümbürtüye giden, karmaşanın içinde kaybolan, yaşayan kişinin bile kıymetini bilemediği daha doğrusu o duyguya hakkını veremeden yaşamak denen telaşın peşine düştüğü, hüzünlü, neşeli, komik, trajik, dramatik onlarca öyküsü vardı. Bunların en hafifinden kişiler tarafından anlaşılmaya ve sonra da belki iyi bir anlatıcıya ihtiyacı vardı. Ancak yaşlanınca içinde rahat dönebildiği anıları nasihat şeklinde anlatmaya ve oradan da yine kendi için bir yaşam enerjisi, bilgelik bulmaya çalışan insanların hepsi aslında hiç anlatamadığı ama o duyguya, o ana isabet eden hikayelere tanık oldukça iç çekerek, onlarla tekrar yüzleşerek, içlerinde bir yerlere yerleştirmeye çalışarak vadelerini dolduruyorlardı. Hayatım boyunca kurduğum insan ilişkilerinde istemeyerek de olsa bir çeşit kanal olduğumu hissettiğim bu görünmez tezgahı artık herkesle paylaşmak ve hissettiğim bu hırsızlık duygusundan kurtulmak istiyordum. Çünkü herkesin hem anlatacak hem de duygusunu en doğru şekilde ifade edeceği bir hikayeye ihtiyacı vardı. Aylar sonra kapının üzerindeki şamandıra isteksizce şıngırdamış ve içeri giren gençten bir müşteri direkt olarak sormuştu "Köy yaşantısındaki yalınlığın içinde o hayatın gerekleri yüzünden ters düşmüş iki arkadaşın hikayesi var mı?" Ne için ihtiyacı olduğunu sormamış, dedemin yok yere 4 yıl hapiste kalmasını sağlayan kan kardeşi ile olan hayvan dalaşını anlatmış, ondan para istememiş hatta teşekkür etmiştim. Hikayedeki isimler ve aynı detaylarla bir dergide okumuştum daha sonra hikayeyi. Referans olarak yazının altında dükkanın adından bahsetmişti. Sonrasında dükkan turistik bir nokta gibi insanlarla dolmuş taşmış, hem hikayelerini anlatmak hem de yazacakları öykü, roman, şiir için ya da çekecekleri dizi ya da film için iyi bir hikaye arayan senarist ekiplerin akınına uğramıştı. Belirli bir seans süresi olmadığı için artık randevu ile çalışıyor ve her günü dolu dolu geçiriyordum. Çarşıdaki esnaf garip bakışlarla dükkanın önünden geçiyor, bazen 5 dakika bazen ise saatlerce süren sohbetlere sessiz film gibi dikkatle bakıyorlardı. Bu işten ise en çok çarşının çay ocağı mutluydu. 

Yine de bütün bu inanılmaz hikayeler ve tatmin edici iş hayatımdan zaman zaman kaçıp, kim olduğumu hatırlamak istediğim uzaklara, ıssızlara kaçmak isteğim kaybolmuyordu. Bugün olduğu gibi. Dilsizler köyünde gözümü açtığım an o kadar gerçekti ki, bu sefer babamın kabirde ettiği tenkitlerin artık bir şekilde beni  hayattan alıp başka bir diyara götürdüğünü düşünmüştüm. Kendime geldiğimde dükkandaydım. Kapının şıngırtısı ve kapıdan giren müşterinin donuk bakışları çarşının gerçeğini perdeliyor, az önce bulunduğum yerin gerçekliği akılcı bir cümle kurmama engel oluyordu. Kapıdan giren müşteriyi tanımıyordum, genelde tanırdım çünkü böyle bir şeyin alıcısı milyonlar olmuyordu. Meraklılardan biri zannedip klasik giriş cümlemi kurmuştum; "Nasıl bir şey bakmıştınız, çok neşeli hikayelerim var." Cevap hiç beklemediğim yerden gelmişti; "Şener Demir'den beyden bir mektubunuz var, almak ister misiniz?"

1 Ekim 2016 Cumartesi

Hikaye Dükkanı



 Hayat iter. Bazen kenara, bazen ortaya bazen de dışarıya. Prensip gereği, başka bir şey çeker de denebilir. Hayatın seni istediğinden çok isterse bir şey seni, pekala yoldan ayrılıp, seni daha çok isteyen yere doğru ilerlersin. Çekim yasası da pek çok şey gibi adil değildir. Yine öyle olmuştu. Dışarılar beni olağandan daha çok istemiş, ben buna hayat niye ben itiyor ki yine diye bakmış ama içten içe neden beni yeterince istemiyor ki diye hayıflanmıştım. Dışarıları da severdim. Ama hayata büyük bir çember olarak baktığımız zaman, dışarıya doğru ilerledikçe içinde bulunduğun çemberlerin büyüdüğünü, kaybolmanın daha kolay, aynı noktaya gelmenin daha zor, genişleyen evrende kendini daha yalnız hissetmenin ise kendiliğinden olduğunu anlardık. Bu yüzden "circle of life" diye tanımlardı daha keskin tanımları olan diller. Merkez, şehirlerarası yollar gibi, tüm kavşaklarda tabela ile gösterilen, o coğrafyanın yerleşik düzenini, yaşantısını, özünü anlatan yerlerdir. İnsan bilimi kartografyadan çok farklı değildir. Zaman zaman kim olduğumdan, günlük yaşantımın kalabalık çarşılı merkezinden, o çarşıdaki her bir esnaftan çok sıkılarak kendimi dışarılara atardı . Artık o esnada yine dışarılar mı beni daha çok ister, ben mi içerileri yeterince istemem kurcalamazdım. Gitmek isteği kuvvetlidir, bilirsiniz. Gitmek gelir, gidersiniz. Çemberimin dışına çıktıkça, kendimi ağır hissettiren her şeyi yerleştirecek genişlikler buldukça rahatlar, daha da dışarılara göz dikerdim. Artık yabancılaşacak ihtimallere kadar yürürdüm. Bu sefer öyle olmamıştı. Çarşının en kalabalık günlerinden birinde, iki inzibat kollarıma girmiş beni yaka paça dükkandan çıkarmış ve yoldan uzaklara giden ilk vasıtaya bindirerek ücreti peşin ödemişlerdi.  Bildiğim tüm yolları deneyerek rotayı öğrenmeye çalıştığım muavinden bilgi yerine tavsiye alınca büsbütün korkmuş ve ağlayarak uyuyakalmıştım. Uyandığımda balıkçı köyünden devşirme bir tatil beldesinde, kıpırtısız yeşil suları denize karışan bir nehrin denize korkarak uzandığı kıyısındaydım. Ahşap bir iskelede, tek başıma, yüzüstü yatarken açtığım gözlerim hala kırmızı, yolculuğun uzun sürmüş olmasından olsa gerek belim biraz ağrılı, başımın altındaki kolum uyuşuk, çok zırlamama dayanamadığı için muavinin verdiği Bonsaiden zihnim bulanık, hafızam suskun ve biraz terlemiştim. Gözümü diktiğim karşı kıyıda, keşişlere özgü sakinlikte, birbirleriyle hiç konuşmayan, sabırla önlerinde kıpırtısız suda harita imleçi gibi sabit duran şamandıraya bakan iki çocuk gördüm. Hangi çocuk  kadar heyecansız ve konuşmadan balık tutabilirdi ki? Az ileride, nehrin çekingenliğine fırsat tanımayan denizin büyüklenerek nehri öptüğü boğazda demirlemiş iki balıkçı teknesinde ağları diken iki tayfa. Susuyorlar, çünkü hava çok sıcak değil, konuşmuyorlar. Kaptanlar, paylarına bir şey düşmemiş kısmetlerine küfrederek, balıkçılığın eski tadının kalmadığından, orta ikide okulu bırakıp babalarının teknelerinde işe başlamalarından, global ısınmadan, kirlenen denizden, şehirde okuyan piçlerin büyük teknelerle trol avcılığı yapmalarının deniz altı hayatının anasını bellediğinden konuşup, yaklaşan kayığa binip gidiyorlar. Belki yarın, kısmetlerine boyun eğen herkes gibi, akşama Rıfat'ın kayıkhanede rakı sofrası kurmaktan, buzhaneyi büyütmekten, çocukları ilçedeki özel okula gönderme planlarından bahsedebilir, yine dördüncü dubleden sonra orta ikideki yaz aşklarından, onların çok şehirli hayatlarından, aslında onlarla olsalar dünyanın en mutlu adamları olabileceklerinden konuşabilirler. Bugün değil. Ama nasıl olursa olsun, kaptanlar limana ayak basar basmaz tayfalar kaptanın kamarasına girer, kasetçaları çalıştırır, sesi sonuna kadar açar ve bir sigara yakıp küpeşteye oturup ufka bakarlardı. Bunlar susuyor. Neresinden baksan tuhaf bir yere gelmiştim. Bırakılmıştım daha doğrusu. Bu dilsizler köyünde, işi konuşmak olan biri olarak, işi derken hayattaki görevi, bu oyundaki rolü anlatmak olan, gördüğünü ve kimsenin görmediğini, bazen ortada olmayanı, sese söze gelmeyeni, dile dudağa çarpmayanı, büyük küçük sesli uyumuna uymayanı, yerli yersiz, arlı arsız anlatmak olan benim burada ne işim olabilirdi?

Güneş görev başında olduğunu müjdelediğinde iskeleye, gözlerim karardı. Tatlı bir uyuşuklukla, hiç konuşmadan ama hiç susmadan bir boşluğa düştüm.

Uyandığımda, dükkanımda, tezgahın üzerinde kollarımı kavuşturmuş üzerine başımı yaslamış dışarı bakıyordum. Çarşıya. Bitmek bilmeyen döngüye, uğultuya, kalabalığa.
Aklım dilsizler köyünde kalmıştı. Söze küsen çocukların sakinliğinde bir kare geldi gözümün önüne. Dükkanın kapısının üzerindeki şamandıra hareket etti şıngırdayarak. Kapı açıldı. Şamandıraya baktım. Kırmızı. Durağan. Gelen müşteriydi.

"İyi günler, nasıl bir şey bakmıştınız? Çok neşeli hikayelerim var."

9 Eylül 2016 Cuma

Kuş Uykusu

Neyimiz az kondu acaba? diye sormuştun alçaktan uçan bir martının kanatları tam üzerimizden süzülerek geçerken.
Çünkü hiç fit olmayan martı görmedim?
Bazı zahmetsizlikler çok martı,

Kendisi olmak dışında görevi olmayan
Ve umursamadan karşılığını sevebilen şeyler
Çok martı

Martının tavuk döner olması mesela
Senden benden olamıyor
Ne kadar denesek de

Sonra sen işaret parmağını alt dudağımın üzerine koymuştun.
Her ilgilendiğin konu ile ilgili şebeklik yapmam gerekmiyordu.
Parmak bana dokunmuştu,
Sen kafanı denize doğru çevirmiştin
O anda donması gereken şeyler listesi artmış
Adalet liginden en az iki süper kahraman sana aşık olmuştu

Şah damarının ritminde kaybolan bizler
Anlatılan hikayeyi dinliyorduk usulca
Parmağının iz bıraktığı yer renk değiştirmişti

Kahramanlar o renk değildi

5 Eylül 2016 Pazartesi

Eylül'e en iyi cevap Eylüldür çünkü

Geldi karşıma oturdu. 
Kolları dirseklerine kadar sıyrılmış
Eti kemiklerinden ayrılmış
Nedense sebepsiz kayırılmış 

Biraz mütebessim

Sebepsiz özlediğim
El işi cam gibi içine kendimi üflediğim
Ne biliyorsam söylediğim

Ketumdur biraz
Gücü sessizliğinden

Duruşunu düzeltti.
Durduk yere kaşını kaldıran
Sağa sola saldıran 
Kardeşi kardeşe kırdıran

İnsan en çok gelişine seviniyor. 
Bir de gidişine

Konuşacak gibi oldu.

El ettim durdu.
Konuşsa oyun yükselir
Hayal kırıkları uzaklardan seslenir
Henüz bilmediğimiz dertler gelir bize eklenir.

Sınırlarında doğmamış olsam
Seninle hiç işim olmaz ama
Senin rüzgarında harmanlanmış ruhum
O yüzden atsam atılmıyor
Satsam gönül razı değil.

