Bu Blogda Ara

1 Ekim 2016 Cumartesi

Hikaye Dükkanı



 Hayat iter. Bazen kenara, bazen ortaya bazen de dışarıya. Prensip gereği, başka bir şey çeker de denebilir. Hayatın seni istediğinden çok isterse bir şey seni, pekala yoldan ayrılıp, seni daha çok isteyen yere doğru ilerlersin. Çekim yasası da pek çok şey gibi adil değildir. Yine öyle olmuştu. Dışarılar beni olağandan daha çok istemiş, ben buna hayat niye ben itiyor ki yine diye bakmış ama içten içe neden beni yeterince istemiyor ki diye hayıflanmıştım. Dışarıları da severdim. Ama hayata büyük bir çember olarak baktığımız zaman, dışarıya doğru ilerledikçe içinde bulunduğun çemberlerin büyüdüğünü, kaybolmanın daha kolay, aynı noktaya gelmenin daha zor, genişleyen evrende kendini daha yalnız hissetmenin ise kendiliğinden olduğunu anlardık. Bu yüzden "circle of life" diye tanımlardı daha keskin tanımları olan diller. Merkez, şehirlerarası yollar gibi, tüm kavşaklarda tabela ile gösterilen, o coğrafyanın yerleşik düzenini, yaşantısını, özünü anlatan yerlerdir. İnsan bilimi kartografyadan çok farklı değildir. Zaman zaman kim olduğumdan, günlük yaşantımın kalabalık çarşılı merkezinden, o çarşıdaki her bir esnaftan çok sıkılarak kendimi dışarılara atardı . Artık o esnada yine dışarılar mı beni daha çok ister, ben mi içerileri yeterince istemem kurcalamazdım. Gitmek isteği kuvvetlidir, bilirsiniz. Gitmek gelir, gidersiniz. Çemberimin dışına çıktıkça, kendimi ağır hissettiren her şeyi yerleştirecek genişlikler buldukça rahatlar, daha da dışarılara göz dikerdim. Artık yabancılaşacak ihtimallere kadar yürürdüm. Bu sefer öyle olmamıştı. Çarşının en kalabalık günlerinden birinde, iki inzibat kollarıma girmiş beni yaka paça dükkandan çıkarmış ve yoldan uzaklara giden ilk vasıtaya bindirerek ücreti peşin ödemişlerdi.  Bildiğim tüm yolları deneyerek rotayı öğrenmeye çalıştığım muavinden bilgi yerine tavsiye alınca büsbütün korkmuş ve ağlayarak uyuyakalmıştım. Uyandığımda balıkçı köyünden devşirme bir tatil beldesinde, kıpırtısız yeşil suları denize karışan bir nehrin denize korkarak uzandığı kıyısındaydım. Ahşap bir iskelede, tek başıma, yüzüstü yatarken açtığım gözlerim hala kırmızı, yolculuğun uzun sürmüş olmasından olsa gerek belim biraz ağrılı, başımın altındaki kolum uyuşuk, çok zırlamama dayanamadığı için muavinin verdiği Bonsaiden zihnim bulanık, hafızam suskun ve biraz terlemiştim. Gözümü diktiğim karşı kıyıda, keşişlere özgü sakinlikte, birbirleriyle hiç konuşmayan, sabırla önlerinde kıpırtısız suda harita imleçi gibi sabit duran şamandıraya bakan iki çocuk gördüm. Hangi çocuk  kadar heyecansız ve konuşmadan balık tutabilirdi ki? Az ileride, nehrin çekingenliğine fırsat tanımayan denizin büyüklenerek nehri öptüğü boğazda demirlemiş iki balıkçı teknesinde ağları diken iki tayfa. Susuyorlar, çünkü hava çok sıcak değil, konuşmuyorlar. Kaptanlar, paylarına bir şey düşmemiş kısmetlerine küfrederek, balıkçılığın eski tadının kalmadığından, orta ikide okulu bırakıp babalarının teknelerinde işe başlamalarından, global ısınmadan, kirlenen denizden, şehirde okuyan piçlerin büyük teknelerle trol avcılığı yapmalarının deniz altı hayatının anasını bellediğinden konuşup, yaklaşan kayığa binip gidiyorlar. Belki yarın, kısmetlerine boyun eğen herkes gibi, akşama Rıfat'ın kayıkhanede rakı sofrası kurmaktan, buzhaneyi büyütmekten, çocukları ilçedeki özel okula gönderme planlarından bahsedebilir, yine dördüncü dubleden sonra orta ikideki yaz aşklarından, onların çok şehirli hayatlarından, aslında onlarla olsalar dünyanın en mutlu adamları olabileceklerinden konuşabilirler. Bugün değil. Ama nasıl olursa olsun, kaptanlar limana ayak basar basmaz tayfalar kaptanın kamarasına girer, kasetçaları çalıştırır, sesi sonuna kadar açar ve bir sigara yakıp küpeşteye oturup ufka bakarlardı. Bunlar susuyor. Neresinden baksan tuhaf bir yere gelmiştim. Bırakılmıştım daha doğrusu. Bu dilsizler köyünde, işi konuşmak olan biri olarak, işi derken hayattaki görevi, bu oyundaki rolü anlatmak olan, gördüğünü ve kimsenin görmediğini, bazen ortada olmayanı, sese söze gelmeyeni, dile dudağa çarpmayanı, büyük küçük sesli uyumuna uymayanı, yerli yersiz, arlı arsız anlatmak olan benim burada ne işim olabilirdi?

Güneş görev başında olduğunu müjdelediğinde iskeleye, gözlerim karardı. Tatlı bir uyuşuklukla, hiç konuşmadan ama hiç susmadan bir boşluğa düştüm.

Uyandığımda, dükkanımda, tezgahın üzerinde kollarımı kavuşturmuş üzerine başımı yaslamış dışarı bakıyordum. Çarşıya. Bitmek bilmeyen döngüye, uğultuya, kalabalığa.
Aklım dilsizler köyünde kalmıştı. Söze küsen çocukların sakinliğinde bir kare geldi gözümün önüne. Dükkanın kapısının üzerindeki şamandıra hareket etti şıngırdayarak. Kapı açıldı. Şamandıraya baktım. Kırmızı. Durağan. Gelen müşteriydi.

"İyi günler, nasıl bir şey bakmıştınız? Çok neşeli hikayelerim var."