Bu Blogda Ara

28 Ocak 2018 Pazar

Fallar tamam da nerede bizim mallar?

Sabah uyandığımda bacaklarım ağrıyordu. Bunun ise uzun süre sonra spor yapmayı denediğim için olmasını isterdim. Değildi, biliyordum. Laktik asit banyosunu fazla kaçıran bacaklarımı altıma toplayıp doğruldum yatakta. Hazır bu kadar iyi pozisyonlanmışken kısa bir sabah meditasyonu denedim. Sırt kaslarımı gergin, yaşadığım tuhaflığı ergin, hayal kırıklığımı ise sakin hayal ettim. Olmuyordu. Dün akşam yediğim kosmosun okkalı tokadının izi duruyor, yeri hala acıyordu. Yanağımı sağ elimle okşayarak kalktım yataktan. Dilimle kırık azı dişimin kestiği yanağımı yokladım. Sağ ayağımdaki tırnak batığı, vakit geçirip oyalandığım zamanın atığı, sevdiklerimin gittiği anlardan bana kalan hayatımın hüzün katığı hepsi yerli yerinde duruyordu. Bazı sabahlar kalktığında aynaya bakmak istemezsin. Karşılaşacağın şeyden imtina ettiğinden değil, ne ile karşılaşacağını çok iyi bildiğinden. Mutfak evyesinde yüzümü yıkadım. Su ısıtıcısının düğmesine basıp salondaki masaya yöneldim. Masaya bakmak aynaya bakmak gibi zaten. Bir önceki gece eve getirdiklerimle, düne, olanlara, olmayanlara selam vermek. Bahar'ın resmi araba anahtarıyla cüzdanın arasından bana bakıyordu. Bunca zaman özenle ve herşeyden çok kandırdığım kendimle, bir yabancıya benzettiğim Bahar'ı yeniden hayatıma sokarak, ancak benim başıma gelebilecek bir tuhaflıkla hatırladığım tüm sevilmeye değer anıları, uslandığını sandığımı arsız iç sesimin haykırışlarıyla, hıçkırışlarıyla yeniden gerçeklik mertebesine taşıdım. 

Her sevilen gider. Gitmek zorunda kalır ya da. Kalan sağlar bok yesin. Biz gittik artık. Onlar da unutur nasılsa diye düşünülüyor olabilir. İnsanın gelişkin beyninin bir tür lütufu, etkileşmediği şeyleri zamanla unutur. Dağlar unutmazmış derler. Çöller Nasıl oluştu sanıyorsunuz. Önce babam, sonra da Bahar. Çölleşmemin başlıca sebepleri. Kendileri değil gidişleri. Tuhaf olan benim bu konularla dağsal bir şekilde başa çıkmaya çalışmam. Bunu da bilinçli şekilde yapmadım. Oluverdi işte. Unutuveremedim. Hayat yapbozuna dair bakışımdan olabilir. Herkes, yok yok, her şey, çok kendine özgü şekilleri ve köşeleri olan şeyler. Kaybolduklarında yerlerine hiçbir şey konamıyor. Yani, konuyor da tam oturmuyor. Ben çareyi artık yapbozuna orasına bakmamakta bulmuştum. Madem bakmıyordum, pekala oraları yokmuş gibi olabiliyordu. Olmasını beklediğin şeylerin olmaları huzurlu bir duygu. Su ısıtıcı gibi, homurdanıyordu içeride, suyu ısıtmıştı. İster normal bir doğum istersem de sıcak bir içecek yapabilirdim artık. Onu ilgilendirmiyordu. Aferin su ısıtıcı, en yerine oturan parçasısın hayatımın.

Mutfağa geri döndüğümde ebelikten vazgeçmiştim. Büyük laflar etmemiş ama yine de babasının, dolayısıyla kendisinin de idolü olmuş karadenizli bir dedenin Çernobil krizi esnasında ekmeyi bırakmadığı çay bahçelerinin geçen seneki rekoltesinden bir tutamı, hayatımın en tutarlı parçasının son mahsulüyle suladım. Bardağın içindeki suya İlahi hareler bırakarak nüfus eden renkleri izlerken farkına vardım. Yapbozun tamam olması değildi konu, tüm yapbozların eksikleri, boşlukları unutarak değil anlatarak kapanıyordu. Bir tür macundu bu, acıklı, zor bir macun. İşte o an karar verdim.

Hızlıca giyinip çıktım evden. İş yerine gidip, tüm kişisel eşyalarımı bir çöp poşetine doldurup, okunduğunda itiraz edilemeyecek bir istifa mektubu bıraktım klavyemin üzerine. İç sesime baktım. Geceyi kayalıklarda geçirmişti. Kısa bir an bakıştık. Başka bir şeylerin peşinde olduğumu anlamıştı. Ses çıkarmadı. İçimdeki dağları gösterdim ona, gözleri buğulandı. Artık, dedim. Anlatacağız dostum, ancak anlattıkça iyileşecek.

Ancak anlattıkça...