12 Ağustos 2016 Cuma

Haybeden Gerçeküstü

Bir zaman makinesine binip gitmek istiyorum dedi. Beceremediğim şeyler listesine eklensin; gitmek isteyeni durduramıyorum. Hem de hangi yöne ya da zamana gitmek isterse istesin. Gitmek güçlü dürtüdür çünkü, dinlemek zorunda kalırsın, kaçamazsın. Çok ısrar edilsin istersin ikna olmak için ama sonra ikna edildin diye kızarsın, hiç olmadı ikna oldun diye. En iyisi gitmektir böyle durumlarda. Geride kalanla sende olan hesap ya bitmiştir ya da artık üstü kalsındır. Kimsenin daha fazla bir şey hatırlatması gereken bir yerde değilsindir. Ama zaman enteresan kavramdır. Zaman benim tekelimde olan garip bir üründür. Makinesi dahil her türlü alet edevatından lisans parası kazanıyorum. Babamdan kalan dede yadigarı metronom ve köstekli saat durmadan çalışıyor ve bazı dedelerin çok tuhaf nesneler bırakmak huyları hiç değişmiyor. İkisi de evrenin oluşumdan beri, hem akışı hem de onun pezevengi zamanı üretiyorlar. Besbelli büyük büyük büyük dedelerim gök bilimi ile iş olmasa da hobi mahiyetinde ilgilenmişler. Zamanı bulmak, akışı yaratmak kadar zor. Yani enstrümanı bulup ona kılıf, güfteyi bulup ona beste, bebeği bulup üstüne zıbın dikmek gibi. Bu biçtikleri yenilikçi ve radikal don onları hangi eski zaman işkenceleri ile arkadaş etti bilmek zor. Çünkü tarih işkencecileri işkence görenlerden çok anlatan bir medya. İşkence ise yenilikçi, yaratıcı ve doğal olarak hep güncel bir müessese. Çok az şey kendini bin yıllar boyunca sürekli ve heyecanla yenileyip ileriye taşır. Bir yönü ile taltif ettiğim bir olgu işkence ve hemen peşinden de ne yapmayı tasarlıyor olursan ol, hem besini hem değişkeni insanların içinden olsun diye aklımdan geçirdiğim. Çünkü insan hem en karanlık hem en aydınlık şey. Sıklıkla her ikisi birden. Öğrenen, evrilen, hatta topluca ilerleyen bir varlık insan. Dolayısıyla hem cennet hem cehennem olarak devam ettikçe hayatına, işkenceyi de yaşatıyor. Beceremediğim şeyler listesine şerh düşüyorum. Bu liste böyle büyür gider diye düşünüyorum. Ne diyorduk? Evet bizim büyükler; illimunati yöntemlerle izlerini kaybettirmiş olacaklar ki dedem dediğim adama kadar bu iki dahiyane sırrı ve çok dünyevi götlerini güvenle taşımış, hatta abartıp son iki nesli eceli ile ölecek kadar iyi gizleyebilmişler. Oturma odasındaki tanrı kadar yaşlı büfenin içinde çalışan bu iki gizem, saatleri ayarlama enstitüsünde kendilerini üstün zekalı zanneden insanlardan, t ye kafasına göre değer verip sorun çözdüğünü sanan sözüm ona akıllılara kadar herkesi başarıyla kandırıyordu.  Bense zaman zengini paşa gönlümle saate bakıyordum. Faiz hesabından çok anlamam çünkü zaman eskidikçe değeri artan bişey. Son beş dakikadır susuyorduk. Önümüze, önümüz derken gövdemizin önündeki yere, yerdeki halıya, halıdaki acem desenine, desenin köşesindeki ilmek hatasına, hatanın oluştuğu anda halı dokuyan kadına çocuğunun yaptığı densiz şakaya, çocuğun kendisine, gençliğine ve ihtiyarlığına, talihsiz ölümüne bakıyorduk. Konu uzundu. Vaktimiz vardı. Usul bir ses duyuldu. Bu türlü anlarda sıklıkla olan bir şeydir bu ses duyulması. İnsanın mutlak sessizlikle baş edememesinin bir ürünü olarak türer ve genellikle sessizliğe sebep olan şeyden oldukça alakasızdır. "Getafe maçına üst oynayacaktık." dedi ses. Nasıl oluyorsa beyinde daha alt katmanlarda açık unutulmuş bazı programcıklar sizin yanıt beklediğiniz daha önemli anlarda bir anda tüm sistemi ele geçiriyor. Bu sesi o da duydu mu acaba diye dönüp yüzüne baktım. Acem çocuğa üzülüyordu. Ya da anlayamayacağımı düşündüğü bu ayrılık için aynı duyguda kalmayı deniyordu. Saygıdan. En azından benzer önemler atfediyoruz diye hissedebilirdim. Bu neyi kolaylaştıracaksa! Gerçi yine de bu sessiz anlaşmalar iyidir, çünkü eminim şu an ki sessizliği, halıya bakarken kafasında yankılanan "Şimdi ayaklara bakınca gördüm, pedikürü üç haftadır erteliyorum." sesine tercih ederim. Dedelerin garip eşyalar bırakması gibi babaların da garip hayat dersleri, nasihatleri vardır. Benimki ; 'Bu hayatta üç şeyi bekletme oğlum, ölüyü, gideni ve aidat ödemelerini' Ne yüce bir nasihat! Aidat kafam kadar olmuş, kapıcıya çöp vermeye çıkamıyorum kapının önüne. Yine de babamın cenazesini aynı gün defnetmiştik. 1/3 kötü oran değil. Ne kadar üç sevdiğinle alakalı. Anlamadığım konulardan biri, adam zamanın üreticisi, babamdan bahsediyorum. Senin tarih dediğin adamın eski rekoltesi, periyodunu saydığın, kavuşmak için geri saydığın, yıllarca hatırlayıp kutladığın, şudur budur diye elli yeri etiketlediğin şeyin üreticisi adam, yine de öldü arkadaş. Çalışan şey yoruluyor, prensip bu, hangi düzlemde olduğunun önemi yok. Neyse kafasını kaldırdı. Git dememi mi bekliyordu, hiç bilemeyeceğim. Sormayacağım da. Sormak istediğimi dahi anlamış olmayacak belki. Çok konuşmamış dolayısıyla susamıştık. 'Bi bira içer misin?' diye sordum. 'Bibi ra ne demek?' diye soruya soruyla karşılık verdi. Anlaşamadığımız aşikârdı. 'Ben kalkayım o zaman' dedi. Kalk demedim. Demem gerekmiyordu. Eğer gerekmiyorsa bişey demiyordum.

29 Temmuz 2016 Cuma

Düşüş Falı

Yanyana oturuyorduk. Omuzlarımız samimi, popolarımız komşu, baktığımız ufuk ortak ve güldüğümüz şeyler aynıydı. Çok ucuz gelebilir ama bir buluta bakarken tam o anda benzer coğrafyada başka birinin aynı buluta bakıp kendi içinde yolculuğa çıkması insanı seyahat arkadaşı yapar diye düşünürüm. Birlikte yapıldığında insanları birbirine inandıran şeylerden gülmek ve aynı buluta binip gezintiye çıkmak, birlikte susmak kadar etkilidir. Tam bunları düşünüyor ve gülümsememe engel olamıyorken aynı anda ellerimizi kaldırdık. Ben iki elimde bir üçgen yapıp ufuktaki onunla oyunlar oynamamızı isteyen bulutu içine alırken o ise telefonunun kamerasını çıkarıp aynı bulutu kadraja alıp fotoğrafını çekti. Yöntemlerimiz farklıydı bu anlaşılabilirdi. İkimizde o anı hep yanımızda gezdirmek istiyorduk. Kafamı çevirdim, fotoğrafladığı ana bakıp, doğru olduğundan emin olup telefonunu kapattı. Çantasına koydu. Bilekleri ince, dirsekleri çıkık ve omuzları genişti. Dönüp bana baktı, ikimiz de bu anı kaydettik önce, sonra gülüştük. Tam işlerin, güzel, komik, büyülü olduğu andan çıkıp garip olmaya başlamasına çeyrek kala konuştum;

- Kötü bir karşılamaydı, özür dilerim. Hala yeterince utanıyorum, o yüzden bunu bu akşam konuşmayalım lütfen.
- Gördüğüm en şapşal telaş tecrübesiydi. Ben teşekkür ederim, ama sanırım ben bunu daha çok konuşurum.
- Sahnem yeterince inandırıcı olduysa bu övüneceğim birşey olur. Aslında en olmaması gereken yerde telaş ve heyecandan işleri batıran biri değilimdir.
- Yorum yapmayacağım.
- Neden?
- Konunun kendiliğinden ölmesini bekleyeceğim.
- Hiç olmamış gibi yapamayacaksın..
- Hayır :)
- Şey o zaman, gülüş falı, sempatiklik kartı da derler, tüm bebek canlıların hayatını sürdürmesine yönelik gelişmiş, hissettirdiği saflıktan ve naiflikten vazgeçmek iştememiş olacak ki insanlar, yetişkinler gözünde de fazlasıyla etkili bir karttır.
- Hmmm..
- Tecrübe ve dağarcık geliştikçe evrilmeye çalışılan ama özünde o çocuksuluğu taşıyan ve en nihayetinde nereden başlarsa başlasın en güzelinin o önyargısız, koşulsuz ve egosuz yaşanmasıyla tecrübe edilen bir andır.
- Herşeyi bir teoriye, düzleme ya da matematiğe mi bağlayacağız.
- Şey, güzel soru. Aslında öyle biri değilimdir.
- Nasıl birisindir peki?
- Öyle olmayan :)
- Kendinde olmayan, kime gittiğini de bilmeyen biri mesela?
- Biraz sert gelse de, kabul etmeliyim. Bir yere gidemeyen ve açıklamalarıyla kendi duvarlarını karalayan diyelim.
- Güzel cevap.
- Sözlüm iyi geçtiyse hocam, otursam?
- Oturunuz çekirge.
- Siz oturmaz mısınız?
- Tercih etmem.
- Ne kadar oturmazsınız?
- Oturursam kalabilirim. Kalırsam düşebilirim, düşkünleşebilirim, düştükçe düşkünleşebilirim, düşkünleştikçe düşebilirim. Bunların hepsi oturmaya devam etmem için sebepler olurlar. O sebepler bir süre sonra dayanamaz kalkarlar, vapurun saati kaçıyor olabilir. Az olduğu için doyulana kadar yenemeyen yemekler, daha tam sıkılamadan giden misafirler, sadece sen istedin diye çıkılamayan tatiller o yüzden güzeldir. Özlem tadı kötü sanılan ama öyle olmayan birşeydir. İnsanlar başa çıkamadıkları için öyle düşünürler. Bense içine kıymık batmış gibi hikayesini ödünç alamadığın insanların özlemini duyarım. O yüzden yerleşmek için coğrafya seçmem, her yerde yaşarım, bir yerlerde yazarım, birileri yayınlar, herkes kazanır. O yüzden az otururum, bir sigaralık.

Kafam karışmıştı. Açıklaması o kadar doğru, o kadar net fakat o kadar sekti ki bilmeyene tadı acı geliyordu. O benler, sonunda inandığım bir kavuşma ya da yeniden buluşma. Yeniden olma, yeniden başlama, yeniden daha iyi ama tadı tanıdık bir nevresim, kokusu kalıcı, kalabilen, gitse de kalabilen, kalsa da gidebilen. Olmayacaktı. Ya içine batan kıymıktan uzun süre oturamayan bu kadın o kıymık çıkmadığı için oturamamazlığına bir gerekçe yaratmıştı, ben gibi, ya da tüm kapıları açık gölünde yaz ortasında püfür serin oturuyordu. Tek oturduğu yer orasıydı. Onu anlamak için sordum;

- Ooo, tamam hocam, çok hızlıydınız, not alamadım.
- Nota ihtiyacı olmayan birine benziyorsunuz çekirge.
- Sistem onaylanmak üstüne malesef hocam, nota olan ihtiyacımız kota olan ihtiyaç kadar.
- Nota ve kota yatırım yapmayınız çekirge.
- Neye yapalım hocam?
- Bota!
- Mülteci işinde iyi para var diyorlar hocam.
- Hem parası iyi, hem ne kadar çok hikaye o kadar zenginlik çekirge.
- Hem bol bol ben falı, daha iyisi Malatya kayısı
- Şamda cuma namazı diyorlar
- Vakit geçti hocam, kaza yaparız.
- İnsanı bağlayan iskele babalarınız ahtapot misal çekirge.
- Biraz daha kalsanız, kahve içer fal bakardık.
- Ben falı çekirge, konuyu değiştirmeyelim. Burada bulunma sebebimiz.
- Ben falı hocam, ruhunun ruhuna eklendiği bir gecede tesadüfi Küçük Ayı Takım Yıldızını şahit yazan bir müptezelin yeniden doğma dogması.
- Dogmalar iyidir çekirge.
- Kayıp derler, türlü çeşidi vardır?
- Türlü dediğin yemektir.
- Alınmak onlardan biri, kendisinden alınan birini, yıldızların şahitliğinde arayan, yani aslında aradığını bilmeyen ama içten içe yolunu yönünü değiştirerek o karşılaşmayı bekleyen, bekledikçe inançsızlaşan, eskiye takılmış, eskide kalmış, sonuçta ekside kalmış bir müptezel.
- Eskinin eksikliği, hmmm, ne güzel bir söylemek çekirge.
- Benler, fazlasını sevdiği birinin, olmadığında en yokluğu çekilenleri, baktığı her yerde peydahlanıp bu müptezele görünür olması. Yerli yersiz anlatması.
- Ben falı dediğin, gerçekten sen falı çekirge.
- Nerede yaşıyorsun?
- Gereksiz bilgi ama şu an İngilterede, on günlüğüne geldim buraya, yarın son günüm. 
- Her güzel şeyin sonu... Hocam?
- Duygular herkesin ortak malı, sonlanmıyor, sen orada olamıyorsun artık. Başkaları için hep varlar, hep olacaklar çekirge.
- Devam edemiyorum hocam.
- Çekirge.. Ben falı bakabildiğin için ne kadar şanslı olduğunu unutuyorsun. Birisini bu kadar sevebilmiş olduğun için, devam etmen gerekmiyor belki de.
- Hocam..
- Kendine bu bencilliği yapma çekirge. Var olan herşey ortak yapılandı. Giden ya da alınan artık olmuyor ama sende kalanlarını da bırakamazsan gitmiş de olmuyor. Aç avuçlarını çekirge, ellerin kanıyor. Kendine batan kıymıksın.
- Denedim, yapamıyorum.
- Ne yaparsan yap, sana olacak olan şey gelip buluyor seni. Karmanın karışık oyunları yok. Karmaşıklaştıran biziz. Bunun sana olmuş olmasına izin ver. Başkalarının olmasına da..

İç sesime döndüm. Düşünceli, önüne bakıyor. Peşinden sürüklenip, buraya beni savuran, kaçamayacağım şeylerin ve yüzleşmem gereken şeylerin planlayıcısı. Bazen bazı gerçekler öyle güçlü yerde genzinize kaçar ki, burnunuzdan çıkar ama mutlaka geri çıkar. Size yapması gerekeni yapar ve çıkar gider. Arabaya dönüp Bahar'ın fotoğrafıyla konuşup, onu öpüp koklayıp vedalaşmak istiyordum. Canım sevgilim. Ancak sen, gittikten sonra bile bir yolunu bulup sabırla, gerçek mi rüya mı olduğunu bilemediğim rüyalarla bana yol göstermeye çalışırdın. Çok sabırlıydın. Çok dirayetliydin. Çoktun. 

Sevdiğimiz biri öldüğünde bakmak istemeyiz bazen, onu öyle hatırlamamak için. Oysa giden insanın ardından bakmak lazım, iyice bakmak lazım, uzun uzun bakmak lazım. Bahar'ın mezarına hiç gitmediğimi hatırladım birden. Bu inkar halini dayanılmaz bir üzülme hali ile sebeplendirip kaçtıklarım geldiler, yan kayaya oturdular. Çok kalabalık oldu burası. Çok sıkışık oldu. Çok karanlık...

- Hocam
- Gitmen gerekiyor çekirge biliyorum.
- Senin benin bile yok.
- Biliyorum çekirge...

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Gülüş Falı

Bazı yolculuklar çok uzun sürer. Onlar genelde bir yere varsın istediğimiz yolculuklardır. Çoğu zaman o sonuç için çıkılmıştır yolculuğa ve netice hasıl olmadan ne geleceğimiz ne yolculuğun kendisi anlam bulur. Analog zamanın insanlarının anlayabileceği kadar emek yoğun hatta hak edişli süreçlerdir o yolculuklar. Sonuçta kimse kimseyi, neredeyse kimseye ve kesinlikle hediye etmez. Ama işin tuhaf tarafı tanımlar ve dolayısıyla anlayışlar ve yaşam başkalaştıkça hayata analog kalmak bir mağduriyete dönüşür. Beklentisiz yaşamayı geliştirmişler diye duydum son güncellemede, fakat donanımım yetmediği için yükleyemedim. Işık yılları mesafeden ithal edilmiş bir ihtimalin peşinde direksiyon sallayan biri olarak, yolda beni geçen herkesin ona benden önce ulaşacağını düşünüyordum. Uzun zamandır olmadığım kadar sinirli, heyecanlı ve ürkektim. Arabayı otoparkın çıkış kapısından sokarak, bir kaç güvenlik görevlisinin aşırı dikkatini hatta düşmanlığını kazanarak sahile en yakın yere bıraktım arabayı. Güneşliği kapatırken göz kırptım Bahar'a. Küçük bir ayrılık olacaktı bu, birazdan onu yeniden bulacak, onun varlığının iyileştirdiği ruhum ve iç sesimle el ele arabaya geri gelecek, güneşliği açıp ona teşekkür edecektim. Asıl iş ondan sonra başlayacaktı. Önce ruhunun beni hatırlaması için bütün mektupları birlikte okuyacak, yıllardır mahrum kaldığı yemekleri birlikte pişirecek, bu arada kaçırdığı ikibinaltıyüz şarkıyı dinleyecek, kaçırdığı filmleri diz dize izleyecek, bir gün birlikte gömülürüz diye aldığım Gökçeada'daki arsaya birlikte bir ev çizecek, dünyaya barış getirecek, suçluları affedecek, açları doyuracak, yoksulluğu ortadan kaldıracak ve nükleer başlıkları saksı yapacaktık. Arabanın kapısını hızla kapatıp kayalıklara doğru koşmaya başladım. Saat 17:58 idi. Buluşma yerine yaklaştıkça yavaşlayıp yürümeye başladım. Daha baştan bir ucube gibi görünmek istemiyordum.  Telefonun kamerasını açıp nasıl göründüğümü kontrol ettim. Elimle cebimi yoklayıp çakmağın yerinde olup olmadığına baktım. İçimde çalan müziğin ritmi yükselmişti. Bir gün bu yeniden buluşmanın nasıl bir film olabileceğini düşündüm. Ya da inananlara anlatılan bir şehir efsanesi. Varlığın, yokluğun, çokluğun ve hiçliğin tanığı kayalıklar, oyunbaz bir güneş, deli gibi atan bir kalp, uslanmaz bir içses ve ölü rutinlerin eşliğinde bir geri dönüş hikayesi. Bu hafta sinemalarda;  Hiç Olmadı Ayran. Nasreddin Hoca'yı hikayede anlatılanın aksine selamlayan, insanları inandıkları şeyin peşinden sürükleyecek epik bir serüven. Aklımdaki ödüllü yönetmen tatmin olmuştu. Saate tekrar bakıp saatin tam 18:00 olmasını beklerken çevremdeki insanların delirmesine tanık oldum. Herkes ya ellerini kaldırıyor ya da çığlıklar içinde yere yatıyordu. İki elimde bir kamera kadrajı yapıp en iyi anı yakalamaya çalışıyordum bu sahneden, kesinlikle final sahnesi olmalıydı. Yıllarca inandıklarının peşinden gitmeyen insanların bu hikayenin etkisi ve ihanet ettiklerini düşündükleri hayalleri karşısında teslim olması. Müthişti. Arkamdan gelen sesle irkildim ;

- Sen!! Ellerini başının üstüne koy ve diz çök!!

Arkamı döndüğümde devlet garantisine fazla güvenmiş dolayısıyla denetimi salmış, yaklaşık yüz kilo civarında, koşmaktan dalakları şişmiş, yanakları kızarmış iki polisin üzerime doğru koştuğunu gördüm. Olduğum yere varmalarına daha mesafe olmasına rağmen bana kilitlenmiş gözlerinden bana doğru bağırdıklarını anladım. Az önceki emir cümlesini tekrarlayarak, bunu yaparken büsbütün nefessiz kalmamak için derin nefesler almaya çalışarak koşmaya devam ediyorlardı. Animatrix serisinde izlediğim bir animasyonda gibi hissediyordum kendimi, bu düzenin açığını bulmuş, inanmış ve olmayacak bir şeyi başarmıştım, o yüzden yok edilmem gerekiyordu. Sonra fark ettim ki, otoparkın çıkışından süratle girmem, ışık hızıyla arabayı terk edip koşmaya başlamam ve sonra kalabalık bir noktada durup kıyafetlerimi kontrol etmem şüphe uyandırmıştı. Umarım öyleydi. Yakınıma geldiklerinde bana dokunmak yerine iki üç metre mesafede kalmışlardı. Bu esnada ben ellerimi başımın arkasına kaldırmış, buluşma kayasına bir metre mesafede betona diz çökmüştüm. Saat tam 18:00 olmalıydı. Polislerden görece insan olanı yaklaştı;

- Şimdi bir elinle ve yavaşça ceplerini boşalt ve kimliğini çıkar!

Söyleneni harfiyen yapıyordum. Çevrede az önceki final sahnesinde deliren tüm başarılı figüranlar başımda toplanmıştı. Daha utandırıcı bir sahne kurgulasam tahminen beceremezdim. Bu polisi ve dev figüran kadrosuyla oluşan sahneyi bir organizasyon şirketine gidip istesem gülüp geçerlerdi. Sigara paketini, cüzdanı, arabanın anahtarını, telefonumu çıkartıp beton zemine koydum. İç sesime kaçamak bir göz kırptım, onu burada bırakacak değildim. Tepemdeki polis arkadaşına başıyla işaret edip eğilip cüzanımı karıştırmaya başladı. Arkadaşı olan su aygırından hallice görevi dahil hayatındaki herşeye ihanet eden canlı az önceki düzensiz nefesine çeki düzen vererek ve namlusuna kurşun sürüldüğünü düşündüğüm silahı iki eliyle kavrayarak bana doğrulttu. Çevredeki tüm figüranlarla birlikte ben de nefesimi tutmuştum. Dakikalarca sürdüğünü sandığım bu "tıp" oyununu tepemdeki polis bozdu ;

- Sıradan vatandaş!

Biraz üzülmedim değil. İçinde bulunduğu bu film için bana teşekkür etmesi gereken adamın repliği olduğunu düşünüp kendimi rahatlattım. Çevredeki herkes orgazm sırasında omurilik soğanının komutayı devralması ve ortamı oksijensiz bırakması sonrası alınan nefes gibi derin bir nefes aldı. Zevk almıştık ve hala yaşıyorduk. Bu iyi birşeydi. Kara aygırı silahını indirdi. Yanımda eğilmiş polis doğrularak gölgesiyle beni boğdu. Ben ise hala dizlerimin üzerinde ve ellerim başımın arkasında duruyordum. İnce bir gölge polisleri ve figüranları yararak tam içimden geçerek beni kapladı. Kafamı kaldırdığımda gördüğüm gülümseme beynimin illimunati kıvrımına nakşoldu. Gelmişti. Tam zamanında hem de.

- Bu kadar havalı bir giriş beklemiyordum.
- Kolay kolay teslim olmam aşktan başkasına sahnesini çekiyorduk, şey ben biraz yönetmenim de..
- Telefonda mırıldadığınız şarkıya ve benlerden baktığınız fal olayına bakınca fazla aksiyonlu buldum filmi
- Seyirciyi şaşırtma kartımı kullanayım dedim.
- Başka kartlarınız var mı?
- Evet, polis göz gezdiriyor onlara şu anda.

Gülüştük. Polis elindeki telsize dört defada okuduğu kimlik numaramın karşılığında söylenenleri dinledi. Kara aygırı bir kayaya dayandı. Polis gülüşmeyi bölme kartını kullandı;

- Arkadaşım ne koşuyorsun durduk yere, arabayı tersten sokuyorsun otoparka, bağırıyoruz durmuyorsun. Ortada birşey yokken hepimizi şüphelendiriyorsun.

Herşeyi bir seferde söylemişti. Kafamı çevirip bakamadım diş reklamı yıldızına ama eminim bütün dişlerini göstererek gülüyordu.

- Memur bey kusura bakmayın, biraz acelem vardı.
- Ortalık karışık arkadaşım, dikkatli olun biraz.
- Özür dilerim. Herkesi de korkuttum.
- Al eşyalarını, yanındaki bayana dua et seni ekip otosuna almıyoruz.
- Sağolun. Sağolsun. Zaten kadınlar konusunda trafikten fazla ceza ödedim.
- Neden?
- Ereksiyon başında uyuya kalmaktan.
- ??

Kahkahasını tutamamıştı. O bırakınca ben de duramadım ve güldüm. Polis pis baktı. Kara aygırının kafasında toplanan kan geri çekildi. Polis biraz daha baktı. Dikkatle gözlerine baktım. Kafasını çevirdi, figüranlara sahnenin bittiğini müjdeledi. Herkes yapımcının karavanına doğru parasını almaya doğru yöneldi. Polisler uzaklaştı, ortam normalleşti. Arkamı döndüm. Hala gülüyordu. Bakıştık uzun süre. Sessizliği bozdu;

- Ben falıma bakıyor muyuz bugün?
- En az ben falı kadar etkili başka bir fal biliyorum.
- Neymiş?
- Gülüş falı.
- Eee, nasılmış falım
- Üç vakte kadar gülmeye devam ediyorsun, sonra hakem süreyi üç vakit daha uzatıyor ve ben falından bedava hayat çıkıyor.

Gülmeye devam ettik. Herşey daha mümkün dünya daha yaşanır ve hayat dsha anlamlı oluyordu. Kayalıklara tırmandık. Kıç oyuntulu kayayı bulduk, oturduk. Güneş batmak üzereydi. Gülüyorduk. Tam susmak üzereyken tekrar bakışıp gülüşüyorduk.
Gülüş falı açılmıştı.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Düş Falı

Devrik cümlelerimi doğrulttum. Bayramlık kelimelerimi kaldırdığım raflardan indirdim, naftalin kokmasınlar diye ağzıma attım, iki üç tur döndürdüm. Sırlarımı ucundan kenarından bağlı olduğu gerçeklerden koparttım, iyice sarıp şüphe çekmeyecek şekilde kamufle ettim. Bakışlarımdaki ışığı bir doz kısıp, kaşlarımın birleştiği yerdeki izi kızgın olarak algılanmayacak fakat yersiz mutlu da görünmemek üzere ütüledim. Ucu kaçık fikirlerimle ucu yanık umutlarımı da sabırlı olmaları konusunda yumuşak bir dille uyardım. Üzerimdeki gömleğe bela, saçlarımdaki beyazlara ise bir fatiha okudum. Bu sabah almadığım duş için teyemmüm opsiyonunu düşündüm. Sonra temiz toprak bulmanın temiz insan bulmak kadar zor olduğunu fark edip vazgeçtim. Ağız kokusu için naneli şeker, kimileri bu ihtimal için neler çeker ve yolda kalmamak için sağlam teker ayarladım. Aklıma Hakan Peker de geldi arada, açtım youtube dan; "Ateşini yolla bana". Ateşi önce bulmak sonra da en olmadık yerde kaybetmek için neler çektiğini düşündüm insanlığın. Sonra yine çakmak bahanesiyle tanıştığım ve an itibariyle gaza gelip abarttığım bir hazırlık içinde olduğunu fark edip toparlandım. Kendimi işime veremiyordum. Suratım attığım şaplaktan sonra iki kere odama uğramıştı sekreter. Normalde çağırsan gelmez, gelmeyişini sebeplendirmek için de türlü işe karışır, sonra işler karışır, birden gözleri dolar ve gelir o işi temizlemek için iki yüz dolar isterdi. Bugün ise dolarlara karışmadan kendiliğinden uğradı, ilkinde iyi olup olmadığımı sordu, ikincisinde ise öğle yemeğine çıkıp çıkmayacağımı. Çıkamıyordum. Odada göründüğüm yerden daha derindeydim. Bu hem korktuğum hem de ömrüm boyu karşılaşmayı istediğim şeye çok benziyordu. Hangi duyguda olduğuma karar veremiyor ama içten hissettiğim itekleme ile sürüklenmeme de engel olamıyordum. Biraz durabilsem, anı durdurabilsem, insani ihtiyaçlarıma, geçmişime, yüklerime, sözlerime bakabilsem. Beni hep gerçeklikten koparan ama içimde hep hakkaniyetiyle karşıma dikilen iç sesimle konuşabilsem belki açlığımı da fark edebilirdim. Sonra belki yemeğin verdiği rahatlama ile rutinlerimi bulabilir, onları sevebilir, her bıyıklının kimliğine bakabilir ve kesinlikle bu ihanetin içine girmeyebilirdim. İç sesime döndüm, telefonu kapattığımdan beri ortalarda yoktu. Herkesin yemekte olduğu yalnız bir anda masanın altına girdim. Sırtımı bilgisayar kasasına yaslayıp dizlerimi kırıp onlara sarıldım. Bu cenin pozisyonu beni hep rahatlatırdı. İç sesim göründü. Pis pis sırıtıyordu. "Neresindesin bu işin?" dedim. "İzin vermiyorsun!" dedi. "Hepsi senin planın!" diye suçladım onu,  "Gerçek olduğunu biliyorsun, izin ver lütfen" diye yumuşattı havayı. Hiç adeti değildi. O zaman emin oldum ki bütün bu darbe onun işiydi, başından sonuna. Küçük ayı yıldız takımına benzettiği benlerden olmuştu. Yine aynı düşün peşindeydi. Bu düş yüzünden kavgalar etmiş, küfürler etmiş, kilolar vermiş, olmadık işlerde çalışmış, olaylara karışmış ve yine aynı duygunun gölgesinde barışmıştık. O bu düşle uğraşmayı bırakmıştı ben de onu cezalandırmak için giriştiğim bedenimi yok etme çabasından vazgeçmiştim. Uzun zaman önce imzaladığımız bu barışı kimse bozmamış, hayatın kendiliğinden sona ereceği günü beklerken sıkılmamak adına rutinler icat etmiş, zaman zaman hevesli hatta bir amaç için, genellikle özlemle ve bitmeyen rüyalarla yaşlanır olmuştuk. Şimdi yine nereden çıkmıştı peki bu, onca zaman ve onca tecrübeden sonra.

Masanın altından çıktım. Herkes ofise dönmüş, benim odanın sahanlığına birikmiş neler olduğunu görmek için içeri bakmaya çalışıyorlardı. Bunu ayakta bir şeyler konuşuyormuş havasında yapıyorlardı. Doğruldum, sonra sanki bilgisayarın bir kablosunu düzeltmiş de rahata ermiş gibi geriye doğru esnedim. Sandalyemi çekip oturdum. Masanın sol üst çekmecesini çektim. Her dayanamadığımı hissettiğimde başvurduğum bu çekmece bir zaman makinesiydi. Özenle ortasından önce dikine sonra enine katlanmış mektupları çıkarttım. Kokladım. Hala biberiyenin kokusunu alabiliyordum. Derin bir nefes çekip, üstlerini parmak uçlarımla severek masanın üzerine koydum. Geçen hafta müdürün odaya girmesi ile apar topar çekmeceye sıkıştırdığım mektubun ucunun kırıldığını gördüm. Lanet ettim. Unutmuştum düzeltmeyi. İçlerinden bir tanesini seçtim. Arada yapardım bunu, Mektup Falı koymuştum adını. Her satırını ezbere bildiğim mektupların bana mutlaka yeni bir şey söylediğini biliyordum. 

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

13.Temmuz.06

Sevgilim,

Bu işi yapıyor olmayı bu kadar istemeyeceğimi hiç düşünmezdim. İşte yine ultra zengin bir tekstilcinin mutfağını çiziyorum. Ne garip, insanlar ona çok para harcadıklarında mutlu olabileceklerini düşünüyorlar evlerinde. Dün ne oldu biliyor musun? Keşif için gittiğim bu çok pahalı evin mutfağının balkonunda eski bir tel dolap buldum. Acaba oraya kaldırdıklarını unutmuşlar mıdır? Malatyalı bu aile, babannesinin evinden getirmiş herhalde Yılmaz bey. Alsam onu haberleri olur mu acaba dersin? Çünkü yeni mutfakla ilgili toplantıda bu dolaptan hiç bahsetmediler bile. Bizim mutfakta kesin baş köşe olur. Bizim ev demek ne tatlı. Zorlama, sen anlamazsın, erkek hastalığı :)

Neyse şimdi işe dönüyorum. İstememelerine rağmen mutfağın tam ortasına kocaman bir ada tezgah çizicem. Belki karşılıklı yemek yaparken uzanıp öpüşürler de kaşıklıktan bir kepçe adamın kafasına çarpar. İşte o zaman anlar ki yemekten beslenmek yemek yapmaktan beslenmenin sadece bir türüdür. O türü alır, bakar büyütür, yurtdışlarına okullara gönderir. Çünkü yabancı dil bilmeden olmaz. O da inşallah mesih gibi döner ülkeye de anlatır herkese sevmek nasıl biçim doyurucu bir besindir.

Olur mu dersin?

İmza: Dolap hırsızı

Hasretle
Bahar

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Ancak sen, naifliği salaklık mertebesini şereflendiren zibidi, ancak sen akıl edebilirdin bu tuhaflığı diye geçirdim içimden. İçimde kabartma tozundan fazla kabaran kekler gibi şişen duygu, özlem, hayranlık, geldi gözüme birikti. İç sesimle irkildim;

- Sana geri geleceğini söyledi.  
- Hayıır!
sesim korkunç yüksek çıkmıştı.
- Hayır, o gitti. Her insan gibi, öldü. Tam yeşerecekken çürüdü, toprak oldu. Anla artık!!
- Onu son gördüğün geceyi hatırla, odadaki herkesi dışarı çıkartıp yatağına oturduğun ve sonra onun gözlerini açıp zorla da olsa sana 'Fatih, üzülme bir tanem, dayanamıyorum. Bak sana bir şey diyeceğim. Bir anlaşma olarak al bunu. Eğer bir gün ben olmazsam, başaramazsam bunu, dönüp seni mutlaka bulacağım. Karşına çıkacağım, beni görebilecek kadar ayık olmalısın. Gökçeada'daki geceyi hatırlıyor musun, aynı sarhoşlukla, ayrı anlara ama aynı duygularla ağlamıştık. Sonra sen kafanı kaldırıp yıldızlara bakmıştın, içlerinde bir şey bulup beni güldürme derdindeydin. Sonra sanki çok önemli bir şey bulmuş gibi elinle işaret etmiş ve Küçükayı Takım Yıldızını göstermiş "Baksana büyük ayı senin tekstilcinin kafasına çarpması gereken kepçe değil mi aynı" demiştin. Bense senin Küçük Ayı Takım Yıldızını bilmemene gülmüştüm. Ama söylememiştim. İçime işlemiştin o an. Aklımın, kalbimin değil ruhumun bir yerlerine eklenmişti ruhun. İşte beni Küçük Ayı Takım yıldızından tanı, ben orada olacağım çünkü. Belki beraber şu Yılmaz beyin kafasına bir kepçe fırlatırız.' demişti.
- Sus lütfen, lütfen, ondan kalan en güzel rüyama dokunma
- Rüya değildi..
- Lütfen, yapma bunu..

Sessizlik olmuştu. Sanki bu anı biliyormuş gibi o mektup gelmişti elime. Mektup Falı hep çalışırdı. Şu an çalışıyor olmasını isteyip istemediğimi bilmiyordum. Gözyaşlarıma engel olamıyor, ofistekilere rezil olmaya engel olamıyor, bu ihtimale derinden bir yerden inanmak istiyor olmama engel olamıyor, engel olamıyor parantezine alınamıyor ve bir sosyalci düzensizliğiyle çözülemeyen bir probleme dönüşüyordum. Uzandım. Hiç açmadığım sol alt çekmeceyi açtım. Son tatilimizden bir fotoğraf, konser biletleri, kitap ayraçları, renkli bir topaç, özlediğim her şey. Fotoğrafı alıp mektubun üzerine koydum. Gözlerimi gözlerine dikerek baktım Bahar'ın. O yüz, o anlatsam anlatılmaz ifade, o gözler, yarışmayı benim kazanmam için dualar ettiğim gözler. Ne olur bana bir şeyler söyle dedim içimden, yalvarıyorum. Dayanacak gücüm kalmamıştı. Dönüp iç sesime baktım. Önüne bakıyor ama elleriyle t-shirtünü açmış bana bir şey gösteriyordu. Dikkatli baktığımda, göğsünde zayıf bir ışık gibi parlayan ruhunu, o kararmış, katılaşmış, ağırlaşmış ruhunun içinde küçücük bir parça umut gördüm. Yüzüme bakmıyordu. Mücadele etmiyordu. Etmeyecekti. İnanmamı istiyordu. Bekliyordu. Bekleyecekti. Bu en iyi yaptığı işti, sonsuzluğun bekçisi, umutsuzluğun muzip kayıt memuru. 

Doğruldum. Saat 17:00 idi. Şimdi çıkarsam tam zamanında orada olabilirdim. Fotoğrafa döndüm, eğilip tam yüzünden öptüm. Dikkatle mektupları toplayıp üst çekmeceye koydum. Fotoğrafı ise yanıma aldım. Aceleyle ofisten çıktım. Çıkarken de sekreterin masasına iki yüz dolar bıraktım. Gülümsedi. Arabaya bindim, güneşliği açtım, fotoğrafı ruhsat bölümüne sıkıştırdım. Göz göze geldik tekrar, gülümsedim, iç sesime baktım, o da gülüyor. Sesim aklımdan kaçtı; Olur mu dersin?     

24 Temmuz 2016 Pazar

Söz Falı

Akşamdan kaldığım sabahlar kendime yetişemiyorum. Gereksiz hiper haller kendimi alıp olur olmaz yerlere götürüyor. Öyle ki küçük bütçeli bir dizi gibi her gün hayatımın kesiştiği insanlar tanıyamıyorlar. Çok haksız da sayılmazlar aslında çünkü kısa süre sonra tekrar karşılarına peydahlanıp kendimin oradan geçip geçmediğini soruyorum. Az önce oradan geçtiğimi, telaşlı bir halim olduğunu ve oldukça neşeli göründüğümü söylüyorlar. İşte böyle zamanlar, olmaz dediklerimi yaptığım, aranmaması gerekenleri aradığım ve gidilmemesi gereken yerlere gittiğim zamanlar. İtilip kakılmış duyguların bedenden ayrılarak kendi başına hareket etmesi ya da tam tarifine bakarsak bedenimi de alıp götürdüklerine göre darbe yapıp yönetime el koyması diyebiliriz. "Bu bedende yönetime umut tarafından el konulmuştur. Diğer duyguların yapılacak bir başka duyuruya kadar ortaya çıkmaları yasaktır!" diyorum ofiste az önce kendimi sorduğum sekretere. Büsbütün karışıyor kafası. Aslında ertesinde iş günü olan geceler içmemeye, içsem de düşmemeye çalışıyorum. İş hayatı tamamen aklınızın başınızda olmasını talep eden bir yer. İç sesim dün akşam hiç yaşanmamış gibi bir darbe sessizliğinde, ya ele geçirilmekten korkuyor ya da darbeciler tarafından çoktan derdest edilip ulaşamayacağım yerlere götürüldü. Günlük tarot falıma bakıyorum, yine geleceğin habercisi meleğin göklerde borazan öttürmesi, daha önce yaşamışlığım olduğundan şaşırmıyorum. Öğlen saatlerinde kendime geliyorum demek bu, ya da kendim beni buluyor. Üç kart tarot falını bilirsiniz, desteden üç kart seçer ve geçmiş, şimdi ve gelecek olarak sıraya dizer ve kartları o anlamda yorumlarsınız. Bu borazanbaşı melek tabii ki şimdi pozisyonunda duruyordu. Çok duru bir şekilde endişelenmememi salık veriyordu. Akıl ruh ve bedenin birleşmesinin habercisi, birlik ve dirlik demekti. Gelecek pozisyonunda sûkut içinde yere bakan Tılsımların Kraliçesi ise bana ilişki dünyasında cenneti vaad ediyordu. İki anlamı olabilirdi, ya dün akşamki karşılaşmadan sonra kötü espri anlayışı olan karmamın bana en son şakası ya da inancımın sınanıyor olması, çünkü cehennemdeki görevim kalıcıydı. Cehennem bürokratıydım, yöneticiler gelir gider biz tekkeyi beklerdik. Herşeyin aynı tempo ve yoğunlukta yaşandığından emin olurduk. Kendime geleceğim ana kadar biraz iş yapmaya karar verdim. Kartları sessizce toplayıp üst çekmeceye koydum. Sonra aniden kararımı değiştirip kartları tekrar kardım. Bu dedim gelecek için çekeceğim kart, cehennemin yetkilisiyim, istediğim oyunu bozarım, bunu o kadar kararlı ve soğukkanlılıkla yaparım ki içinde ruh olan birşey olduğum unutulur. Gözler kararır, hava soğur, çocuklar kâbus görmeye başlar. Bu daha başlangıç der gibi gülümserim ağzımın bir kenarıyla. Siz derim, bayım, henüz ölmekle bayılmayı ayırt edemezken biz çekilecek cezaların zenginleşmesi için toplantılar yapıyorduk. Bu toplantıların bir tanesinde çıkan bir anlaşmazlıkta çok naif olmakla buraya yakışmadığını düşündüğümüz üyemiz şeytanı, size bir girizgâh olması için dünyanıza gönderdik. Bu duyguyla desteden çektiğim kartı klavyenin yanına kapalı şekilde koydum. Kartları çekmeceye kapattıktan sonra küçük bir parmak hareketiyle çevirdim ; Tılsımların Kraliçesi. Olasılık hesabını yaptım kafamdan, emin olmak için hesap makinesi ile sağlamasını yaptım. Neyse ne. Neredeyse inandıracaksın beni. Elime cebime attım, aynı kağıt parçası.

Gelecek hanesinde olan bu kartın hiç de tesadüf olmadığı duygusuyla ve belki de en çok merak ve heyecanla numarayı tuşlamaya başladım. Her numaranın ardından da iki üç saniye aralıklar verdim. O her iki üç saniyenin yüzlerce çocuğun doğumu, diğer onlarcasının ölümü, gezegenlerin önümüzdeki yüzyılda tekrar edemeyeceği bir sıralamada durduğu anı, muhasebeden Refik amcanın güçlü bir hıçkırığı, o iki üç saniyeyle orada olmamakla hayatta kalan, ölen, kalbi kırılan, kazanan, aldatılan ya da sevinen insanlara denk geldiğini düşündüm. Benim için "sadeceleştirmek" uğraşına rağmen o andan emin olmamı sağlayamıyordu. Bazı insanlar için var olmakla yok olmak kadar belirleyici saniyeleri böyle hoyratça harcıyoruz diye düşündüm sonra. Bu matruşka düşünceler saniyelerle oynuyor, etrafından dolanıyor, yalanlar söylüyor fakat sadede gelemiyordu. Onu mu bekleyecektim? Gidesi yoktu, gitse varası yoktu, varda parası yoktu... Son numaraya ısrarcı şekilde bastım. Bir iki üç saniye de oradan tırtıkladım. Değişiklik olmadı. Ertelenen işler ve duygular dirayetli piçlerdi çünkü. Uzun bir sessizlikten sonra telefon çalmaya başladı, ikinci çalışından sonra açıldığında oluşan sessizlik ise iki yüzyıl kadar sürdü.

Kadın : Alo
Adam : Merhaba
Kadın : Kimi aramıştınız?
Adam : Az yiyen, güneşle ilgili halüsinatif şeyler gören, sigara içen ve fallardan hoşlanan bir kadını...
Kadın : İtirazlarım var.
Adam : Bir inkâr maskesi olarak itiraz sık kullanılanlara eklenmiş bir mekanizmadır. Zaten itiraz olsun, hatta şikayet falan çünkü böyle birisinin yaşaması ihtimali biraz korkutucu.
Kadın : Az yemiyorum, bilinçaltımda beliren görüntülere ortak çıkan insanlar olmuyor, evet sigara içiyorum fakat fallarla çok ilgilenmiyorum. 
Adam : Ama fal?!?
Kadın : Şikayet etmeyelim lütfen, hatta gizli tutalım. Sır olsun bu çünkü aynı rüyayı görmek gibi birşey. Korkutucu ama korkutucu derecede güzel ve faldan başka birşey öneremeyen biri bile olsa, neye sahip olduğunu bilmiyor olabilir.
Adam : Beraber kamyon devirmek güzel ihtimalmiş, neye sahip olduğunu bilmemek ise tartısız ağırlık olmak gibi..
Kadın : Neden fal bakmak peki..
Adam : Çünkü insana kim olduğunu hatırlatan şeyler anlamsız olsa da güzeldir.
Kadın : Kendiliğinden olan şeyler...
Adam : Benler
Kadın : Senler...
Adam : Belki bir gün anlatırım. Kosmosun kendi kafa karışıklığından olan garipliklikleri, gariplerin kabullenmişliğini ve belki de kaosun düzenini..
Kadın : Bana ait olan ama başkası tarafından söylenmiş eşzamanlanmış mısralar biliyorum.
Adam : And if you like
Kadın : To going places "we" could not even pronounce...
Adam : Akşamüstü saat altı
Kadın : Kayalıkların orası
Adam : Sözler vermekten imtina ederim.
Kadın : Maybe i'm perfect...for you

Telefonu kapattım. Tılsımların Kraliçesi sırıtıyordu klavyenin yanından. Bu anın yaşanmış olduğundan emin olmak için kendime bir tokat attım. Çok sesli oldu. Sekreter dönüp odaya baktı. Saat 13:00 olmuştu. Kendim gelmiş, yanımdaki tabureye oturmuştu. Biraz şaşkındık, hep beraber. İç sesim serbestti. Bakıştık. Gülüştük. 

14 Temmuz 2016 Perşembe

Sus Falı

Üniversitenin ikinci senesiydi. Hayallerimi iyi fiyata satmış, güzel bir yaz tatili yapmış, kış sezonu olan kağıt oynamak, sinemaya gitmek ve spor yapmak için okulun yolunu tutmuştum. İnsan herşeyi yapabileceğini, daha korkutucusu herşeyi yapmaya gücü ve aklının yeteceğini sanır üniversite yaşlarındayken. Kafam oldukça karışık hayatım ise alabildiğine basitti. İşleri komplike hale getirecek enstrümanlar hikayelerde duyduğumuz pis bakışlı canavarlardı. En korkutucu olanı aşk. Daha bizim komşuluğa uğramamıştı. Karşı komşuya karşı hissettiğimiz ve kasıtla eşzamanlı kapıya çıkma, evin anahtarını sorma ya da haftada bir yapılan altın günlerinin ganimetlerine konma gibi karşı koyamadığımız, hayallerde görüp kamyon devirdiğimiz ya da bizi çocukça sevmeye çalışırken orasına burasına dokunmaya çalıştığımızda hissettiğimiz heyecanı saymazsak. O da daha mekanik işlerimize yarıyormuş, insan sonradan anlıyor. Şimdilerde tanımladığımız gibi, güçlü bir tutku ve heyecan beklemek, entelektüel olarak anlaşabilmek, hayatla ilgili benzer kaygılar ya da hedefler kovalıyor olmak yoktu hedefimizde. Herkesin hoşlandığı kızdan hoşlanıp, şansımızı sibirya soğuğu seviyelerine düşürdüğümüz, büsbütün ilişkiye inancımızı yitirmek odaklı tek taraflı ilişkilerimiz vardı. Grup halinde gezer, beş liralık benzin alır, iki çay ile tüm gün kahvelerde otururduk. Kahvehane en çok da üniversite çağında çocuklar için gerekli bir mekandır. Bir sosyalleşme alanı, bir rehabilitasyon merkezi ve hayat öğretileri için müthiş bir okuldur. Ben kadar çok vakit geçirenler bir daha orada olmamak için ciddi bir motivasyon sahibi olurlar. O kadar çok vakit geçiriyorduk ki arkadaş grubuyla, artık konuşmadan anlaşma aşamasına gelmiştik. Hatta bazılarımız o aşamayı geçmiş, sonraki ilk sokaktan dönüp gözden kaybolmuşlardı. En yaygın iletişim biçimi suskunluktur böylesi gruplarda, hem konuşacak birşey kalmamış olmasından, hem de artık konuşmaya gerek kalmadığından. 

Böyle suskunların birinde tanışmıştık onunla. Yine ekipçe hoşlandığımız bir kızın benden hoşlanacağını hiç düşünmemiştim. Eğer o sizinle ilgilenmeyecekse, onun hayaliyle istediğiniz kadar ileri gidebilirsiniz. Ailesel takıntılar, toplum baskısı, ayıp ya da yarın yoktur çünkü o zaman.Olmamıştır ve olmayacaktır zaten. Yani doyasıya sizindir hayaller. İki kişilik olduğunda karışır ilişkiler o yaşlarda. Bizimki onun gayreti ve benim konuyu anlayamayışımı iknasıyla karışmıştı. Gelip grubun bir parçası oluvermiş ve dede yadigarı büfelik kap kacaklar gibi yüzyıllardır oranın bir parçasıymış gibi hissettirmişti herkese. Korkarak defalarca kaçmak istemiş ama hiç ses etmemiştim. Birlikte susmuştuk. Birlikte susabilirsek herşeyi yapabileceğimizi düşünmüştük. Bir arkadaşımız vardı, Neslihan. İyi king oynar, sıkı rakı içer ve monopalet dünya şampiyonu gibi nargile çekerdi. Bu fal gerçeğini hayatımıza sokan oydu. Bir cebinde 52 diğerinde tarot kartları ile gezerdi. Babasının eve sabaha karşı gelip ortalığı yıktığı gecelerin sabahında herkesten önce kantine gelir, köşedeki masada yerini alırdı. Sonra teker teker tüm ayyaşlar masaya düşer, kimisi 3 tarot kartı seçer, kimisi desteyi keser ve sade poğaçasına gömülürdü. Neslihan tarot kartlarına bakar ya sırtına sertçe vurur ya da omzuna yumuşacık dokunurdu. Sonrası senin işin, nasıl yorumlarsan artık. Kağıt falını ama mutlaka açardı, bazen öğle yemeğinde Emek kafede köfte ekmeğe beleşten düşme ihtimalimi tutardım dilek olarak, tutardı. Faldan da büyük şeyler beklememek lazım. Rakıya düştüğümüz bazı geceler anlatırdı Neslihan, annesi bakarmış sürekli fal, ya ağlar ya da kalkıp çayını tazelermiş. Sessizce dinler, kadeh tokuştururduk, sus falımız çaylı çıksın derdik içimizden. 

Eve dönerken hayatıma her yerinden dahil olan bu fal hikayesini düşünüyordum. Bir de şu benler konusu vardı. Gitmiyorlardı bir türlü. İç sesim de hâlâ sessizdi. Üstüne varmadım, belki de o son garip karşılaşmadaki küçük ayı takım yıldızına takılmıştı. Çünkü hiç adından söz etmezdik, kim gördüğünü sandıysa diğeri devreye girer konuyu balkanlar üzerinden sağ salim sıcak denizlere getirirdi. Sıcaklar güvenli hissettiğimiz konfor alanımız, yerimiz yurdumuz, şıranın allahı, sıranın sonu ve şırdanın kaymağıydı. Hele cehennem seviye sıcaklarsa. Ruhu kuzeyli insanların ibretlik terbiyesiydi. Arife tarif gerekseydi ona kısaca Arif diyemezdik. 

Arabayı dört numaranın yerine park edip, bunu sabaha kadar bize huzurlu hissettirecek bir galibiyet sayıp, isyankar debriyaj ayağımla sekerek, sek viskileri kesme çeyiz bardaklarına uygun görerek eğlendirmeye çalıştım iç sesimi. Kapıdan girip karanlıkta havada kolumla yarım yay çizip tam h maksimum notasında avucumu açarak anahtarı karşı duvardaki anahtarlığa sokmaya çalıştım. Olmadı. İç sesime baktım, genelde alaycı bir gülüş atardı. Oralı değildi, nereli ise orası çok kuzeyliydi ve iç sesim bazen çok terbiyesiz olabiliyordu. Işığı yaktım, kendime baktım, boynumda gömleğin ikinci düğmesinin altında gün boyu metrobüs tacizi yaşamış benimi serbest bıraktım. Çevresi kızarmıştı, sevilmemekten dedim. Küçük bir kalorifer böceği ayakkabılıktan mutfağa hezeyan halinde koştu. Nükleer savaş çıksa hayatta kalacağımı bilip yine de herhangi bir anda panik halinde oradan oraya koşar mıydım diye düşündüm. Kakalak camiasındaki yerini önemsediğimden ellemedim böceği. 6 numara Vedat beylerin evinden İsmet böcek derlerdi belki. İyi eğitilmiş, yeterince sevilmiş ve böcek alemine barış getirmiş olabilirdi. Koridorda soyundum, pantalonu çıkartıp banyonun önüne atmadan ceplerini kontrol ettim, adettendir. O cepten çıkacak iki lira size hayatınızın en bedava sabah poğaçasını ısmarlayabilir çünkü. Elime küçük bir not kağıdı geldi. Kenar süslemeler, rengarenk öküzlerden yapılmış, toz pembe renkli bir not kağıdı. Üzerinde bir not vardı ; bensiz olanların falı açılmaz mı? Ve bir de telefon numarası. Ne garip bir gün oldu diye geçirdim içimden, belki de yarın aramalıyım bu tuhaf yabancıyı. Kafasını kaldırdı iç sesim. Anladım dedim, anladım. Biliyorum neye soyunduğumuzu...

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Dış Falı

Geniş bir alnı, alnının sağ tarafında, saçlarının tam başladığı yerde küçük bir yara izi var. Saçlarını kısa kestirip kahkül yaptırsa çok yakışır aslında. İnce uzun bir yüz yapısı var. Çıkık elmacık kemikleri iyi bir tasarımcının elinden çıkmış gibi, tanrı makyajlı. Kalın belirgin kaşları ve birbirine yakın büyük göz çukurları var. Dağına göre kar dedikleri cinsten, yoksa o güneşte yeşile dönen bal rengi gözler iyi planlanmamış bir vitrindeki en parlak parça gibi silip atabilir ne varsa etrafında. Uyum hafife alınan ama ucuz olmayan birşeydir. Gözleri, onları nasıl kullanmak istediğine göre iyi bir tüccar, alıyor, satıyor ve hep kazanıyor ya da çok parlak bir deniz feneri, yolunu kaybedene de, güzergahından geçene de güven veriyor. Gözleri kırmızı reçeteli ilaçlar gibi, zorlu ama mecburi istikamet, tam yerine geldiklerinde ayakları yere basan bir muzaffer ordunun komutanı, planlı, ilham verici ve korkutucu. Gözleriyle ilgili yazışmış şiirler, antik devirlerde alınmış topraklar, çocukları avutmak için karıştırıldığı ninniler var. Gözleriyle ilgili bir yaratıcı sanatlar yarışması yapmayı önermişliğim var. Dudakları ağırbaşlı, davetkâr, bağışlayıcı. Dedemin tarlayı sulamak için toprağı karıp açtığı arklar gibi, nemli ama çatlak. Çatlaklarında yüzlerce canlıya hayat, şifa, anavatan. Dudakları söz verişmiş topraklar, binlerce mültecinin kıçıkırık teknelere binerek sığınmak istediği coğrafya. Çenesi, atalarının doğru gen kombinasyonunu yakalamak için dere tepe gezdiği, köşeli fakat yüzündeki gizi çerçevelemek için uygun ilahi kılıf. Boynu, anne kokusuyla bir bebeğin uykuya dalması gibi huzurlu, şefkatli, hesapsız. Boynunda uyanmak için yattığım geceler var. Oda yeterince karanlıksa ve bende kalan tshirti hala yeterince kokuyorsa bir kirpiye sarılıp uyumak mümkün.

Gözümün önündeki perde kalkıyor. İyi niyetini korumaya niyetli, yer yer ısrarcı iki göz ile karşılaşıyorum. "Müptelalık müptezelliğe dönüşebiliyor." diyorum. "Müptezellik dış kaynaklı bir tanımdır, müptelalık ise kendinle alakalıdır. Yeterince uzağa gitmeden vazgeçmeyi sevmem." diyor ısrarcı gözlerin alt komşusu dudaklar. "O zaman, fal denen teranenin, kehanet ya da okuyuculuktan farklı olduğunu, durumu değiştirmek ya da araya girmek yerine tanık olmayı düzlem olarak seçtiğini biliyorsun." diyorum. "Ben neye uzun süre baksam bana birşeyler anlatan şekillere dönüyor." diyor. "Benimse aklımda uçuşan benler, uzun süre baktığım yerlerde belirip bana türlü hikeyeler anlatıyor." diye yanıtlıyorum bu tuhaf iletişimin kendiliğinden misafirini. Sigarasını yakıyor. Çakmak ebedi istirahatgâhına dönüyor. Kafamı eğip not defterime bakıyorum, çizilip üstü karalanmış, soru işareti, futbol topu, bumerang, dikenli tel, plastik bir küvet ördeği, bilmediğim birinin ismi, çekip gitmek hissi ve son olarak  tuhaf bir kaş, göz ve saç. İç sesime odaklanıyorum. O da bana odaklanmış, ya da az önceki ingiliz anahtarına benzeyen bene. Bir ben ingiliz anahtarına benzeyemez diyorum ona ya da bunun için en azından birkaç bene ihtiyaç vardır. Birden fazla bense o zaman da ingiliz anahtarından çok küçük ayı takım yıldızına benzetilebilir, bu da bize ıssızda yolumuzu göstermez diyorum. Dinlemiyor. Neyin peşinde olduğunu biliyorum diyorum iç sesime. Uyduruk kağıt fallarında fal açılsın diye yapılan hileler vardır. İç sesim duymamak için yüksek sesle şarkı söylüyor; bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin? Söyle canım ne dersin? 

"Neyin peşindesin?" diye ünlüyor az önceki diş reklamı yıldızı ağızın sahibesi. İrkiliyorum. "Bir saniye!" Ellerini dirseklerinden kırıp, göğüs hizasında kaldırıp avuç içlerini gösteriyor bana; "Tamam!" Sanki orada olmayan birşeyle hararetli bir konuşmanın içerisinde olduğumu anlıyor. "Pardon" diye gerçekliğe dönüyorum. "Neyi bekliyoruz peki?" diye soruyorum, kabaca algılanmak riskini göze alarak. "Ben falı hakkında bugüne kadar uydurulamamış mükemmel açıklamayı bana anlatabilmen için beni kahve içmeye davet etmeni tabii ki" diyor, nasıl algılanacağından şüphe etmeden. Yüzünü okuyorum. Ciddi. Hatta neşeli, belki bir parça da heyecanlı. Daha önce hiç birini kahveye davet etmeye davet edilmemiş olduğumdan durumun gerçekliğini kontrol etmeye çalışıyorum. Bazen böyle oluyor. Tecrübelerin sizin seçtiğiniz şeylerden oluştuğunu sanırsınız. İnanın bana, yeterince kararsızsanız maruz kalıyorsunuz. Gel hadi, iç sesimi de burada bırakalım, o bazen böyle hakkında fikri olmadığı bir sanat eserine bakan insan gibi takılır kalır. Daha garibi bunu her seferinde aynı şeye bakarak yapabilir, demek istiyorum. Gidelim bir kahve içelim, ben falının, otun bokun falı varken neden göz ardı edildiğini, sınav insanları fazlalarıyla sevmekken beni neden istenmeyen ya da sempatik ilan etmenin saçmalığını anlatayım sana. Beni anlatayım sen dinle, belki benlerden yola çıkarak bir yere varırız, demek istiyorum. "Emin misin?" diyorum bunun yerine, "Çünkü buraya gelmeden aynaya baktım, haberler kötü!" "Haberleri izlemiyorum." diyor. Doğru zamanda doğru cevabı vermek denen şey geliyor. Elini sıkıyor diş reklamı yıldızının. Böyle müstesna bir kurum olarak çok az ödül verdiklerini, eğer kendileri de uygun görürse haftaya yapılacak olan "Bir cevap verdi, şehre elektrik, su, doğalgaz geldi" isimli konferansta kendisine bir onur ödülü vermek istediklerini söylüyor. Kibarca reddediliyor, ceketini ilikleyip gidiyor. "Şey, pardon ama ben yapamam!" diyorum sesim içime kaçarak. "Tamam, bu son kararın olmasın, anlatmak istersen al bu numaram" diyor ve telefon numarasını veriyor.

10 Temmuz 2016 Pazar

İç Falı

Konu dönüp dolaşıp kendine yetmeye geliyor. Aklımda durdurma komutunu bulamadığım bazı programcıklar yer ve zamandan bağımsız çalışıp konuyu aynı yere getiriyor. Daha çok şimşek çakması gibi bir his. İşlerin buraya geleceğini hissediyorsunuz ama tam olarak ne zaman ani bir tepkime ile gündeminize düşeceğini kestiremiyorsunuz. Üstüne düşünme fırsatım çok olan bir konu ve fazlaca abartıldığını düşünürüm. Genellikle mutlulukla ilişkilendirilen ve kişinin kendi ile mutlu olması üzerinden yorumlanan bir hâldir. Oysa yetmek tam anlamı ile yeter ölçüde argümanla bir zaman aralığını kaplamaktır. İnsan kendi ile pekâla oturup sıkılabilir de, o da yeterli bir durumdur. Kaçmak hissinin barınmadığı yerler o an elinizle olanla meşgul olmanız anlamına gelir. İnsanları biraz müşkülpesent bulurum bu konuyla ilgili. O yüzdendir ki şimşek çakmalarının set üstü ocak çakmağı gibi sabırsızca ve ardarda çakmaya başladığı zamanlarda ne yapıyorsam bırakır, sessize kaçar, elimde not kağıdı ile oturur biraz onu dinlerim. Sessizlik içerideki sesleri daha net duymak, not kağıdı işlerin anlatılabilir olmaktan çıktığı zamanlarda resim çizmek işini görür. Yine öyle olmuştu. Koşarak kaçmış ve kendimi en iç sesimle başbaşa hissettiğim bu deniz kıyısına atmıştım. Her zamanki kayanın üzerine artık kıçımın otura otura yer ettiği oyuntuya oturmuş ufka doğru bakıyordum. Açık bir alanda ufka bakmak otomobilde arkada oturup ön camdan ileri bakmak gibi mide bulantısı, yol tutması gibi birçok şeye iyi gelen bir eylemdir. İç sesim koşulları beğenmiş olacak gök gürültüsü gibi kükredi "Bu yalnızlık, nereye kadar?" İç sesim ekâbir bir tiptir. Az önce kurduğu cümlede soru işareti olmayabilir, daha kesin yargılı ve alaycı yorumlar yapmayı sever. Genelde cevabını henüz bilmediğimiz ya da bilsek de seslendirip durduk yere gerçekleştirmek istemediğimiz sorulara güzel soru deriz. "Güzel soru" dedim. İç sesimle konuşurken ben de biraz ukala olurum, o yüzden az önceki cümlemin sonunda ünlem olabilir. İç sesim tısladı. Dönüp sağıma baktım. Çakmakla yaklaşmak gereken topuz saçlı, gözlüklü, bu kaya cumhuriyetinde benimle aynı kayaya oturmayı seçmiş kız gitmişti. İnceliklerden anlayan birisi değildi zaten. Yine de kendisine benin önemli bir mevzu olduğundan, bir melanin birliği olarak insanın kendisinden yola çıkarak oluşan, sonra yoldan çıkan, kendi yoluna doğru giden bir yapıya ben denmesinin ne kadar anlamlı olduğundan, hıyaroglifden, fal gerçeğinden bahsedemediğim için eksik hissediyordum. Ufka döndüm tekrar. Aldığım notlara baktım. Bıyıklılar konusu. Elimi bıyığıma götürdüm. Uzamış. İnsanın bitki örtüsü olan kılın tüyün çok kıldan tüyden bir mevzu olduğunu düşündüm. Bıyıklılar için aldığım notun altına bir soru işareti çizdim. Cüsseli, içi çapraz taranmış, kavisi kusursuz. İç sesim oyunu yükseltti; "Herkesin içinde kendimizi arıyorsak, neden doğrudan kendimizle yetinemiyoruz?" Yine bir soru cümlesi değildi. Farkındalığı artırmak için kurulan bu cümle daha önceki cümleyle çelişmekten çok pekişiyordu. Yalnızlık hissinden kurtul, kendini tercih et, burası yeterince kalabalık, ortam güzel diyordu. Ortam güzeldi. Yalan yoktu. Hava hala sıcaktı. Kafamı not kağıdından kaldırdığımda ufukta bir bulutun çizdiğim soru işaretine döndüğünü gördüm. Kağıda dönerek soru işaretini sildim, bulut dağıldı, futbol topu çizdim, bulut belirdi, futbol topuna döndü ve kaldı. Salak bir teknolojik oyuncak kullanıyor gibiydim. Bir süre oynayınca fark ettim ki gökyüzüne baktığımda bir buluttan görüntülemeyi hayal ettiğim bir şekil yoktu. Daha çok bulutlara bakıp onları birşeylere benzetmekten keyif alıyordum. Garip. Suyunu çıkarttım. Güneşe kaş, göz ve abuk bir saç çizdim. Rütbeli bir askerle evsiz bir cazcıya benzedi. Güneş battı. Ufku silip kalktım. Arkamı döndüğümde birisi ile burun buruna geldim. Otopilot çakmağıma uzandım. "Teşekkürler, nereden anladınız?" diye sordu. "İnsanların tanışmaları yüzde elli oranında ateş istemek, saati sormak, yol sormak, yordam bilmek ve benzerlerinden oluşuyor." dedim. Gülümsedi. Alnındaki ben şekil değiştirdi, 6-7 numara ingiliz anahtarı şekline dönüştü. Bu ben onda mı, benim aklımdaki benler gidip kendilerine yer mi beğeniyorlar diye düşündüm. Eğilip sigarasını yaktı. "Az ileride bir restoranda oturuyordum, güneş batmadan önce önündeki bulutlarla birlikte parti sonrası kendine çeki düzen vermeye çalışan bir palyaçoya benzediğine yemin edebilirim. Onu görmeye geldim ama yetişemedim." dedi. "Ben falına inanır mısınız?" diye sordum. Sesindeki karıncalar tütsü dumanına maruz kalmış gibi kaçıştı. Sustu, yutkundu."Ben" dedi, "Öğrenmek ve sonra müptelası olmak isterim."

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Ben Falı

Geldi bir dirsek mesafesinde sağ yanıma oturdu. Bir dirsekten uzun saçlarını savurup, rüzgarla harmanlayıp tepeden topladı. Fikri sıkıp suyundan yakınlık çıkaracak bir tip değildim. Yine de bu rahatlığı ve yapmacık olmayan kendiliğindenliği gözüme battı. Gözüm alerjiktir, iyi geçinemez herşeyle. Gayri ihtiyari kafamı çevirmiş bulundum, o gözünü hemencecik çekememiş bulundu, bedenlerimiz genişliğe yüzlerimiz birbirine dönmüş bulundu. Ağzım bunu tatlı bulmuş olacak ki gülümsemiş bulundu, üst dudağının hemen bir parmak üstünde bulunan ben esnemiş, gerilmiş,bir harfe dönüşmüş bulundu. Böyle şeyler anlık olur, kasten ya da tamamen rastlantısal bu yüzyüzeleşmeler insanları utanca yakın bir ifade ile gülümsetir ve herkes köşelerine döner. Bu an uzamış, uzamışken serpilmiş, gürbüzlemiş, sıcağın da etkisiyle olacak yeşermiş, filizlenmiş bulundu. "Ne tip bir meyve verir acaba biraz daha beklesek?" diye sormuş bulundum. O boşta bulunmuş olsa gerek, duyamamış gibi bir karış kadar yaklaşarak, tekrar eder misin bakışında bulunmuş oldu. Bu eskisinden daha yakınlık, bir bilinmezden yola çıkıp evrenin sırrını bulmaya doğru giden bir yolculuk gibi, tesadüfün iğne deliğinden geçerek en yakın taksiye el etmiş bulundu. Taksi durdu. "Uzaksa alamam, taksiyi devredeceğim" buyurdu. "Yolu bilemiyoruz, yolculukla ilgileniyoruz" dedik beraber. Beş lira verip özür diledik. Başka araç bakmaya koyulduk. İnceden bir yağmur başladı. Kapalı yerler muteber, ulaşım aracı karaborsa oldu. Birimiz gökkuşağı aramak için göğe diğerimiz taksiye baktı. Karşı kaldırımda göğe mutluluk verici bir efervesan gibi davranan bir şair peydahlandı. Bize Uyar'dı ve bizi uyardı. Gökkuşağının olduğu yerlerden yürüyerek döndüğünü ve bir jetpack için 280.000 dolar istendiğini söyledi. Güneş açtı, yağmur dindi. Şair buharlaştı, göğe yükseldi. Bir taksiye el ettim durdu, camı açtı, kafam içeride kıçım dışarıda sordum; "Devren taksi pahalı oluyor, sıraya yazılıp plaka mı alsak" dedim. An yırtıldı, yırtılan ucundan suya değip süratle yumuşadı. Taksicinin yüzü kızın yüzüne döndü. "Saati soracaksanız saat daha erken, tüketilmekten küçülmüş duyguları daha küçük kaplara alıp yeni birşeyler denemek için vakit var." demiş bulundum. Az önceki yakınlığı korurken büsbütün gülmüş, dudağının üstündeki ben de iyice uzayıp bir yılana dönmüş bulundu. "Yok, çakmağınızı rica edecektim." demiş bulundu. Bedenimi ona doğru uzatarak cebimde beden sıcaklığında huzurla yatan çakmağa uzanmış bulundum. Mesafemiz aynı makarnayı iki uçtan yiyebilecek kadar kısaldı, gölgelerimiz birleşti, sıcağımız birbirine karıştı. İki karadenizlinin birbirine yakınlaşabileceği maksimum noktaya gelmemizi sağlayan başta çakmak olmak üzere, tek hücreli yaşam formları, elementler, cosmos saygıyla sıraya girdi. Çakmağı uzatırken ona vermek değilde sigarasını yakmak istediğimi belirtecek şekilde çakmağı kavrayarak uzatmış bulundum elimi. Dışarıdan bakınca bu denge oyununa benzeyen iki kişilik sahne, hayatın tiyatrosunda oyuncuların inisiyatif alıp tiradını uzattığı, dolayısıyla çok kas gücü gerektiren ve durağan ama tutkulu bir kare ile fotoğraflanıp turneye gönderildi. Turne zorlu, performans değişken ve seyirci mutlaka ilgisizdi. Adı olmayan turne, parası neyse verip izleyenlerle, izleyip anlamayanların arasında sıkıştı. Oyun çıkışı çıkan arbedede çok kişi yaralandı, paralar iade edildi. Aramızda kalan iki sigara uzunluğundaki boşluğu bir sigaraya indirerek ve kafasını hafif sağa doğru yatırarak eğilmiş bulundu. Sigarasını yakmakla sigarasının ucundan öpmek arasında kaldım. Bu tereddütüm yakında çıkılacak yüksekçe bir tepe arandı. Tepeye tırmanıp, konuya yüksekten bakıp, olanı ve olacağı gün yüzüyle görüp, yüksekte hava daha soğuk olacağından akşama kalmadan yaşanabilir yeni bir coğrafya bulmak istedi. Çakmağı yakmış, boştaki elimle siper etmiş dolayısıyla başımı hafifçe sola çevirmiş bulundum. "Ben falınıza bakılırsa güldüğünüzde dönüştüğü şekil olan yılan, hiyeroglif derler resimlerden oluşan enayice bir alfabedir, hem F hem de V harfi yerine kullanılır." demiş bulundum. "Anlamadım" demiş bulundu. "Merhaba ben Vedat, ben haritanız sizin de farkında olmadığınız bir mesaj vermeye çalışıyor olabilir mi? " demiş bulundum. "Ben tarot tercih ediyorum." demiş bulundu. "Tarotta da âsaya sarılmış yılan iktidar demektir. İktidar ille de muktedir olmak demek değildir. Ben birlikte alınan kararlara inanırım." demiş bulundum. "Ben sizin vaktiniz almayayım, teşekkürler ateş için" demiş ve aramızdan suyun sızmaya utanacağı mesafeyi galaktikasal boyutlara çıkararak çekilmiş bulundu. 

Önüme döndüm. Ne yapıyorduk? Evet. Genellemeler. Not edin; ihtimaller güzeldir, müzik dostunuzdur ve her bıyıklı babanız değildir.

5 Temmuz 2016 Salı

Kâbus

Lavabonun iki yanına ellerimi koyup aynaya doğru eğiliyorum. Yüzüme az önce çarptığım su saç diplerimden yüzüme oradan da lavaboya doğru akıyor. Değişen bir şey arıyorum, bir ayıklık hali. Yaklaştıkça büyüyor yüzüm aynada, göz bebeklerim odaklamaya çalışıyor aksımı. Alnımdaki çizgiler paragrafsız, imla hatalı ve silinmez mürekkeple yazılmış. Sağ kaşımın hemen üstüne atılmış çocukluk imzası, alın yazımın munzam imzası olmuş. Girişmiş, gelişmiş fakat orta yerinde bitmişim. Bir de aynanın iki yanındaki derzler yeterince doldurulmamış. Kalbim ilk görevindeki savaş muhabiri şaşkınlığında atıyor. Bir saniye sonra ne olacağı kestirilemeyen bir sokak çatışmasının tam ortasındayım ve derzler çok rahatsız edici. Kabuslar hep böyle olur bilirsiniz. Gerçekten orada olduğunuzu hissettirecek tüm detaylar nasıl olduğunu bilmeden gözlemlediğiniz mağaralarından çıkar, kuşanır, o anın gerçekliğine bürünüverir. Tam bir yerinden kıllanırsınız ve bunun bir kabus olduğunu düşünürsünüz ama yine tam aynı anda bir hata, gerçek hayata özgü bir küçük falso gelir gözünüze takılır. O zaman "hassiktir bu bir rüya olamaz" dersiniz. Bilinçaltımın düzenlediği bu gerçek olacak kadar hatalı ayaklanma derzler sayesinde bir sokak çatışmasına dönüşmüştü. Bense uyanmayı hiç değilse ayılmayı bekliyordum. Tuvaletin kapısı çaresizlikle çok sinirlilik sınırında bir darbeyle vuruldu. Derin bir nefes aldım, sonra ayna buhar, yazgım görünmez oldu. Sakince kapıyı açtım. "Ne yapıyorsun arkadaşım, yarım saat oldu seni mi bekleyeceğiz, içmeyi bilmiyorsan içme" dedi kapıda bekleyen sumo güreşi idmanından çıkmış çocuk. "Peygamberliğimin ilanını bekliyordum, çünkü biliyorsun yeterince sabredince ve mağarasal yerlerde bekleyince olabiliyor." dedim botokslu gibi gergin görünen yüzüne. Vücudundan çok ayrı gibi durmayan kollarıyla beni dışarıya çekip "Sarhoş dövmek adetim değil, çekil git, allahından bul" dedi. "Şu an benim rüyamdayız ve burada bir allah varsa o da benim" diye ayak diredim. Bir an duraladı, beni çekiştiren kolunu dirseğinden kırarak gerildi, bana sallamaya çalışacağı yumruğu avuç içimle yakalayıp, havada kolunu ters döndürüp kolunu dirseğinden kıracak, öne doğru eğilen omzuna ise diğer kolumun dirseğiyle vurup omzunu çıkartacaktım. Ya da okkalı bir yumruk yeyip uyanacaktım. İkisi de olsun istediğim şeylerdi. Yumruk en geri noktaya ulaşıp yüzüme doğru seyahatine başladığı anda bir el gömleğimin yakasından çekip beni bir adım kadar kenara attı. Boşa giden yumruğun da tam karşısına geçip "Birader, arkadaş bizimle birlikte, sen de kaşınma gece gece, işine bak!" deyip küçük sumo güreşçisini tuvaletten içeri itti. Peygamberlik beklerken bir derviş gelmiş beni kurtarmıştı, dervişin adı Leventti. Üniversiteden beri görmediğim bir arkadaşım. Beni omzumdan kavrayıp "İyi misin lan? Ne bulaşıyon millete, sen belalı adam da değildin" diyerek köpek dişinin yerine yaptırdığı implantı göstererek güldü. "İyiyim lan Levent, ne kadar zaman oldu görüşmedik" diyebildim. "Evet oğlum, 5 yıl oldu temiz, napıyorsun, hayat nasıl?" dedi omzumdan sarılarak beni merdivenlerden yukarı doğru götürürken. Bilinçaltımdaki Levent yine bilinçaltımdaki Flash karakteriyle birleşmiş, belki de yer kalmadığından üstüste kaydedilmişti. Bu kadar dizi izlemeyi bırakmalıydım. Bu yetersizlik hissi ve bu uyuşukluktan da vazgeçmeliydim belki. Hayat herkese eşit kötülük ediyordu. Ve de eşit iyilik. İyice hesaplanmış bir kumarhaneydi hayat, hep kasa kazanıyordu. Sen en azından oynamaktan zevk aldığın, dolayısıyla kaybettiğine değdiği hissini verecek bir masada geçirmeliydin vaktini. Benim masam ayağıma gelmişti. Bana da kumarhanede vaktimi artıracak kadar para kazanmak kalmıştı. Bunu farketsem ve bir an önce harekete geçip bir iş bulsam, onun benden aldıkları karşısında kazandıklarımı sevdiğim masada kaybetsem iyi olurdu. Çünkü paran yeterince azalmışsa ve hala sevdiğin masada oturuyorsan hayat çok zor oluyordu. Oyuna kızıyordun, adalete kızıyordun dolayısıyla gerçekten uzaklaşıyordun. Sonuçta sen ondan vazgeçmesen oyun senden vazgeçiyordu. Ece, dayanıyordu. Son olarak babamın öldüğü, yani faniliğin elindeki çekiçle camları kırıp sirenleri çalması gerekirken o çekiçle ağzımı burnumu kırdığı bir zamanlama ile hayatıma girmişti. İşimden kovulmuştum. Ayak bileğimi kırmıştım, inkâr ve itiraz etmiş sevdiğim insanları kırmıştım. Eve kapanıp alkole başvurup hayatın kodunu kırmaya oturmuş sonunda kafayı kırmıştım. Korkunç kabuslar görüp kan ter içinde uyanıyor, ne yapacağını bilmez şekilde kalkıp kaçmak istiyor, bileğimin acısından bir adım öteye düşüyor sonra da yorgunluktan uyuyana kadar ağlıyordum. Öfke can dostum olmuştu. Ece, dayanıyordu. Onun dayanabilmesine dayanamıyordum. Hayatın denklemi sağlamak için bir bilinmez göndereceğine inanmıyordum. Ağza alınmayacak küfürler edip onu istemediğimi söylüyor, nasıl geldiyse öyle gitmesini istiyordum. "Hepsi geçecek birtanem, bak gör çok mutlu olacağız" diyordu. En son ondan biraz süre istemiştim. Kendimi toplayıp ona haber vereceğimi söylemiştim. Sonrasındaki bir iki hafta içinde de telefonda artık alkol almadığımı, kabusların gittiğini ve kendimi daha iyi hissettiğimi söylemiştim. Yalandı. Hepsi değil. Kabuslar duruyordu ama alkol almıyordum. İlaçlar da işe yaramıştı. Yardımsız yürümeye başlamıştım. Tüm bunlar 6 hafta önce olmuştu. Bu arada iş görüşmesine bile gitmiştim. Ece'yi de dün aramış yarın akşam için yemeğe davet etmiştim. Sükunetle kabul etmişti. "Hayat boktan Levent, babam vefat etti, işsizim ama allahtan Ece var" dedim merdivenlerin başına geldiğimizde. "Çok üzüldüm dostum, başın sağolsun, hadi gel arkadaşlarlayız barda" diye bağırmıştı kulağıma. Üst kat belli bir saatten sonra klübe dönen bir restorandı. Yarın Ece ile geleceğimiz restoran! Başım dönmeye başladı. Eğilip ayakkabımı bağlar gibi sol ayak bileğime dokundum, bandaj yerindeydi. Bilinçaltım her zamanki gibi dersine iyi çalışmıştı. Çünkü kabusuma göre buluşma yerine geliyordum. Ece gelmeden şarabı sipariş ediyor içmeye başlıyordum. Ece geldiğinde ise garsona bir şişe prosecco getirmesini ve masada patlatmasını istiyordum. Bunu Ece geldikten yirmi dakika sonra yapmasını istiyordum. Çünkü bu gece kutlamamız vardı. Hem Ece de processoyu çok severdi.  Ona "Ece lütfen konuşma çünkü beni dinlemeni istiyorum. Biliyorum çok kötü bir dönem geçirdim ve biliyorum sana çok kötü davrandım. Bu hiçbir anında bir sınav olmadı, gerçekten ölesiye boktan hissettim. Bir daha hiç normal hissetmeyecekmişim, azrailin sıralamasında öncelikli rezervasyon yaptırmalıymışım gibi hissettim. Sen ise herşeyin mümkün olduğu bir gezegenden gelmiştin. Ece kraliçe demek, sen umudun kraliçesiydin, göz alıcı, söz kesici ve gökkuşağı rengindeydin. Kendini göremediğin bir ayna sana çekici geldi diye düşündüm. Benim karanlığımın en azından alacakaranlık olması için galaksiler dolusu güneşe ihtiyacım vardı. Sen galaksiler kraliçesiydin ve en azından dört galaksi emrindeydi. Göremedim. Tüm odacıklarında pıhtılaşan kanla güneş tutulması siyahlığındaki kalbimin buzul çağını sağ atlatacağını hiç düşünmedim. Şimdi sen sanıyorsun ki ben ilaçlardan dolayı dikildim ayağa, hayır. Şifalı ellerin değdi yaralarıma, önce kılcal damarlarım kesti sızlanmayı, sonra sırasıyla tüm organlarım ölümlülüklerini unutarak sıralı hazıola geçti karşında. Devrim yapmak gibi birşey oldu varlığın bedenimde. En son mutfak camının pervazında babamın beslediği kuşlar döndü bu sabah. Önce babam için yas tuttuk sonra kahvaltı ettik karşılıklı, konuştuk. Bana laz müteahit Yıldırım amcanın yaptırdığı çekmenin kuruduğundan, mahalledeki yeni imar durumundan ve senin gözlerinin büyüleyiciliğinden bahsettiler. Sarılıp ayrıldık. Hepsinin teker teker selamı var sana. Bilmeden sardığın hayatımın yaraları iyileşti Ece. Dün bir iş görüşmesine gittim, üç komşu galaksinin kardeş duygular besleyen sistemler olduğunu, kıymeti bilinen iyiliğin çığ gibi büyüyerek yağdığını ve kıymeti bilinen sevginin insanı nasıl iyileştirdiğini anlattım. Haftaya başlamamı söyledi müdür. Şimdi kraliçe sen söyle, beni affedebilecek misin çünkü aynalar ölmez, pislenir ya da buğulanır." dedikten hemen sonra gelecekti prosecco. Ama Ece gelmiyordu buluşmaya, benim şarap böylece ikiye oradan aldığı gazla üçüncü vitese geçiyordu. Masalar kalkıp klüp oluyordu restoran, ben de kendime gelmek için tuvalete iniyordum. İpsiz sapsız bilinçaltı işte. Ece'nin yemeğe gelmeyi kabul ettiği gece gelip bana bu şakayı yapıyordu. Doğruluyordum. "Levent sen geç bara, ben kapıya çıkıp bir sigara içeceğim" diyordum. Kapının önü kalabalık, tam ateş isteyecekken tuvaletin önündeki sumocukla karşılaşıyorduk. Kısa bir sessizliğin ardından arkamı dönüp otoparka doğru yürüyordum. Artık dayanamıyordum bu kabusa. Zar zor otoparka ve nihayet arabanın içine girip sürücü koltuğunun başlığına yaslıyordum kafamı. Star wars daki ışık hızına geçiş gibi, herşey bir an duruyordu. Sonra kayarak bir solucan deliği içinde sürüklenmeye başlıyordum. Bırakıyordum kendimi. Ne istiyorsan yap bilinçaltım. Yarın güzel bir gün olacak.


Gözlerimi açıyorum. Otopark duvarı. Kat 2B. Gözüm yan koltulta duran telefona kayıyor. Tarihi kontrol etmeliyim diye dokununca ekrandaki mesajı görüyorum.

Levent : Olm dün gece kayboldun, iyiyim diye haber ver. Ha! arayı da açmayalım bir daha bu kadar!